Bunları Yazmak Gerek 5: Sızıldanmayın, Sendikanızı Destekleyin!

Mesleğimiz salt ‘film eleştirmenliği’ değil malum, sinema yazarlığı! Dolayısıyla sinema başlığı altındaki her konu ilgi alanımıza giriyor. Bir süredir rahatsız olduğum bir konuyu açmak istiyorum. Sinema sektöründeki emek sömürüsü! Özellikle süreleriyle ilgili sırrı çözemediğim (öyle ya kim izler reklâmlar dâhil iki saat civarında bir dizi bölümünü, insan fenalaşır falan yahu!) dizilerde çalışanların şikâyetlerini sağda solda duyuyoruz; ya da koca koca yıldızların yakınmaları: “Yapımcı paramı vermedi” vs. diye. İş magazine yansımış, yazılıyor çiziliyor; oysa “kelin merhemi olsa başına sürecek”. Magazin, basındaki emek sömürüsünü, sendikasızlığı falan yazsa ya! Oysa sinema emekçilerinin 30 yıllık, önemli başarılara imza atmış bir sendikası var! Adı, Sine – Sen (Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası). Genel Başkan Yusuf Çetin’i tanıdım; çok dinamik bir insan. Ve en az onun kadar aktif Genel Sekreter Ahmet Keskin de, herkese her an yardımcı olmaya hazır. Yeter ki sendikaya destek olunsun, gelinsin ve güç birliği yapılsın! Türkiye’deki yaklaşık altı bin çalışandan yarısı üye olsa da maalesef sendikanın etkin olması için gayret gösteren üye sayısı çok değil. Oysa Batı’da sendikasız bir sinema çalışanı bulmak pek olası değildir.

Hem mesleki tanımlamaların doğru yapılıp kalifiye olmayan elemanların ayıklanması yani sendika üyesi olmayanların çalıştırılmaması, hem ücret sömürüsüne meydan verilmemesi, hem yasal çalışma saatlerine uyulmasının sağlanması, hem de disiplin içeren ilkelerin sektöre yerleşmesi için, herkesin bir araya gelmesi şart! Öyle birkaç kişi toplanıp mızıldanmakla hakların elde edilmediğini bilmek gerek. İş yasası, çalışanların lehine bir dizi madde içeriyor. İşveren sömürüyorsa herkes sendikasını destekler ve parayı ellerinde tutanlar da hizaya gelir! Bu iş bu kadar basittir. Sine – Sen’in kapısı açık. Gidin, başvurun, sömürtmeyin kendinizi. Ama sendikanızı yalnız bırakıyorsanız da, lütfen sesinizi kesin o zaman; sömürülmeye devam edin… Hani, kırmızı halılarına kadar, Hollywood’dan taklit ettiklerimiz çoktur ya! Belki etkilenirsiniz diye kısaca IATSE adlı birlikten bahsedeceğim (dikkatli seyircinin jeneriklerde logolarını gördüğü IATSE’nin sitesinden -zahmet etmeyin diye- sizin için derleyip özetledim bilgileri). Lütfen dikkatle okuyun; bakınız üyelere nasıl vurgu yapılıyor. Üstelik bunu taklit etmeye gerek yok. Sine – Sen’e tam destek verin yeter!

IATSE

The International Alliance of Theatrical Stage Employes (Uluslararası Sahne Çalışanları Birliği)

IATSE, sinema teknisyenlerini, oyuncuları ve ilgili meslekleri icra edenleri kapsıyor.

Amerikan İşçi Federasyonu tarafından 1893 yılında kurulmuş olan bu birlik Kanada’yı da içine almaktadır.

115 yıldan beri varlığını sürdüren ve gelişme gösteren birlik, 1995 yılında şu anda kullanılan ismini almıştır.

Kurulduğundan beri çok farklı sektörler de birliğe üye olmuştur: Sinema, TV yapımlarının yanı sıra, ürün tanıtımları, şovlar, kongreler, casino, bilgisayar, grafik v. s.

Birliğin en temel gücü, tüm üyeler ile birlikte tam bir bütünlük ve uyum içinde hareket edilmesinden gelmektedir.

Sendika üyeleri, Kuzey Amerika’nın en iyi çalışma şartlarına sahipler. Yerel ve bölgesel kontratlar genel ofis kontrolünde ciddi bir şekilde yürütülmektedir.

Teknolojik gelişmeleri gecikmeksizin takip etmek, üzerinde durulan en önemli konulardan biridir. Bu sayede birliğin gücü muhafaza ediliyor ve yapılan ikili görüşmelerde birlik güçlü kılınmış oluyor.

Geçmiş zaman süresince, hem hakların korunması hem de yeni üyelerin kazanılması en öncelikli konulardı. Ancak bu yeterli değildi. Son yıllarda, birliğe üye olmayan çalışanların organize edilmesinde de adımlar atılmıştır. Hem yerel hem de uluslararası sorumluluktaki birimler, sendika taahhütlerini sektördeki tüm çalışanlara iletmektedirler.

Birliğe katılım ve birlik içindeki demokrasi, en önemli yapı taşlarıdır. Tüm yerel sendikalar kendi bünyesinde bağımsızdırlar ve bu, önemli yapı taşlarını daha da iyiye taşımaktadır. Yerel sendikalar bünyesinde üye olan kişiler, seslerini rahatlıkla duyurabilmeleri için, uluslararası birlik birimlerinden de destek görmektedirler. Birliğin amacına ulaşmasının en itici gücü üyelerdir… Lokal ve uluslararası sendikaların işleyiş sistemleri tüm detayları ile kanunlarda belirtilmiştir…

Tüm bu zaman içinde başarılı bir organizasyon, birliğin en önemli kazanımıdır ve bu şekilde devam etmesi hedeflenmektedir.

(02 Kasım 2008)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Es Yayınları

Es Yayınları sinema kitaplarının tanıtım bültenleri ve kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Yeni eklenenler:
Kısa Filmin Öyküsü 2,
Yeşilçam’dan Bir Portre: Ayhan Işık,
Enis Batur’dan Sinema Yazıları,
Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması,
Pier Paolo Pasolini Kitabı,
Hollywood Sineması,
Bir Michelangelo Antonioni Kitabı,
Gündüz Güzeli Çekim Senaryosu,
İlk Türk Filmleri.

Es Yayınları yazısına devam et

27. İstanbul Kitap Fuarı’nda SİYAD Panelleri

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği), 01 – 09 Kasım 2008 tarihleri arasında düzenlenecek 27. Istanbul Kitap Fuarı’nda iki panel gerçekleştiriyor. Ayrıca SİYAD’a ayrılmış olan bir standda 40 Yılın Serüveni adlı kitabın satış ve tanıtımı yapılacağı gibi üyelerin kitaplarının da sergilenmesi düşünülüyor. Marmara Salonu’nda 01 Kasım, 16:45 – 17:45 saatleri arasında Ayla Kanbur’un yöneteceği Onat Kutlar Sineması paneline Atilla Dorsay, Burçak Evren ve Necla Algan; 02 Kasım, 16:00 – 17:00 saatleri arasında Zeynep Tül Akbal Süalp’in yöneteceği ’68 ve Türk Sineması paneline Zahit Atam ve Muzaffer Hiçdurmaz konuşmacı olarak katılacaklar.

Tekrar Tekrar Yazmayacağım

Bu sütunlar sinema yazıları için, ama sayın Sadi Bey’den beni mazur görmesini dileyerek, yine televizyon uyarlamalarından söz edeceğim. Yaprak Dökümü ve Dudaktan Kalbe dizilerini izlemediğim için, onlar hakkında yazmak istemiyorum. Her ikisinin de daha önceden iki kez sinemaya, birincisi iki, ikincisi ise bir kez televizyona uyarlandığını belirtmekle yetineceğim. Aşk-ı Memnu’nun sinema uyarlaması yok ama yayınlanan dizinin başlamasının arifesinde TRT kendi yapıtını arşivlerden çıkardı, yayınladı. Gurbet Kuşları dizisinin yayınının başlamasından sonra yine TRT, 2. kanalında bu kez, filmi yayınladı. Bazı magazin sayfalarında, yayınlanan filmin “onüç dakika” sansür edildiği bildirildi ve yine kaynak eser olarak Orhan Kemal’in romanı gösterildi.

Bir yapımcı, bir yönetmen, bir film veya bir dizi yaparken, adı duyulmuş, bilinen bir yazarın eserinden hareket edebilir ve filminin tanıtımında bu yazarın adını kullanabilir (kullanmalıdır da). Her edebiyat yapıtının (yazın) sinemaya (görsel) uyarlanabilineceği tarzındaki düşüncemiz, konunun açılımını yaptıktan sonra, hiç bir edebiyat yapıtının sinemaya uyarlanamayacağı şeklinde değişmişti. Bir edebiyat yapıtından yapılan bir uyarlama, uyarlamayı yapanların (senaryoyu yazanın, yönetenin -alt birimde-, görüntüleyenin, kurgulayanın, oynayanların, müzikçisinin) yapıtıdır, tanıtımında yazarın adı anılsa da, sanırım -şimdilerde yayınlanan Aşk-ı Memnu’da yapıldığı gibi- TV dizisi “Halit Ziya Uşaklıgil’in –ölümsüz- eseri Aşk-ı Memnu” diye sunulmamalıdır. Diziyi seyrediyorum, kitabı tekrar okudum, yayınlanan “şey” Hilal Saral’ın dizisi. (Hilal Saral’ın Aşk-ı Memnu’su, Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su değil.)

Aşk-ı Memnu, dizileşirken genişlemiş, romanda olmayan kişilikler, olaylar, cep telefonları eklenmiş -ama niye televizyon yok!- Kayıklar, deniz motoruna dönüşürken, matmazel, yarı Türk, yarı Fransız’a evrimleştirilmiş, Habeş olan Beşir’in bu özelliği kaldırılmış. Konuyu ekstradan yan olayların eklenmesi, ne kadar dizinin gerektirdiği bir mantık olabilir, daha devam ettiği için karar veremiyorum ama, bu değişiklikler diziyi Uşaklıgil’den Saral’a taşıyor. (Dizi 8. bölümüne geldi, hâlâ esere adını veren “aşk-ı memnu”dan haber yok. Romana sadık kalan Refiğ, dizisini altı bölümde bitirmişti.)

Aynı şey -jeneriğinde “Eser: Orhan Kemal” yazan- Gurbet Kuşları için de geçerli. Yine geliştirme, genişletme, yeni kişiler, entrikalar, olaylar ekleme, Refiğ’i filminden, Orhan Kemal’in senaryosundan ve hatta Özakman’ın “Ocak”ından uzaklaştırıyor.

Her iki dizide de, gerek romanda (Aşk-ı Memnu) gerek filmde (Gurbet Kuşları)Gurbet Kuşları romanından hiç söz etmiyorum, o tamamen yanlış bir bilgi, tanıtım- yapılan değişikliklere bir diyeceğimiz yok. Tekrar edeceğim, “hareket noktası olarak” alındığı belirtilebilir, ama “dizileri” Uşaklıgil’e ve Orhan Kemal’e mal etmeyin. Diziler, -ve filmler- hakkındaki bu “ön kabûl ediş”, -aidiyetlerinin yapanlara ait olduğu- yapılan her türlü uyarlama için geçerlidir, velev ki esere “çok daha fazla” sadık kalınmış olsa dahi. (Bu dizi de üç hafta, final diye nitelenen bölümle ile yayından kaldırıldı, (?) çünkü bölüm sonu dizinin finali olamazdı, ancak yeni entrikaların başlangıcı olabilirdi.)

/ Madame Bovary’nin kaç sinema uyarlaması var, hepsi Flaubert’in adını da belirtiyor, kaç tane Anna Karenina uyarlaması var hiç biri Tolstoy’u unutmuyor, Hamlet’in western, hem de spagetti-western uyarlaması bile var; demek ki -önceden yapılmış bir eserden kalkarak- yeni düzenlemeler yapmak mümkün. Can Yücel, Romeo Jülliet’i yeniden yazmadı mı? Yeni bir yorumla ele almak başka, alınan öyküye -oldukça ilginç bir şekilde anlatılırken- çok başka açılımlara kayabilecek “eklentiler” yapmak başka. (Aşk-ı Memnu’da olduğu gibi.) /

(02 Kasım 2008)

Orhan Ünser

“Mustafa” Hakkında Her Şey mi?

Uzunca bir süredir merakla beklediğimiz projelerin başında geliyor Mustafa ve ilk gösterimin heyecanıyla erken saatlerde AKM salonundaki yerimizi alıyoruz.

Dündar’ın bir süre önce basında yer alan “Bu, benim Atatürk’üm…” sözlerini bir an için ıskalayıp, izlediğimiz şeyin bir belgesel olma iddiası taşıdığını hatırlıyoruz. Dolayısıyla belgesel sinemanın evrensel kıstaslarının, yönetmenlerin kendi bakış açısını sunma yolunda bir platform kurmaya müsait olmadığını da… Olguya böyle bir perspektiften bakmak; filmi daha başlangıçta ‘gerçekçi olmak’ gibi bir kaygı gütmeyen -ve gütmek zorunda da olmayan- kurmaca eserlerden farklı bir konuma sürüklüyor. Resmi ya da gayrı resmi, her türden öznel/genel kaygıyı bir kenara bırakıp, önyargılardan uzak, objektif bir tutumla izlemeye başladığımız Mustafa, daha ilk dakikalardan itibaren şaşırtıcı bir seyir izliyor. Karşımızda, -yönetmenin deyişiyle- “topraksız bir çocuğun yurt kurma serüvenini” anlatan bir film var… Sözcüklerin şiirselliği bir kenara bırakılırsa, bu bakış, bütün bir tarihsel süreci hafife alan, gerçeğin dışına iten; bir ulusun, dönemin emperyalist güçlerine karşı olanaksızlıklar içinde verdiği savaşımı örgütlemeyi yaşamının en temel amaçlarından biri sayan bir kişinin ideallerini olabilecek en basit söyleme sığdıran bir yaklaşım içermiyor mu?… Devam ediyoruz: Dündar’a göre, genç Mustafa Kemal’in asker olma nedeni de hayli basit: “Baba ocağında aradığı sıcaklığı, asker ocağında bulmak…” (İlginçtir; bu ifadeden sadece bir kaç dakika sonra, Mustafa’nın politik bilincinin tam olduğu, hatta kimi olumsuz gelişmeleri kısa sürede kavraması sonucunda “Padişahım çok yaşa!” temennisine artık katılmadığından dem vuruluyor. Baba sevgisi arayan bir genç için fazla hızlı bir gelişme!…) Objektifliği hayli tartışmalı hale getiren bir girişin ardından, Samsun’a çıkma hazırlıklarını sürdüren Mustafa Kemal’e, Vahdettin tarafından söylendiği öne sürülen “Paşa, biz yapamadık; ama sen devleti kurtarabilirsin!” sözleri, filme dair ilk anda oluşan kanıyı iyice kuvvetlendiriyor. Doğrusu, şimdiye kadar, belli çevrelerce yönlendirildiği malûm olan bir rivayetten öteye gitmeyen bir yaklaşımın bu kadar açık bir anlatıma dönüştürüldüğüne hiç tanık olmamıştık. Aralarında İngilizlerinki de dahil, tam tersi bir kanıyı pekiştirecek (Vahdettin imzalı Kuvva-yı İnzibatiye’nin kuruluş emirlerinden idam fermanlarına) pek çok belge olmasına karşın, Dündar’ın böylesi bir yaklaşımı (en azından karşı görüşleri vurgulamaya gereksinim dahi görmeden) sergilemesi anlaşılır gibi değil…

Tarihi çarpıtmadan, resmi ideolojiye mahkûm kılmadan, bilinmeyeni aktarmak iddiasıyla yola çıkan Mustafa, Cumhuriyet’in ilânı sonrasında çizdiği Atatürk portesiyle de belgeci yaklaşımın uzağında duruyor. Bu dönemde bir paranoya içine girdiği (İstanbul’u sekiz yıl sonra ziyaret ettiğinde ‘gün gelir bu kalabalık bizi linç etmek için toplanır’ sözleri), en yakın dostlarının dahi ondan uzaklaştığı, kendisini (yine yönetmenin deyişiyle sığınak ve tuzak olan Çankaya’da) bir yalnızlığa hapsettiği türünden ifadeler, çeşitli dönemlerde öne sürülen iddialardan öte bir anlam taşımıyor. Tıpkı Vahdettin örneğinde olduğu gibi bir çok karşı belge ve yaklaşım olmasına karşın, her nedense hiç birine yer verilmeden, sadece bir arkadaşına söylediği varsayımına dayalı ‘özerklik’ tartışması da buna dahil… (Bu süreçte kudretini yitirmiş ve herşeyden elini eteğini çekmiş olarak resmedilen Mustafa Kemal’in, hemen sonra Hatay sorununun üzerine kararlılıkla gitmesi ve İnönü’yü azletmesi filmin havada kalan yönlerine işaret ediyor.)

Karanlıktan korkan, yapayalnız ve filmin neredeyse üçte birini kapsayan Çankaya günlerinde elinden alkolü eksik etmeyen bir Atatürk profilinin çocuklara çok daha yakın gelebileceğini savunabilir Can Dündar… Ne var ki; yaşamının büyük bölümünü savaş cephelerinde geçirmiş (filmde de belirtildiği gibi, çarpan bir yüreği olmasına rağmen sevmeye dahi vakit bulamamış), sözgelimi Kütahya-Eskişehir muharebelerinin ardından makamını gözünü kırpmadan terkederek yeniden cepheye koşmakta tereddüt etmemiş bir Mustafa Kemal’e gözlerini kapamamak, kendisinin de vurguladığı gibi ‘artık okumayan bir kuşak’ adına çok daha anlamlı ve bilgilendirici olabilirdi.

Sonuçta resmi söylemin uzağında bir Atatürk belgeseli yapmak hedefiyle yola çıkan; ancak ne hikmetse, konuya duyarlılığın doruğa ulaştığı 29 Ekim gibi resmi bir günde gösterime giren Mustafa, bir yandan ticari başarıyı getirecek kapıları birer birer aralarken, diğer yandan da güleryüzlü bir tonla, yakın tarihimizin kimi tartışmalı konularını masaya yatırıp, adeta kendi gayrı resmi tarih söylemini inşa etmeyi deniyor. Biraz da bu yüzden, filmden geriye kalan en önemli şey, yönetmenin yorumlarına ihtiyaç bırakmayan anlarda, daha önce hiç karşılaşmadığımız Atatürk görüntüleri oluyor.

(31 Ekim 2008)

Tuncer Çetinkaya

Asya’da “Türkiye’den Film Var” Etkinlikleri Başladı

Çağdaş Türk Sinemasının seçkin filmleri Türkî Cumhuriyetler olarak adlandırdığımız Asya coğrafyasına (Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan) içten bir “Merhaba” gezisine çıkıyor. SİNEBİR (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği) ile T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği gezi ile Ortaasya Türk Cumhuriyetleriyle tarihi, kültürel ve sosyolojik bağların güçlendirilmesi hedefleniyor. Oluşturulacak yeni politikaların desteklenmesi amacına hizmet edecek olan Türkiye’den Film Var adlı film gösterimleri 22 Ekim 2008’de başladı, 14 Kasım 2008’de sona erecek.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü görsellere ve gösterilecek filmler hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Asya’da “Türkiye’den Film Var” Etkinlikleri Başladı yazısına devam et
  • 14. Türkiye / Almanya Film Festivali

    14. Türkiye / Almanya Film Festivali, 26 Şubat – 08 Mart 2009 tarihleri arasında Nürnberg’de yapılıyor. 14.sü gerçekleşecek olan Türkiye / Almanya Film Festivali, tüm dünyadan Almanya ve/veya Türkiye kökenli sinema sanatçılarını festivale davet ediyor. Festivalde yer alacak yarışma bölümlerine yada özel gösterimlere filmlerini gondermek isteyen sanatçılarımız için filmlerin son gönderilme tarihleri katılım formlarında belirtiliyor. Festivalin, Uzun Metraj Film Yarışması, Belgesel Film Yarışması ve Kısa Film Yarışması gibi yarışma bölümleri var.

    14. Türkiye / Almanya Film Festivali yazısına devam et

    Fırtına (Yönetmen: Kazım Öz)

    Kazım Öz’ün yönettiği ve Cahit Gök, Havin Funda Saç, Selim Akgül ile Asiye Dinçsoy’un oynadığı Fırtına (Bahoz), 14 Kasım 2008’de Özen Film dağıtımıyla Yapım 13 Film Production tarafından vizyona çıkarıldı.
    Fırtına, üniversite gençliğinin 1990’lardaki siyasallaşmasını öğrenci kahramanları aracılığıyla beyazperdeye aktarıyor. Cemal, üniversite sınavını kazanarak, küçük taşra kasabasından İstanbul’a gelir. Büyük şehrin kalabalığı içindeki yalnızlığı, sistem karşıtı devrimci bir grup ile tanışmasıyla sonra erer. Grubun öncülerinden Helin ile yaşadığı çatışma, kimliğini keşfetmesi için de bir başlangıç olur.

    Fırtına (Yönetmen: Kazım Öz) yazısına devam et

    Fahriye Evcen Röportajı sinemalar.com’da

    Türkiye’nin sinema sitesi sinemalar.com, ekranların yeni nesil oyuncuları arasında, başarısı ve farklı duruşu ile dikkatleri üzerine çeken Fahriye Evcen ile özel bir röportaj gerçekleştirdi. 24 Ekim’de gösterime giren Aşk Tutulması filminde başrolde oynayan Evcen, Almanya’dan Türkiye’ye, televizyondan sinemaya uzanan oyunculuk hikâyesini, sinemalar.com editörü Serkan Tavşanoğlu’na anlattı. Bu sezon sona erecek Yaprak Dökümü dizisinin ardından, yepyeni projelerde izleyeceğimiz genç oyuncu, özel hayatı ile ilgili samimi açıklamalarda da bulundu.

  • Özel röportaj için tıklayınız.
  • Fahriye Evcen fotoğrafları için tıklayınız.
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Üç Maymun’a İsrail’den Ödül

    Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun filmi, İsrail’de düzenlenen 24. Uluslararası Haifa Film Festivali’nde En İyi Film ödülüne değer görüldü. Ceylan’ın filmi, 61. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, 45. Antalya Film Festivali’nde de En İyi Özel Efekt Ödülü’nü kazanmıştı. Üç Maymun, yönetmen David Fisher, Avrupa Film Akademisi üyesi Lissy Bellaiche, oyuncu Evgenia Dodina, Phylis Mollet, yönetmen ve sinema yazarı Irit Shamga’dan oluşan uluslararası jüriden tam not aldı. İsrail’de En İyi Film Ödülü’nü kazananan Üç Maymun, 16 Kasım’da yapılacak olan Uluslararası Selanik Film Festivali’nde de açılış filmi olarak gösterilecek. (Haber: Serpil Boydak.)

    Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?’ın Afişi Hazırlandı

    İsmail Necmi’nin yönettiği ve Petra Woschniak ile Herold’un oynadığı Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?’ın afişi hazırlandı.
    45. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyirci karşısına çıkan ve In Works Istanbul yapımı film, İstanbul’da yaşayan Alman bir kadının, Petra’nın sıra dışı yaşamını konu ediyor. Hayatındaki ani iniş çıkışlarla, bu sıra dışı hikâyenin başrol oyuncusu, aslında gerçek yaşamın bir başka yüzünü bizlere gösterir. Maskeli Herold ile yaptığı konuşmalarında Petra’nın hayatı bizim gözlerimiz önüne serilirken, Petra, İstanbul, Almanya, aile, arkadaşlar, uyuşturucu ve ölüm gibi temalarla yüzleşir.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Afişlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?’ın Afişi Hazırlandı yazısına devam et
  • Fatih Hacıosmanoğlu: Festivaller Beni Seçsin Diye Film Yapmıyorum

    Fatih Hacıosmanoğlu, Türkiye’de sanata ve sanatçıya verilmeyen desteği ve kendine En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Taş Yastık filminin zorlu yapım sürecini anlattı, eleştirilere cevap verdi.

    İşletme okumak için Amerika’ya gitmişsiniz ama sinema okumuşsunuz. O hikâyeyi biraz anlatır mısınız?

    Evet ilk etapta öyleydi. 1987 yılında gittim. Aslında oraya gitmeden önce İstanbul’daki arkadaşlarım çok sıkı bir tiyatro çalışması içine girmek üzereydiler ve benim aklım burda kalmıştı. Sanatla çok içiçe büyüdüm. Oraya da işletme okuyacağım diye gittim ama ordaki okullar çok sanatla iç içeydi. Özellikle tiyatro ve sinema bölümleri. Önce tiyatro oyunculuğuyla başladım. Sonra da sinema eğitimi.

    Eğitim açısından daha avantajlı olduğunu düşünüyor musunuz?

    Daha iyi demek istemiyorum ama dünyaya farklı bir pencereden, farklı bir açıdan bakıyorsunuz. Burdaki yetişme tarzınız ve dünyaya bakışınızla, oradaki alışkanlıklarınız, hocalarla olan diyaloğunuz size daha da bir kontrast katıyor. Dolayısıyla eğitim açısından daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

    Orada önce tiyatro eğitimi ile başladınız ama sinema daha ağır bastı sanırım…

    Üniversite yıllarımdan beri zaten sinema ile ilgileniyordum. Senaryolar yazıyorum, hikâyeler yazıyorum ve bu yazdıklarımı hayata geçirmeyi seviyorum ama tabii tiyatroyu da seviyorum.

    Yurtdışında tiyatro ve sinema oyunculuğu da yapmışsınız…

    Evet, yaptım. Tiyatrolardan, Batı Yakası Hikâyesi, A Christmas Carol ve Trio’yu sayabilirim. Sinemada ise ilk tecrübemi Jack Nicholson’ın oynadığı, Danny DeVito’nun yönettiği Hoffa’da yaşadım. Sonra Fugitive’da çalıştım, orda da başrolde Harrison Ford vardı. Sinema öğrencisi ve bir oyuncu olarak iyi bir deneyim oldu. Onlar herşeyi çok görkemli yapıyorlar, saatlerce bekliyorsunuz. Büyük bütçeli işler tabii. Orda her işin mutlaka bir bileni var.

    Yurtdışında böylesi görkemli deneyimler yaşadıktan sonra Türkiye’deki şartlarla kıyaslayabilir misiniz?

    Türkiye’de öyle değil malesef. Öyleymiş gibi görünüyor ama öyle değil. İşini çok iyi yapan insanlar var ama bunun sayısı çok az.

    Peki o zaman biraz sizin filminize gelelim. Taş Yastık’ın yazım ve yapım aşamasındaki süreç nasıl geçti?

    Uzun yıllar önce bu filmi kafamda tasarlamıştım. Oturup senaryosunu yazmak oldukça uzun bir süreçti. Senaryo bittikten sonra bir yapımcı aradım kendime ama önce bulamadım, sonra bazı firmalar yardımcı oldu. 4 yıl önce su altı sahnelerini çektim. Haluk Cecan sağolsun yardım etti bana. Bir sene sonra Amerika’daki sahneleri çektim. Sonraki sene de İstanbul sahnelerini çektim. Onlar bittikten sonra montajı da oldukça uzun sürdü ve yaklaşık 5 senede bitti.

    Beş sene oldukça uzun ve zorlu geçmiş ama ben şunu çok merak ediyorum. Taş Yastık’a yazan-yöneten ve oynayan olarak resmen baş koymuşsunuz. Ve sizin ilk uzun metrajlı filminiz. Sizin için yazan, yöneten ve oynayan olmanın verdiği avantaj ve dezavantajlar ne idi?

    Bence sanatçı hayal ettiğini yapabilmeli. Dolayısıyla yapım ve yönetimde ben olduğum için kimse benim hayal gücüme müdahale etmedi. Başımda parayı ortaya serip bana müdahale eden biri olmadı. Ama tabii filmi paketleyip festivale göndermek, uçak bileti almak, montaj gibi işleri de ben yaptım. Aslında bu işler yapımcının işi. Ben bütün enerjimi filmin yaratıcı kısmına ayırabilecekken bu tarz işlere de koşturdum. Oturup insanlarla para konuştum. Sanatçı, sanatçıyla para konuşmamalı. Bunlar da dezavantajı işte. Benim de hiç sevmediğim bir şey.

    Ya hikâye? Yazıp, yönetip, oynayan Fatih Hacıosmanoğlu’nu unutun. Sizin yaşam öykünüze baktığımızda, filmin kahramanı Lodos’la ortak yaşanmışlıklar var. Fatih Hacıosmanoğlu gerçekte bu hikâyenin neresinde?

    Aslında öyle gibi gözüküyor ama pek öyle değil. Sizin elinizdeki para değil. Sizin hazineniz; aileniz, doğup büyüdüğünüz mahalledir, anılardır. Bu hazineden faydalanıyorsunuz. Dolayısıyla bu plâtformda filmimi yazdım. Benim hayat hikâyemle benzeşiyor. “Ben Lodos’um” diyebilirim ama aslında film metaforlarla dolu. Bugün yaşadığımız dünyanın mikro boyuta indirgenmiş hali. Doğu ile batının çatışması, aile içi çatışma, yaşadığımız dünyada bize rahatsızlık veren sorunlar zaten önce bizim içimizde yaşadığımız çatışma ile başlıyor, sonra aile içinde yaşadığımız çatışma ile devam ediyor ve sonra yaşadığımız dünyaya yansıyor. Dolayısıyla biz de özellikle batı normlarında yetişmiş ama doğudan gelen bir kültür olarak bu çatışmayı içimizde barındırıyoruz. Hepimiz batının çok etkisi altındayız ve doğuya yine çok fazla sırt dönmüş durumdayız.

    Biraz kızgınsınız galiba?…

    Yaptığımız filmin anlaşılmayacağını biliyorduk. Filmin dünya prömiyerini Çin’de yaptık. 5000 yıllık kültür bizi davet etti ama doğup büyüdüğümüz bu ülkede Ankara Film Festivali dışında başka bir festival davet etmedi. Aslında Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belliydi. Çok kızgın değilim. İster istemez üzülüyor insan. Festivaller bir basamaktır sadece. Festivaller beni seçsin, beğensin, değerlendirsin diye ben film yapmıyorum. Yapmak istediğim için yapıyorum. İnsanlarla paylaşmak için yapıyorum.

    Hazır bu beğenip beğenmeme, seçip seçmeme konularına gelmişken bazı eleştirilerden bahsetmek istiyorum. Filminizin hikâyesinin bir bütünlüğü olmadığına, oyuncuların sanki bir tiyatro sahnesindeymiş izlenimi verdiğine dair bir takım eleştiriler yazıldı, çizildi… Bu tarz eleştiriler sizi besliyor mu?

    Aklı başında, düzeyli eleştiriler olsa bunlar beni besler. Bir saldırı şeklinde yazılmış şeyler bazıları. Japonya’da beni 88 yaşındaki bir kadın anlayabiliyorsa, Kazakistan’da Tarkovsky’nin mezun olduğu okulun profesörü bana ödül veriyorsa, diğerleri benim için önemli değil. Ama insan doğup büyüdüğü topraklarda bu şekilde eleştirildiği zaman üzülüyor ister istemez. Taş Yastık’ta sinemaya 50 yıl emek vermiş insanların emeği var. Maddi imkânsızlıklara rağmen yıllarca emek verilmiş bir filmin bazı insanlar tarafından bu kadar basitçe, iki kelimeyle eleştirme hakkını kendinde bulduğunu zannetmesi çok acı.

    Peki ya Kültür Bakanlığı? Bildiğim kadarıyla yapım aşamasında destek alamadınız…

    Evet yapım sürecinde alamadık.

    Ama sonra uluslararası bir festivalden en iyi yönetmen ödülü aldınız. Kendi ülkenizin bakanlığı sizi desteklemedi ama dışarda alkışlandınız…

    Kültür Bakanlığı yapım sonrasında arşivlerine bir kopyasını aldı. Az da olsa bir desteklediler ama film zaten bitmişti. Tabii gönül isterdi ki öncesinde destek versin. Mısır’a, Çin’e, Kazakistan’a, Polonya’ya gidip bizi temsil etmek çok güzel ve sevindirici. O bağlamda filmin en azından diplomatik yollarla gönderilmesi için hem Kültür Bakanlığı, hem Dışişleri Bakanlığı destek verdi. Ama keşke yapım aşamasında destek alsaydık.

    Ben filme dönmek istiyorum biraz. Ernest Hemingway, Ömer Hayyam ve Edgar Alan Poe’dan izler var Taş Tastık’ta. Biraz önce doğu-batı çatışmasından bahsettiniz. Bu bağlamda doğu ve batı edebiyatı da filmdeki çatışmanın içinde diyebilir miyiz?

    Özellikle üniversite yıllarında Shakespeare ile ilgilenmeye başladım, Shakespeare üzerine dersler aldım. Kişisel olarak edebiyata çok ilgim var. Sinemada da elimden geldiğince analiz etmeye çalışıyorum. Etkisi altında da kalıyorum. Şiiri çok seviyorum, dolayısıyla Shakespeare çok şiirsel bir tarzı var ve sanırım filmiminde anlaşılmasını güç kılan bu şiirsel anlatımdır. Ben filmimi zaten bir şiir gibi tasarladım.

    Hazır edebiyata değinmişken Hamlet’e gelelim. Kitapçı dükkanından Hamlet çalınıyor, sonra Lodos’un annesinin kedisi Hamlet kayboluyor. Bir Hamlet’tir gidiyor. Sizin ve Lodos’un, Hamlet’le alıp veremediğiniz nedir?

    Dediğim gibi Taş Yastık metaforlarla dolu bir film. Batı kültürünün Hamlet’e bir saplantısı var. Dolayısıyla filmde batıyı temsil eden ve aynı zamanda bende de oluşmuş olan bu saplantıyı irdelemek istedim. Filmin bir yerinde Lodos şöyle diyor: “Hiç yaşamamış, hiç gerçek acılar çekmemiş bir karaktere neden herkes böyle saplanmış?” Dolayısıyla bu saplantı kendinde de oluşmuş. Belki o Hamlet’in çok karmaşık kaotik ruh halinde birisi olarak bu işin içinden çıkmaya çalışıyor. Lodos içinde ‘Hamlet’ diyebiliriz aslında. Kitapçı dükkânında Hamlet’in çalınması, eve geldiğinde annesinin kedisi olması… Nereye gitse Hamlet’i görüyor.

    Peki, yeni proje var mı?

    Henüz bitmiş bir senaryo yok ortada ama kafamda tasarladığım bir şeyler var.

    Çekimler Türkiye’de mi yapılacak?

    Evet, şimdilik öyle gözüküyor.

    Türk sinemasını bir yönetmen olarak nasıl görüyorsunuz?

    Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz gibi geliyor. Sadece Türk sineması için söylemiyorum, sanatın her dalı için geçerli bu söylediklerim. Bu ülkeden çok muhteşem yönetmenler, balerinler, baletler, yazarlar, ressamlar çıkabilir. Siyasetçiler, iş adamları konuştular mı mangalda kül bırakmıyorlar ama sanata da yeterince destek vermiyorlar. Futboldaki bir takım başarılarla teselli bulmaya çalışıyorlar. Sanata yatırım yapmıyorlar. Sadece Picasso’nun Van Gogh’un eserlerini sergilemekle bu iş olmaz. Onları da görelim ama, kendi ülkemizdeki genç, yetenekli değerlere destek ve fırsat verilmeli. Burada iş adamlarına, siyasetçilere iş düşüyor ama bunu yapmıyorlar.

    (31 Ekim 2008)

    Sibel Oral

    Agâh Özgüç’ün Hazırladığı “Turkish Film Guide” Çıktı

    Sinemamızın belleğini oluşturan Türk Filmleri Sözlüğü serisini hazırlayan Agâh Özgüç’ün Turkish Film Guide 1917 – 2008 adlı kitabı yayınlandı.
    Geçtiğimiz günlerde yapılan Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Sesam (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği) işbirliği ile yayınlanan kitapta tüm Türk filmleri yönetmen, oyuncu ve kısa özetlerle İngilizce olarak tanıtılıyor.
    Özgüç’ün kitabında ayrıca 180’e yakın Türk filminin yurtdışında yabancı dillerde hazırlanmış afiş görselleri de yer alıyor. Kitabın Türkçe versiyonunun yayınlanma hazırlıkları sürüyor.

  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğrafına haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Agâh Özgüç’ün Hazırladığı “Turkish Film Guide” Çıktı yazısına devam et
  • Tüm Şirketler

    Tüm Şirketler,
    17 – 23 Ekim 2008 Haftalık (Weekly),
    04 Ocak – 23 Ekim 2008 Yıllık (Annual), Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual), Hafta Hafta (Week by Week) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu