Recep İvedik’in DVD.si Kanal D Home Video Etiketiyle Haziran’da Piyasada

Şahan Gökbakar’ın başrolünde oynadığı Recep İvedik, Haziran ayında zengin ekstraları, içeriği ve Kanal D Home Video farkı ile DVD olarak evlere konuk oluyor. Kısa sürede 4 milyon izleyici geçen ve pek çok eleştiriye hedef olan yılın en çok konuşulan filmi Recep İvedik, yolda bulduğu cüzdanı Antalya’ya sahibine götürmek üzere yola çıkan karakterin bu yolculuk sırasında başına gelen komik olayları anlatıyor.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Mania Akbari: “Kadın, ‘Kadınca’ Yaşadığında Başarabilir!”

    sinemasinemadir.com için, Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni izlemek amacıyla bulunduğum Ankara’da, festival filmlerinin gösterildiği Kızılırmak Sineması’nın kafeteryasında hoş bir sürprizle karşılaşana kadar Mania Akbari’yle konuşmayı düşünmüyordum. O hoş sürprizin ta kendisi olan Mania, kısıtlı olan vaktini ayırdı ve sorularımı cevaplamayı kabûl etti. Ben de teybimi çalıştırdım ve İran’ın bağımsız kadın sinemacılarından, 10, 10+4 20 Fingers gibi filmlerin yönetmeni Mania Akbari’ye, tercümanı Hüsrev Şahi’nin de yardımıyla sorularımı sordum.

    Mehr Haber Ajansı’nın bir haberine göre, İran sineması son bir yılda yüzde 120 artış kaydetti. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Benim bu istatistikler üzerine pek bir ilgim yok, bilgim de yok. Bana çok ilginç geliyor. Çünkü daha önce başka bir söyleşide soruyu soran arkadaş, bana şöyle sordu; ‘Neden İran sineması gerilemiştir?’ Ben de çok şaşırdım. Çünkü İran sineması, yıllık ürün olarak her geçen gün daha da fazlalaşıyor. Fakat bir ülkenin nicelik olarak ‘kaç tane film üretmiş ya da üretmemiş, yüzde kaç artmış, ya da azalmış’ sorunuyla uğraşmamak lâzım. Nihayetinde bunlar iniş çıkışlar gösterecektir. Bazen artabilir, bazen de azalabilir. Veya birkaç yıl sonrasında büyük bir potansiyelle bir patlama gösterebilir.

    Size göre İran sinemasında bu artış da kadınların yeri nedir?

    İlerlemenin çok da belirgin, özgün bir biçimde ortaya çıkması her zaman mümkün olmayabilir. Bu toplam bir şey, bir bütündür. Kadın da bu bütünün bir parçası olabilir. Kadınlar değişik yaşamları denemek için kendilerine fırsat tanıyabilirler. Aynı zamanda kadınlar kadın oluşlarını biraz daha fazla kabûllenmeye başlıyor. Bence kadın, kadın olduğunu kabûllendikten sonra ya da kadınca yaşadığında başarabilir.

    2005 yılında Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde 20 Fingers adlı filminizi de göstermiştiniz. Bu film aynı zamanda İran’da yasaklanmıştı. Bu yasaklanmalar sizce özgünlüğün dozunu arttırıyor mu?

    Ben bunu bir fayda olarak görmüyorum, tam tersi bu filmi yaratanlar için bir üzüntü kaynağıdır. Zaten ben bir film yapımcısı olmama rağmen, neyin yasak olup olmadığını anlayamıyorum. İran’daki film yasaklama kurulunda, yasaklamanın kriterleri belli değildir. Bazen öyle filmlere izin çıkıyor ki biz bile şaşırıyoruz buna. Bazen de hiçbir sakıncası olmadığını düşündüğümüz filmleri yasaklıyorlar. Neye göre bunu yapıyorlar bilemiyoruz. Ben buradan yapımcı olarak şöyle bir sonuca varıyorum; ben filmimi yaparım ve her iki alternatife de hazırlanırım.

    ‘FATİH AKIN’I ÇOK BEĞENİYORUM’

    Türk sinemasını takip edebilme fırsatınız oluyor mu?

    Bütün yönleriyle tabii ki hayır. Fakat birçok filmi biliyorum. Son yıllarda özellikle önemli festivallerde Türk sineması adını duyurmuştur. Çok önemli festivallerde Türkiye’den önemli filmlerin katıldığına tanık oluyorum. Nihayet benim de bir film yapımcısı olarak, Türkiye’nin önemli filmlerini görüp onları değerlendirmem gerekiyor. Ama Türkiye sineması üzerine yoğunlaşmışım diye bir şey söylemem de söz konusu değil.

    Beğendiğiniz Türk yönetmenler varsa, birkaç isim alabilir miyim?

    Almanya’da büyüyen ve bence Türkiye’nin yönetmeni olan Fatih Akın’ı çok beğeniyorum. Ben, onu Türk olarak kabûl ediyorum. Bence tamamen Türk kültüründen öğeler taşıyor. Bütünüyle Türk olarak ele alıyorum onu. Dünyaya bakış açısı da Doğu’ya yönelik. Bence başarısının altında da bu bakış açısı yatıyor. Bunun farkında değiller. Çünkü Alman’ın kendisi yıllardır önemli bir film, yapımcı, yönetmen vermedi.

    Sizin İran’da tabuları sorgulamanız nasıl algılanıyor?

    Her tabunun yıkılışında ilk başta büyük bir direnişle karşı karşıya kalırsınız. Fakat zaman geçtikçe bu yeni durum kabûllenilmeye başlanır. Şayet filmim İran’da gösterime girmiş olsaydı, daha sağlıklı bir değerlendirme yapabilirdik. O zaman toplu bir tepkimeyle değerlendirme imkânı bulurduk. Tabii bu tepkileri aldığım topluluk, zaten kendileri tabuları kırılmış aydınlar ve entelektüeller olduğu için, bunu genellemek biraz zor olur. Toplumun geneli için bir şey demem doğru olmaz.

    (15 Mayıs 2008)

    Erkin Erk

    www.sinemasinemadir.com

    Uçan Süpürge Festivali’nde Bugün: 09 Mayıs 2008

    Uçan Süpürge Festivali’nde bugün İran’li yönetmen Mania Akbari’nin, On ve 10+4 filmleri gösterilecek. Uluslararası Eleştirmenler Birliği (FIPRESCI) Ödülü için Türkiye adına yarışacak Fikret Bey’in yönetmeni Selma Köksal da filmin ardından gelecek soruları yanıtlayacak. Yönetmenli gösterimlerden biri de Lilit’in Kızkardeşleri. İlk filmi Gündelikçi’yle pek çok festivalden ödül alan Emel Çelebi yeni filmini konuşacak.

    Savages Ailesi, Uçan Süpürge’de

    2008 Oscar’larında adı sıkça anılan ve katıldığı festivallerden pek çok ödül toplayan Savages Ailesi, Radyo ODTÜ özel gösterimiyle 11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali nde seyirci karşısına çıkıyor. Film 10 Mayıs Cumartesi günü Kızılırmak Sineması’nda gösteriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Savages Ailesi, Uçan Süpürge’de yazısına devam et

    11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Başladı

    Bu sene Vakıfbank’ın sponsorluğunda, Kültür Bakanlığı ve Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun katkılarıyla düzenlenen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 11. yolculuğuna 08 Mayıs Perşembe akşamı Devlet Opera ve Balesi’nde (Büyük Tiyatro) yapılan Açılış Töreni ile başladı.
    Başak Köklükaya ile Altan Gördüm’ün sunuculuğunu yaptığı gecede Nilüfer Aydan’a Uçan Süpürge Onur Ödülü Göksel Arsoy tarafından verildi.
    Meral Çetinkaya’ya da Bilge Olgaç Başarı Ödülü verilen törende Celissima Grubu konuklara film müzikleri sundu.

    11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Başladı yazısına devam et

    Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan, Uzun Metrajlı Film Projelerine 4 Milyon 260 Bin YTL Destek

    Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulu’nun 2008 yılı ilk değerlendirme toplantısı İstanbul’da yapıldı. Başvuruda bulunan 88 uzun metrajlı film yapım ve yapım sonrası projesinin değerlendirildiği toplantıda, toplam 20 projeye, destek verilmesi kararı alındı. Bu projelerden 18’i uzun metrajlı kurgu film yapımı, 2’si de yapım sonrası proje. Kültür ve Turizm Bakanlığı, bu yapımlara destek olarak, toplam 4 milyon 260 bin YTL aktaracak. Destek alan projeler arasında Umut Üzümleri, 0 Numara, Hayda Bre, Bankası, Gölgesizler, Doğu Batı Cumhuriyeti, Üzüm Bağları, Sıcak, Biraz Tuz Biraz Biber ve Merdiven Altı var. (Haber: Serpil Boydak)

  • Geniş bilgi için tıklayınız.
  • Kültür Bakanlığı Web Sitesi
  • Sevlay Tüccar’ın Yönettiği “Sürdürmek Mümkün” Adlı Belgesel TRT.de Gösteriliyor

    Devlet Plânlama Teşkilâtı Müsteşarlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Avrupa Komisyonu tarafından yürütülmekte olan Sürdürülebilir Kalkınmanın Sektörel Politikalara Entegrasyonu projesini anlatan, Sevlay Tüccar’ın yönettiği belgesel Sürdürmek Mümkün, TRT 1′de 10 Mayıs Cumartesi günü 17:55 ve 11 Mayıs Pazar günü 03:15’de gösteriliyor. Belgeselin görüntü yönetmenliğini Hayri Çölaşan yaptı. Sürdürmek Mümkün belgeselinin galası 18 – 19 Mart 2008 tarihlerinde Ankara Swissotel’de yapılan Sürdürülebilir Kalkınma Günleri kapsamında gerçekleştirilmişti.

    Mania Akbari Türkiye’de

    2000 yılında Abbas Kiarostami’nin alabildiğine özgün ve kışkırtıcı dijital filmi On (Ten) ile uluslararası alanda da tanınan İranlı oyuncu ve yönetmen Mania Akbari Uçan Süpürge’nin konuğu olarak Türkiye’ye geliyor.
    Akbari, üç sene önce yönetmenliğini yaptığı 20 Parmak’la Uçan Süpürge’ye konuk olmuş ve Türkiye’de büyük ilgi görmüş Mania Akbari bir kez daha Ankara’ya geliyor.
    Festivalin Onun İran’ı başlıklı bölümünün konuğu olarak Türkiye’ye gelecek olan Akbari 09 Mayıs’ta Kızılırmak Sineması’nda 10 ve 10+4’ün gösterimlerinin ardından seyircisiyle buluşacak.

    Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Oktay Kaynarca

    Hülya Avşar Stüdyosu, 09 Mayıs Cuma günü 19:30’da ünlü oyuncu Oktay Kaynarca’yı konuk ediyor. Hülya Avşar, “Dizi sektörünü neler bekliyor?”, “Türk halkı için televizyon ne kadar önemli?”, “Türk sinemasının doğruları ve yanlışları neler?” gibi sorular yöneltecek Oktay Kaynarca’ya.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hülya Avşar Stüdyosu’nun Konuğu Oktay Kaynarca yazısına devam et
  • Süpürge, Beyazperde’de Uçuyor

    Ali Hakan ve Alin Taşçıyan’ın sunduğu Beyazperde’de bu hafta Erden Kıral’ın Bereketli Topraklar Üzerinde filmi ele alınıyor. Fuaye Sohbet’te geçtiğimiz hafta vizyona giren İkiye Bölünen Kız, Özel Tim, Altın Şans ile Seksi & Çılgın filmleri üzerine yorumlar yapılıyor. 11. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ne dair öneriler ile Halime Güner ve Ruken Öztürk röportajları programda yer alıyor. Bu hafta vizyona giren Yasak Krallık, Karamel, Burada Olan Burada Kalır, Tehlikeli Oyun, 96 Saat, Şöhret, Kırmızı Balon’un Yolculuğu, Aleksandra ve Münferit’ten çarpıcı görüntüler ekrana geliyor. Yapımcılığını Merve Genç’in, yönetmenliğini Ediz Gülten’in yaptığı Beyazperde 10 Mayıs Cumartesi 18:15’te 24’te.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Süpürge, Beyazperde’de Uçuyor yazısına devam et
  • 16 Mayıs 2008 Haftası

    “Üç Haydut”, iyi ve kötü olarak kabul ettiklerimizin, pekâlâ, kötü ve iyi de olabileceklerini, aradaki koca gri alanda herkesin iyi ya da kötü şeyler yapabileceklerini, yetim küçük kızla üç soyguncu arasındaki şefkat aracılığıyla o denli büyüleyici bir stilde anlatıyor ki… Yerinizden kalkıp perdeye girerek, oldukça özgün bu çizgi filmin inanılmaz derecede çekici renkleri arasında kaybolmak istiyorsunuz.

    “Şantaj”, içinde seksin, paranın, ölümcül tehlikenin olduğu bir entrikada kazanan bile olsanız, sadece ama sadece “aşk için!” her şeyi feda edebileceğinizi, usta işi “yalnızlık görüntüleri” ile öykülüyor: Lütfen jenerikleri de izleyin ve temanın içine nüfuz etmiş müziği sonuna dek dinleyin.

    “O… Çocukları” adlı, ‘sinema duygusu olmayan’ fecaati izledikten sonra bir kez daha anlaşılıyor ki, sinema filmi çekmek kolaylıkla altından kalkılabilecek bir iş olmadığı gibi, herkes de sinema filmi çekmek zorunda değildir!

    “Hep Seni Aradım”, “ne denli anlamsız gibi gözükse de ayrılıklar, gerçek bir aşkla besleniyorsa eğer, er ya da geç son bulur ve aşk kazanır” temasını, sizi bir şekilde içine çekmeyi başararak işliyor: Kıvrımlı senaryonun hakkını veren oyuncu, görüntü ve müzik yönetimi kayda değer.

    “Beni Orada Arama”da, yirminci yüzyılda doğmuş büyük besteci ve şairlerin Tanrılaşmış olanlarından Bob Dylan, aynen onun dünyaya bakışı gibi ‘değişken’ biçimde, farklı dönemlerinde farklı oyuncular tarafından yorumlanmış: Bu seyri zor filme gitmeden ders çalışmanız ve onunla ilgili biraz okumanız, biraz da dinlemeniz gerek; hayranıysanız zaten çoktan görmüşsünüzdür.

    “Asla Pes Etme”, çeşitli dövüş tekniklerini katı bir disiplin içinde ve çalışma salonu dışında asla kullanmamak şartıyla birleştiren bir savunma sporunu problemli gençlerin öyküleri içinde kullanıyor; cazip oyuncuları ve zor dövüş sahneleri sayesinde hızla tüketiliyor: Otuz küsur yıldan sonra bile, “Bruce Lee’nin ünlü tekmesi” hala revaçta ve işi bitiriyor!

    TEK CÜMLE EKSTRA

    “O… Çocukları” Neden Fecaat ve Okura Yanıt:

    Neden sinemaya gidersiniz? Neden gişeye para vererek bilet alıp o filmin, o seans için seyir hakkını satın alırsınız? İnsan öyküleri görsel bir dille, görüntü sanatı ile insana dair her şey anlatıldığı için. Bilirsiniz ki, o sinema filmine emeği geçen herkes, o görsel dili en iyi şekilde kalıcı kılabilmek için aylar belki yıllarca çalışmışlardır. Ama eğer “iki arada bir derede”, üstelik de ‘dönem filmi’ çekilmişse sinema duygusunu yansıtmama tehlikesi doğar. Eğer siz 12 Eylül diktatörlüğü fonu ya da eleştirisi önünde, özgürlükleri töre, fahişelik ya da düşünce suçlusu olarak ellerinden alınmak istenen / alınan kadınları anlatmak islemişseniz, çarpıcı bir fikir bulmuş ama o denli de sorumluluk yüklenmişsiniz demektir. Bu filme baktığımızda gördüğümüz şu: Kimse hazırlığını iyi yapmamış. Senaryo bir kuru metinden ibaret. Oyunculuklar dengesiz; çocuk oyuncular dökülüyor. Döneme dair sanat yönetimi yok gibi. Müzik kendi başına hareket etmekte… Kim bunların sorumlusu? Orkestra şefi olan yönetmen!

    Üç tane işkenceci, beceriksiz polis ve İtalyan devletinin içindeki bir takım girişimcilerin düşünce suçlularına yönelik yardım çabaları ile dönemin ağırlığını, baskısını, tarih içindeki önemini veremezsiniz zaten; güdük kalır. Geriye ne kalıyor? Aslında tüm bir ülkenin içinde bulunduğu durumu örnekleyen bir ev ve evin gerçekçi patroniçesi ile ona emanet edilmiş çocuklar! Katı gerçekçi bir film değil ama kendi mantığı içinde inandırıcılık iddiası var (finale yakın havalimanı sahnesini yok sayıyoruz). Nasıl inanacağız, nasıl içine gireceğiz? Tamamen ama tamamen tiyatro sahnesinde de sergilense bir şey değişmeyecek metin ve oyunculuklarla mı? İtalya’dan gelmiş kız ile mahallenin bıçkın delikanlısı arasında oluşan cinsel çekim, bu filmde ne denli inandırıcılıktan uzaksa, sahneye girip çıkan fahişelerin traji-komiklikleri de olmamış işte! Yani, reklâmların komik / fırlama çocuğundan mahalle delikanlısı ve banka reklâmlarının sevimli kızından çalkantılı ruh hallerini yansıtması gereken, iki kültür arasındaki kız çıkmamış; Sarp Apak ve Özgü Namal kötü oynuyorlar (sondaki arya da tüy dikiyor)! Kendileri bile inanmamışlar ki rollerine. Ne kadar çalışmışlar, ne kadar hazırlanmışlar meçhul… Geriye kalıyor üç tiyatro oyunculuğu: Küfür ettikçe güldüren Demet Akbağ, rolüne hiç derinlik katamayan Altan Erkekli ve tamamen ‘ezber’ İpek Tuzcuoğlu. Dünyada en zor işlerden biri de yönetmenler için, çocuklar ve hayvanlarla çalışmaktır. Allah aşkına, akıllı çocuğa diyalog ezberletmek başka bir şeydir, onunla duygudaşlık kurarak filme inanmasını sağlamak başka şeydir. İkincisinde devreye çocuklar için gerekli çalıştırıcılar da girer; bu filmde böyle bir çalışmanın olmadığını ya da başarılı olamadığını görmek için eleştirmen olmaya gerek yok.

    Peki, onlar kötü, sıkıcı ve kıvrımsız da, senaryo yapısı nasıl? Örneğin her karakterin kendi öyküsünü sahne sırası geldikçe oturup anlatması sinema mı? O tür bir mahalleyi zengin tiplerle renklendirememek, evde –ne bileyim- bir mutfak sahnesi bile becerememek, oyuncuya aynı anda iki trafiği yaptıramamak yönetmenlik mi oluyor günümüz Türk Sineması’nda?

    Bu filmi çeken yönetmen “story board” diye bir çalışma yöntemini bilir de neden uygulamaz (“bu konuda çalıştım” derse durum daha da vahim)? Yani oyunculara yükleniyoruz da tüm mesele yönetmen değil mi, yinelersek? Senaryo bizim apolitik sinemamızda bir fırsat yakalamış olabilir. Ama bunu sinema filmi diye satıyorsa gereklerini yerine getirecek.

    “O… Çocukları”nın sanat yönetmenleri nerededir? Film 1980’lerde mi, günümüzde mi geçmektedir, belli değildir. Gözümüzün içinde Hürriyet Gazetesi’nin o günkü baskısını sokmak yetmez. Bu çalışma genel atmosferi tüm dokusuyla kurmaktan geçer. Biz dikkat etmeyiz zaten, benimseriz. Öykü akışından daha çok, örneğin objelere dikkat edilirse başarısızlık söz konusudur. O İtalya sahneleri neydi öyle? Opera ülkesinin sınav salonu öyle mi yansıtılır? Bu filmde ‘color correction’ çalışması yok mudur? Farklı ruh hallerine göre renk dokuları neden düzenlenmemiştir?

    Kıraç iyi bir müzisyen olabilir fakat bir filmde müziğin işlevselliği konusunda bilgilendirilmelidir. Müzik filmin üzerine çıkarsa, tehlike var demektir. Olur, olmaz yerlerdeki yüksek müziklerle etki arttırılmaz; etki, oyuncu ve sahnenin gücüyle artar, müzik tamamlar.

    “O… Çocukları”, bir döneme işaret etmeye çalışan doğru bir fikir ama fecaat bir sinemadır.

    Bir söz de filme “7+” yaş sınırı veren alt denetleme kurul üyelerine. “Kabadayı” yaş sınırsız geçmişti (hala çözemedik sırrını). Sizin açınızdan, bu da bir gelişmedir. Yani 7 yaşını doldurup, sekizden gün alan her çocuk, “i. ne”, “g. t”, “ s.k” gibi sözcükler geçen küfürleri rahatlıkla dinleyebilir.

    “Tek Cümle” köşesi, benim gibi işini haddinden fazla ciddiye alan ve her filmin olumlu yanlarını bulup çıkartan (bu özelliği meslektaşlarınca bazen eleştirilen) bir sinema yazarının, bir sevgili arkadaşının önermesiyle hayata geçirdiği, sinemaya gitmek için acilen film seçecek seyircinin genel bir fikir sağlaması amacıyla hazırlanmaktadır. Amaç, o filmin düşünce yapısını, ruhunu, varsa farklı özelliklerini, özlü bir-iki cümle ile anlatmaktır. Bu satırların yazarı, yaklaşık 25 yıldır kısa-orta-uzun binlerce eleştiri yazmıştır / yazmaya devam etmektedir. “Tek Cümle”, kısalara örnektir. Slogan atmaz, “O… Çocukları” ile ilgili cümlede de “sinema duygusu olmayan” yargısıyla fecaat demiştir. Sinema duygusu taşımayan film fecaattir bana göre.

    Edebiyat tarihini bildiğini varsaydığım Ahmet Bey (soyadını yazmamış), hangi alanda yazarsa yazsın herkesin başucu kitabı, Berna Moran’ın “Edebiyat Kuramları ve Eleştiri”yi okumuştur. Eleştiri yöntemlerinin çeşitliliği hakkında bir fikri vardır. Bazen tek bir cümle, gereksiz şişirilmiş bir yazıdan daha çok şey anlatabilir. Önemli olan, film-seyirci-eleştirmen arasında kurulan ilişkinin olabildiğince ‘saf bir alan’a çekilmesidir. Kötü olanları yaşam eler, elemiştir. Sanatçı filmini çekerek zaten eleştirilere açık hale gelmiştir; üzerine düşen, aldatıcı-yapay övgüler düzenleri , “kral çıplak!” diyenlerden daha sıkı sorgulamaktır. Düşünen, okuyan, yazan, duygularını canlı tutan okur ise, eleştirmenle yapıcı bir etkileşime girmelidir. Doğrudur; Ahmet Bey tatmin olmamıştır. Film gösterime girmeden yazdığına göre daha fazla bilgilenmek istemektedir. Fakat bunun yanı sıra bir tür “üstten bakış”la, 40 yıldır film izleyen beni, sanki başka hiç yazı yazmıyormuşum gibi sorgulamak hakkı yoktur. Kusura bakılmasın, bu o kadar basit değildir. Bu sayfayı ilk okuyan biri bile amacını anlayabilecekken ve zevk alanlar da varken, sanki okuru hafifsiyormuşum gibi vurgu yapmak iyi niyetle yazılmış bir eleştiri değildir. Zekâsına güvenenler tam da bu güven çerçevesi içinde okur ve alacağını alır Ahmet Bey. Daha fazla açıklama isteme hakkınıza saygım var ama başkaları adına genelleme yaparak bana ders vermeye kalkmanıza saygı göstermem. SİYAD vurgunuzu anlayamadım. Eğer SİYAD’ın 40. yıl kitabını inceleseydiniz, benim de imzamın olduğu yazılarla tarihe notlar düşüldüğünü görecektiniz. O konuda kuşkunuz olmasın, isteyen istediği yerden iz sürmektedir. Bir de şu bedel konusunda “olumsuz hatta kötü bir eleştirinin bedeli vardır, olmalıdır da” derken ne kastettiniz? Benim eleştiri yazılarım olumsuz (yani -şaka gibi ama- yıkıcı) hatta kötü ise bedeli öderim, okunmam, bırakırım. Ama hala yazıyorsam kusura bakmayın, asla “eyvallah etmem”; özellikle Türk Sineması söz konusu olduğunda, hiç ama hiç kimseyle ‘ahbap-çavuş’ ilişkim olmadığından ve beş para etmez filmleri şişirip, pohpohlayarak hatta yağcılık çekerek göklere çıkarıp iyilik ettiklerini sananlar ama aslında kötülük ettiklerini bilmeyenler gibi asla olmayacağıma garanti veririm. Bu konuda en az sizin kadar ciddiyim!

    (16 Mayıs 2008)

    Sayın Aydan Yıldırım’a Yanıt:

    Öncelikle teşekkürler. Adınız ve soyadınızla beni eleştirdiğiniz için…

    Lütfen yanlış anlamayın, sizi bilgilendirmek istiyorum: Ben “Tek Cümle“ köşesini 2000 yılından bu yana sürdürüyorum. Amacını anlattım; yinelemeyeceğim. “O… Çocukları” adlı filmi izledikten sonra, bu filmde “sinema duygusunun olmadığını” yazarak bir yorum yaptım. Bana biraz güveni olanlar itibar edebilirler. Eğer “sinema duygusu çok güçlü”, “harika bir film” olarak yazsaydım, yine de “sen beğenmişsin ama neden, açıkla “ diye bir yazı gelecek miydi? Kuşkuluyum.

    Gelenden hareket edersek, Ahmet Bey, “açınız bu cümleyi” diyor. Haklı. Tabii ki açabiliriz bu cümleyi. Fakat durumun hassas noktası şu ki, lütfen yazısını dikkatle okuyunuz, ‘hesap’ sormaya varan bir “üstten bakış”la bayağı ders veriyor; bedelden bahsediyor. Ben kendimi Ahmet Bey’den daha iyi tanıdığım ve gerçekten de bu işi sürdürmeye çalışırken, meslek mensupları olarak nasıl hassasiyet içinde sağlımızı bile (haklısınız, sinirlerimizi de) bozduğumuzu bildiğimden, bu haksızlığa bir tepki gösterdim. Hakaret etmem söz konusu bile olamaz. Üslubum sizi rahatsız ettiyse, şahsınızdan özür dilerim. Ancak takdir edin ki, internetin sonsuz boşluğunda çeşitli köşelerden, çeşitli rumuzlarla yazanlara karşı biz adımız-soyadımız-cismimiz-fotoğrafımızla kendimizi savunmak zorunda kalıyoruz. Bu sert üslup, biraz da karşıdakinin ‘görünmemesi’ ile ilgili. Filmle ilgili görüşlerime gelince, fikirlerimi tek başıma da kalsam savunurum (bu arada, filmle ilgili yazdığım yazıyı kısalttığımı belirtmem gerek).

    (22 Mayıs 2008)

    Sayın Ayşegül Uğur’a Yanıt:

    Anlaşılmak ne güzel… Teşekkür ederim.

    Saygılarımla.

    (05 Haziran 2008)

    Ali Ulvi Uyanık

    aliuyanik@superonline.com

    Chantier Films Filmleri

    Karamel (Caramel), Kesişen Yollar (Reservation Road), Kalpazanlar (Die Falscher – The Counterfeiters), Ana Kuzusu (Mama’s Boy), Cengiz Han (Mongol), Goya’nın Hayaletleri (Goya’s Ghost), Cassandra’nın Rüyası (Cassandra’s Dream), 30 Mayıs – 05 Haziran 2008 seansları için tıklayınız.

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu