Star Fabrikatörü: Osman Fahir Seden

1985 yılı. Üç yıl bitmişti. Çıkarken, 1402. maddeyle tiyatrodan atılan üçüncü postadaki yedi kişiden biri olduğumu, kaçak sayıldığım için askerlik şubesine teslim edileceğimi öğreniyorum. Hapishane, hemen ardından askerlik zor geliyordu. İ. Ü. E. F. Felsefe Bölümü’nde öğrenci olduğum için, tecil ettiririm diye düşündüm. Fakülteye gittim. Öğrenci kimliğimi aldım, sınav harçlarımı yatırdım. Askerlik belgem beklenirken, her gün karakola gidip görünüyordum. Caddede rastlayan tanışlar, kaçıyorlardı. Sınav günü, okuldan atıldığım söylenerek anfiye alınmadım. Çetin (Özek) abinin aracılığı, başka aracılar da sorunu çözemedi.

Kapana kıstırılmıştım. Hemşehrim olan bir gazeteci arkadaşım, hiç ummadığım yardımıyla beni rahatlattı. Üç ay aranmayacaktım. Tiyatromuzun 1402’lik yönetmeni Başar (Sabuncu) abi, sinema filmi çekeceğinden söz etti. Tiyatro, sinema çevresini tanıdığım için, filmin oyuncu cast’ını yapmamı önerdi. Bir dönem aynı tiyatro da olduğumuz Şener (Şen) abi oynacaktı. Uzman Film’in yapımcısı olduğu Çıplak Vatandaş filminde, cast çalışmaları yanısıra, Faruk’la (Turgut) birlikte, filmin asistanlığını yaptık. İlk asistanlığımdı. Filmin prodüksiyon işlerini yapan Fikret (Ertuğrul), “Film bitimi, seni biriyle tanıştıracağım” dedi. Kim olduğunu öğrenmek istedim, söylemedi. Film bitti. Fatma Girik İşhanı’nın, giriş katındaki ofise götürdü. Girişte bir odayla, odaya açılan bir odanın olduğu küçük bir ofisti. Odaya girdik. Masada Osman Fahir Seden oturuyordu. Üçüncü karşılaşmamızdı. İlk kez, Talihli Amele (1980) filminde karşılaşmıştık. İkincisi, yönettiği Islak Mendil (1982) filminin yemeğinde oldu. Filminde oynayan Yalçın’la (Avşar), Lalezar Gazinosu’na (Süzerlerin oteli olan yer) gitmiştik. Beni, hatırlayacak kadar tanımıyordu.

Osman F. Seden, oldukça sıcak karşıladı. TRT Televizyonu’nun, Bay Alkolü Takdimimdir’le (1981), ilk kez dışarıya film yaptırdığını, Çalıkuşu’nu dizi olarak çekeceğini söyledi. Dizinin oyuncu castını hazırlamamı istedi. Karşıt görüşte biri olarak bildiğim için, hapis yattığımı söyledim. Güldü. “Sabah işe başla” dedi.

22 Mart 1924’te İstanbul’da doğan Osman F. Seden, sinemacı bir aileden geliyordu. Türkiye’de ilk sinema salonlarından birini açan, ilk özel film yapımevini (Kemal Film) kuran, sinemacı Kemal Seden’in oğluydu. Muhsin hoca (Ertuğrul), Berlin’e giderek sinemayla tanışmış (1918), kendi adına Berlin’de bir film şirketi kurmuş (1919 -1920), Samson adlı filmi çekmiş. Başka film şirketlerinde yönetmenlik yapmış. İstanbul’a dönüp (1921) Darülbedayi’ye yönetmen olarak katılmış. Uzun yıllar hem sinema filmleri, hem de tiyatro oyunları yönetmişti. Muhsin hoca, Kemal Film’le çok çalışmıştı.

Osman F. Seden, Alman Lisesi sonrası İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, sinema dünyasına girmiş (1951). İlk senaryosu, Kani Kıpçak’ın yönettiği İstanbul Kan Ağlarken filmi olmuş. Lütfi Ö. Akad’la senaryo çalışmaları yapmış. Kanlarıyla Ödediler (1955/56) filmi, ilk yönetmenlik denemesi olmuş. Berduş (1957), Cilali İbo Yıldızlar Arasında (1959) filmlerini çekmiş. Düşman Yolları Kesti (1959) filmiyle, Türk sinemasının önemli yönetmenleri arasına girmiş. Film, Kurtuluş Savaşı konulu iyi filmlerin başını çekmiş. Atıf abinin, Allah Cezanı Versin Osman Bey (1961) adlı filmine, Erkeklik Öldü mü Atıf Bey (1962) filmiyle karşılık vermiş. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1966) romanını filme aktarmış. Genellikle duygusal filmler çekmesine rağmen, Feridun Karakaya’nın unutulmaz tiplemesi Cilali İbo serisi gibi, güldürü, polisiye, müzikal filmler de yönetmişti. Zeki Müren, Gülistan Güzey, Sezer Sezin, Turan Seyfioğlu, Eşref Kolçak, Muhterem Nur, Ayhan Işık, Belgin Doruk, Göksel Arsoy, Fikret Hakan, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Sadri Alışık, Ediz Hun, Öztürk Serengil, Ahmet Tarık Tekçe, Vahi Öz, Münir Özkul, Kenan Pars, Hayati Hamzaoğlu, Kadir Savun, Nubar Terziyan, Necdet Tosun, Zeynep Değimencioğlu (Ayşecik), adlarını saymadığım bir çok oyuncu, onun filmleriyle tanınmıştı. Star fabrikatörü gibiydi. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde, küçük rollerde yer almış. 1968’de Kemal Film’in deposu yanınca, birçok film kül olup gitmişti.

1973’te Kemal Film’i kapatıp, adının baş harflerinden oluşan OFS Prodüksiyon Şirketi’ni kurmuş. Gazi Kadın/Nene Hatun (1973), Batsın Bu Dünya (1975), Beş Milyoncuk Borç Verir misin (1975), Güler misin Ağlar mısın (1975), Nereye Bakıyor Bu Adamlar (1976), Dokunmayın Şabanıma (1979) filmlerini çekmişti. 1980’li yıllarda, türkülü şarkılı filmler modaydı. Modaya ayak uydurmuştu. Arabeskçilerin yükseliş döneminde, onun da imzası oldu. Hülya Avşar, Bulvar Gazetesi’nin düzenlediği güzellik yarışmasına katılıp birincilik alınca, Osman F. Seden, Haram (1983) ve Yabancı (1984) filmlerinde oynatmış.

Yedi bölüm olarak çekilecek Çalıkuşu dizisinin, dört oyuncusu belliydi. Aydan Şener, Kenan Kalav, Sadri Alışık, Mine Çayıroğlu… Konservatuvardaki eğitmenlerimizden Yıldız (Kenter) hanım, kendisine önerilen rolde oynamak için, Şükran (Güngör) abinin de oynamasını şart koşmuş. Osman abi, rolü Sadri Alışık’ın oynayacağını söyleyince, oynamaktan vazgeçmiş. Yerine önerdiğim, Tomris Oğuzalp’i tanıştırdım. “Tamam” dedi. Genç kızları, konservatuvar bitirmiş ya da devam edenlerden oluşturdum. Seray Gözler, Suzan Aksoy, Gülen Karaman, Tilbe Saral, Rozet Hubeş, Demet Akbağ, Jülide Kural, Zeynep (Zeyno) Gönenç, Simay Küçük, Ayşe Lebriz, Aslı İçözü, genç yaşta kaybettiğimiz Mübeccel Vardar oynadı. Beyazperdede izlediğim, Muadelet (Tibet), Belkıs (Dilligil), Suna (Selen), İlkay (Saran), Saime (Bekbay) ablaları, Reha (Yurdakul), Hayati (Hamzaoğlu), Ali (Şen), Baki (Tamer), Kâmuran (Yüce), Savaş (Başar), Turgut (Savaş) abilerle tanıştım. Eşref abi nezaketiyle, öneri sunmama bile açıktı. Sadri abi sete gelince, hava değişiyordu. Çalıkuşu’nun ondördüncü baskısını (1967) okumuştum. Kitap hâlâ bende. Yirmiikinci baskısı piyasadaydı. Son baskıyı okuduğumda, bendeki kitapta anlatılan bazı bölümlerin olmadığını gördüm. Vehbi karakteri yeni baskıda yoktu. Osman abi, bölümler arasında süre dengesizliği olduğu için, ek sahneler yazıyordu. Vehbi konusunu açtım, kitabı gösterdim. İkna oldu, Vehbi rolünü Yalçın (Avşar) oynadı. Önerisiyle, rollerden birini oynayacaktım. Cast işi tamamlandı, gitmemi istemedi. Asistanlık önerdi. Oğlu Kemal de asistanlardan biriydi.

Birbirimizi sevmiştik. Babamın dışın da ilk kez, ona Baba diyordum. Sinemaya adım atan her bireyin, onunla çalışmasının doğru olacağına inanıyordum. Kültürlü, hazır cevap biriydi. Sette çalışan herkes keyifliydi. Sanki hepimizin babasıydı. Telefon görüşmeleri yaptığı, bazen Baba’nın adına konuşmak zorunda kaldığım TRT yetkilileri, şimdiki özel televizyon kanallarının başında olanlardı. Çekimler için Tekirdağ’a, Mudurnu’ya gittik. Beğendiği plânlardaki oyunculara “Bok gibi, g.. gibi, on numara” derdi. Nerdeyse her oyuncu, “Plân bitip, Osman bey ‘b.. gibi, g.. gibi’ deyince, çok kötü olmuştum. Ama sonra bunun beğeni olduğunu öğrenince sevinmiştim” diyordu. Demedikleri bile, bu sözcüklere mazhar olduğunu dile getiriyordu. Çalıkuşu oldukça büyük ilgi gördü. Daha sonra Türki Cumhuriyetlerde, hâlâ televizyonlarda oynatılıyor.

Baba da bir sigara canavarıydı. Konuşma nidalarını taklit ederdik. Öğrencilik yılları anılarını, Bobstil modası dünyayı esir ettiği dönemi anlatırdı. Kemerli pardesüleri yatak altına buruşturup koymalarını, buruşuk pardesülerle moda yürüyüşü taklit etmelerini, İstiklal Caddesinde Muhsin hocaya yakalandığını anlatırdı. Baba’yla çalıştığım süre içinde, anlatmakla bitiremeyeceğim kadar yaşadıklarım, duyduklarım oldu. Yabancı filminin çekiminde yaşanan kaza nedeniyle, mahkemelik olmuş, duruşmalara gidip geliyordu. Filmde, Hülya Avşar’ın karnına yerleştirilen fünye, çekim sırasında patlatılmış. Canı yanan Hülya feryat ederken, Baba da “Kıza bak yahu, b.. gibi oynuyor” diye düşünüyormuş. Durum farkedilince, Hülya hastaneye kaldırılmış. Belki hâlâ o kaza izini taşıyordur. Fünyenin koruyucu kısmının zayıflığı ve barutun dozu kaçırılınca, tatsız kaza oluşmuş. Dünya sinemalarında, kalorisiz alevin kullanıldığı dönem. Filmlerde izlemişsinizdir. Yanan bir yerden, yanan adam ya da adamlar çıkar. İnsan teninde iz bırakmanın dışında zararı olmaz. Bu nedenle yanan dublör, giysisinin altından, koruyu bezle iyice sarılıp sarmalanır. Mahkeme dönüşü keyifliydi. Hakim’e “Şimdi burada kalorifer kazanı patlarsa, suç sizin mi?” demiş. Hakim “Ne münasebet” deyince, “İşte benim durumum da sizin ki gibi” demiş.
Video filmler çekilmeye başlanmıştı. Fikret (Ertuğrul) kendi adına, Tatlı Bülbül (1985) filmini çekecekti. Önemli yönetmenlerden, Mehmet Aslan yönetecekti. Mehmet abi, karakter oyuncusu olarak filmlerde oynuyordu. Destek adına, karşılıksız olarak bir rolü oynayacaktım. Faruk (Turgut) filmin asistanıydı. On gün kadar, Faruk’un yerine asistanlık yaptım. Pınar Video’dan teklif geldi. İkimiz de ilk kez video kameranın arkasında olacaktık. Fatma (Girik) abla, Serdar (Gökhan) abi, Kadir (Savun) abi oynayacaktı. Baba’yla benim de rolüm vardı filmde. Senaryosunu yazdığı Namusun Bedeli (1986) video filmi için, tutku haline getirdiği Mudurnu’ya gittik.

Senaryonun ilginç bir öyküsü vardı. Vedat (Türkali) abinin “Umutsuz Şafaklar” adıyla tasarladığı öykü, Lütfi Akad tarafından Erdoğan Tünaş’a anlatılmış, o da bunu senaryo haline getirip, Baba’ya vermiş. Baba da, Batsın Bu Dünya (1975 ) adıyla filmi çekmiş. Orhan Gencabay’la Müjde Ar oynamışlar. Çalınan senaryonun izine, yedi yıl rastlanmamış. Batsın Bu Dünya adıyla filme çekildiği anlaşılınca, mahkemelik olmuşlar. Vedat abi davayı kazanınca, senaryonun sonu değiştirilerek, Süreyya Duru tarafından Fatmagül’ün Suçu Ne (1986) adıyla çekildi. Aytaç’la Hülya Avşar oynadı. Çekilecek senaryoyu verirken, ikimizin oynayacağı rollerin karşılığına adlarımızı yazardı. Prensibal rollerin dışındakilere, onayını alarak karar verirdim. Bütün çalışmalarımız böyle sürüp gitti. Mudurnu, Baba’nın doğal platosu oldu. Hacer Ana (1986) Hacer Ana ve Oğulları (1986) adlı iki video filmini, Mudurnu’da çektik. Çektik diyorum, çünkü Baba sahne çektirir, bazen filmi birkaç günlüğüne bana bırakıp giderdi. Fatma (Girik) ablayla, Serdar (Gökhan) abi, Hayati (Hamzaoğlu) abi oynadı. Atlı sahneler de, Fatma ablayla Nilgün’ün (Saraylı) kostümlerini giyinip, dublörlük yaptım. Zafer (Davudoğlu) abinin yöneteceği, Feridun (Karakaya) abiyle Öztürk Serengil’in oynayacağı, Cilalı İbo/Beni Anneme Götür (1986) video filminin, oyuncu cast’ını hazırladım. Tanıdığım yönetmenler, yapımcılar cast için arayıp, oyuncu önerimi soruyorlardı. Okul-1 (1987), Okul-2 (1987) video filmlerini çektik.

Serdar (Gökhan) abi, Fikret (Hakan) abi, Erol (Günaydın) abi, Necla (Nazır), Selma (Sonat) oynadı. Baba, çalışma olmadığı aylarda, beni başka işe göndermek istemediği için, aylık alan ilk asistan olmuştum. Ömer abi, Nazilli’de çekeceği Anayurt Oteli (1987) için aradı. Baba, Ömer abiyi sevdiği için “Git” dedi. Nazilli’ye gittim. Ömer abi, asistanlık yaptığımı öğrenince, birlikte olmadığımıza hayıflandı. Baba’nın filmleri yüreğimi ısıtmıyordu. Anayurt Oteli’nin, çalıştığım filmlerden farklı bir tadı vardı. Dönüşte Okul’un stüdyo işlerini sürdürürken, kötü haber geldi. Anayurt Oteli’nin çekilmiş 22 kutusu, teknik nedenle çöpe gitmiş. Filmin üçte biri sayılırdı. Sinemayla ilişkim başlayınca ilk öğrendiğim, “İşin bitse de, film bitene kadar görünümünü değiştirmemek”. Bu nedenle sete tekrar gittiğimde, problem yaşanmadı.

Ömer abi, Gece Yolculuğu (1987) filminde asistan olmam için aradı. Baba’ya aktardım. Keyfi kaçtı. Nişantaşı karakolunun yakınındaki, sokak lambasının altında üç saat dil döktü. “Gelecek hesaplarımı senin üzerine yaptım. Gitme, gidersen dönmezsin.” dedi. “Ömer abi sık sık film yapmıyor, dönerim” dedim.

Gittim ama döndüm. Asker kaçağı durumum, iyice sıkıştırmaya başlanmıştı. Bir süre Aytaç’ın evinde kaldım. Yeniden Doğmak (1987) adlı, 4 bölümlük dizi’yi, Çalıkuşu dizisi gibi negatife (35 mm) çekecektik. Bulgaristan’daki Türk’lere yapılan baskıları anlatıyordu. Senaryoyu Sevinç Çokum yazmış ama teknik bilgiden yoksundu. Baştan sona çekim senaryosu olarak yazılması gerekiyordu. Baba naif biriydi. Sevinç hanımı incitmeden, söylemenin yollarını düşünüyordu. Randevu aldı, birlikte görüşmeye gittik. Yolda “Aman gözünü seveyim, kadının yanında Ecevitçe konuşma” diye, uyardı. Baba anlatıyor, Sevinç hanım nazikçe, garip bir ısrarla karşı çıkıyordu. Dayanamayıp söze girdim. Baba’nın yüzü allı morlu oldu. Net, anlaşılır cümlelerle, “Konulara dokunulmayacağını, bu düzeltimin şart olduğunu, filmin oluşumu için senaryonun böyle yazılması gerektiğini, birim sorumlularının görevlerini rahatlattığını, çekim iş günü programının senaryo üzerinde yapıldığını” söyledim. Aklı yattı. Baba’nın yüzü eski rengine döndü. Mine (Çayıroğlu), Aysel adlı ana karakteri oynayacaktı. Aydan’la (Şener), Serdar (Gökhan) abi de oynayacaktı. Baba’yla, yine oyuncu kadrosundaydık. Bulgar Subayı oynayacaktım. Aydan, bize iki aylık hamileyim demişti. Meğer, aylarını eksik söylemiş. Büyüyen karnı, çekim boyunca bizi hayli zorladı. Yeniden Doğmak dizisini çekerken, aynı kadroyla Utanç Yılları-1, Utanç Yılları-2 adlı, iki video filmini çektik. Bedelli Askerlik uygulaması başlayınca, Yeniden Doğmak dizisinin stüdyo işlemlerini bitirip, askere gittim. Manisa’daki kışlaya teslim olduğumun ertesi günü dizi, televizyonda gösterime başladı. Diziyi izleyen Bölük astsubayı, her karşılaşmamızda “Bulgar subayını niye oynadın, camiye tekmeyle nasıl girersin” diye fırça çekiyordu. “Oyuncuyum” dememi kabûllenemiyor, “Başkası oynasaydı” diye, anlamsız öneride bulunuyordu. Yeniden Doğmak dizisi, ikinci bölümden sonra kaldırıldı. Turgut Özal’ın pazarlığı sonucu, Bulgaristan’daki Aysel, Türkiye’ye geldi. İki yıl sonra, dizinin dört bölümü yayınlandı. Utanç Yılları video filmlerinde, Selma’nın (Sonat) adının unutulduğunu duydum. Üç ay sonra döndüğümde, piyasa durgundu. Zülfü Livaneli’nin, Sis (1988) filminde oynadım. Filmde oynayan Elia Kazan’la, Fikret’le (Kuşkan) tanıştım. Ayakta kalabilmek için tarzım olmasa da, İbrahim Tatlıses’in yönettiği, Aşıksın (1988), Kara Zindan (1988) adlı filmlerinde çalıştım. Kara Zindan filmi, Atıf abinin Utanç (1972) adlı, uluslararası ödüllü filminin birebir kopyasıydı. Çalıştığım için, Baba’nın Mudurnu’da çektiği filme katılamamıştım. Aşıksın filminde oynayan Hüseyin (Kutman) abinin, on gün sonra da Mudurnu’dan, Reha (Yurdakul) abinin (1988) ölüm haberini aldık. Baba, böylece Mudurnu’ya gitmeyi bıraktı. 1990 da, Star adlı ilk özel telezyon kanalı yayına başladı. Sinemanın en görkemli günlerine tanıklık eden Baba, yol ayrımındaydı. Yeşilçam, televizyonun karşısında eriyordu. Baba, kameraların sesini duymak istiyordu. Sonunda tercihini kullandı, zor olsa da televizyon dizileri çekecekti. Tunç Başaran’ın, Uzun İnce Bir Yol (1991) filminden döndüm.

Baba’yla Ahmet Hamdi Bey ve Ailesi (1991) dizisini, Aileden Sorumlu Bakanlık adına çekmek için, Merzifon’a gittik. İkimiz yine oyuncuyduk. Şebnem’i (Dönmez), figüran ajanslarından birinde buldum. İki kameramanla çalışıyorduk. Baba’nın çekeceği sahnelerde işi olmayan oyuncularla, sahnelerin çekimini yönetiyordum. Baba’ya, Kültür Bakanlığı tarafından “Devlet Sanatçısı” ünvanı verildi (1991).

Kemal Film adını tekrar hak kazanıp, şirket olarak kullanmaya başladı. 100’ün üzerinde senaryo yazıp, film yönetti. Pek çok ödül kazandı. Ömer abiyle çalışmaya devam ettim ama ilişkimiz sıklıkla sürdü. Çağın hastalığı ona da uzandı.

1 Eylül 1998… Kemal’le, Kemal Film’de buluştuk. Duvarda asılı fotoğrafı bize gülüyordu. Başparmağını iki parmağı arasına sokmuş, elini bize sallıyordu. “Alman’ların şans işareti” derdi. Para isteneceğini hissetince, önündeki deftere şans işaretini çizip, uzatırdı. Ertesi sabah, Kemal Film önünde toplandık. Fatma abla yanımızdaydı. Tanınan yüzlerle, kalabalık çoğaldı. Cenaze arabasının peşinden, AKM önüne kadar yürüdük. AKM’de düzenlenen tören sonrası, Teşvikiye Camii’ne gittik. Sinema oradaydı. Herşeyi, video kameraya kaydettim. Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar, arabada birlikte gittik. Baba’yla anılarımı paylaşmakla bitiremem. Onu tanımak, onunla çalışmak onurunu yaşamam şans. Doğan Hızlan ne güzel söylemiş. “Melodram, eleştirmenlerin lânetli kelimesidir. Aynı yaşamımızın bazı bölümleri gibi. Belki de Osman Bey’i onun için çok sevdik ve onun için çok eleştirdik.”

(02 Temmuz 2009)

Arslan Kacar

Aşk, Tutku ve Sinema: Wong Kar-Wai

Hong Konglu usta Wong Kar-Wai, filmleriyle modern aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onun filmlerinde aşk imkansız bir yolculuk. Çünkü, aşık olanlar imkansız aşkın peşine düşerken yakınlarında dolaşan aşkın farkına bile varamıyorlar.

Wong Kar-Wai, 17 Temmuz 1956 yılında Çin’in Şanghay şehrinde doğdu. Senarist olarak sinemaya giren Kar-Wai, ilk filmi “Wang jiao ka men/As Tears Go By-Gözyaşları Aktıkça”yı 1988’de çekti. “As Tears Go By”, ünlü rock grubu Rolling Stones’un bir şarkısının adı. Bu şarkıyı 1965 yılında Marianne Faithfull da söylemişti. Kar-Wai’nin bu filmi, Martin Scorsese’nin 1973 yapımı “Mean Streets-Arka Sokaklar”ının da ruhuyla buluşuyor. Sinemaseverler bu önemli yönetmeni 1996 yılındaki 15. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde tanıdılar. Festivalde, 1994 yapımı “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi” ve 1995 yapımı “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler” filmleri gösterilen Kar-Wai’nin daha sonraki yıllarda filmleri sinemalara gelmeye başladı. Önce 1997 yapımı “Chun guang zha xi/Happy Together-Mutlu Beraberlik”, ardından da 2000 yapımı “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” sinemaseverlerle buluştu. 2004 yapımı üç yönetmenli antolojik, yani güldeste film “Eros”ta “The Hand-El” bölümünü yönetti. Onun 2004 yapımı “2046” filmi, 2005’te 24. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde gösterildi. Amerika’da çektiği 2007 yapımı “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”, sinemaseverlerle sinemalarda buluşabildi. Cannes Film Festivali’nin 60. yıl şerefine ünlü yönetmenlerin çektiği “Chacun son Cinéma-Herkesin Kendi Sineması”na “I Travelled 9000 km to Give it to You” (Sana Hediyeni Vermek İçin 9000 km Seyahat Ettim) kısa filmiyle katkıda bulundu. Bu kısa filmde kırmızı koltukları olan sinema salonunda genç adam, yanında genç bir kadın hayal ediyordu salona kırmızı ışıklar düşerken. Kar-Wai bu kısa filminde kadın, şeftali ve cinsellik arasında tarif edilemez derin bir metafor kurmuştu. 2008 Filmekimi’nde “redux”lanmış 1994 yapımı “Dung che sai duk/Ashes of Time-Zamanın Külleri” de gösterilmişti. Kar-Wai, günümüzde aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Kar-Wai’nin bazı filmlerinde aşk duyguları, cinselliğin ötesine de geçerek tam bir tutkuya ya da bir ruhaniliğe bürünerek yansıyor perdeye. Bir de onun filmlerinde insanların iletişimsizliğiyle modern insanın yalnızlığı ve kederleri var. Elbette tüm Kar-Wai filmlerinde mekânlar çok önemli. Hem görsel, hem de karakterlerinin iç dünyasının dışavurumu açısından. Öncelikle otel odaları ve trenler… Otellerin etkisi, herhalde babasının otelci olmasından geliyordur. Bir oğlu olan Kar-Wai, filmlerinin senaryolarını da kendi yazıyor ve çoğunlukla da kameraman Christopher Doyle’la çalışıyor. Bu güneş gözlüklü ve 1960’lara tutkulu yönetmenin filmlerinin içerisinde dolaşarak hem aşka, hem de bir ustaya saygı sunmak istedik. Yazıda Çince film adlarını Hong Kong’da konuşulan Çincenin Mandarince lehçesinde yazıyoruz. Hong Kong’da Kantonca da konuşulduğunu belirtelim. Hâlâ kısa filmler çekmeyi sürdüren Kar-Wai, ilk deneyimi “Gözyaşları Aktıkça”dan bu yana yaptığı her film neredeyse altın değerinde. Amerika’nın ciddi gazetelerinden New York Times onun için “zamanın ustası” diyor.

Aşk melekleri uçup giderken…

Kar-Wai’nin 1994 yılında yönettiği “Chongqing senlin/Chungking Express-Chungking Ekspresi”, Fransız “Yeni Dalga”sına, özellikle de Jean-Luc Godard sinemasına adanmış bir film gibiydi. Bu filmin en heyecan verici yönüyse, kamera kullanımlarıyla kurgusuydu. Filmde, birbirinden bağımsız iki hikâye anlatılıyordu. Bu filmin bir özelliği de, hikâyeler ayrı olsa da mekânlar aynıydı. İlk hikâyede Kar-Wai, “koşut kurgu” tekniğini daha yoğun kullanıyordu. Yönetmen, ikinci bölümde büfedeki kız Faye’i canlandıran müzisyen-oyuncu Faye Wong’un bestelerini de kullanmış. Faye Wong’un bu filmde “Dream Person” ve “Bluebeard”ü de duyuluyordu. Bir de ikinci bölümde, cazın divalarından Dinah Washington’ın “What a Difference a Day Makes” adlı muhteşem standart caz şarkısı da büyü saçıyordu. Birinci bölümde Hintli göçmenlerin göründüğü sahnelerde de Hintçe şarkılar vardı fonda. Belki de “Chungking Ekspresi”nin ne olduğunu biraz olsun anlamlandırmalı. Hong Kong’da, Chungking Konakları diye adlandırılan bölgede ucuz daireler, pansiyonlar, küçük işyerleri, gece kulüpleri, suç yuvaları gibi karanlık mekânları olan bir yer var. Bu bölgeye daha çok geliri düşük ve Hong Kong’a göçmen olarak gelmiş Hintli, Bangledeşli, Pakistanlı, Ortadoğulu ve yoksul birçok insanın ilk uğradığı yer. Bu bölgedeki konaklar, aslında tümüyle de karanlık değil. Hong Kong’a gittiğinizde az parayla konaklanabilecek yerler burası. Kültür merkezleri bile var. Kar-Wai’nin “Chungking Ekspresi” filminin hikâyeleri, bu bölgedeki gerçek mekânlarda geçiyordu işte.

Birinci bölüm: Film, Chungking Ekspresi ya da Konakları denilen binaların teraslarının üzerinde açılıyor. Kara bulutlar ve dumanlar gökyüzünü kaplıyor. Ardından sakin sokakların görüntüleri yansıyor. Ama, bu sakinlik hemen dağılıyor ve kendi doğal hareketliliğine dönüyordu bu sokaklar. Sarı peruklu, pardesülü ve güneş gözlüklü kadını birilerinden kaçarken yakalıyordu Kar-Wai’nin hareketli kamerası. Genç sivil polis 223’de bu olayın içine düşüveriyordu birden. Kar-Wai, hem çekim estetiği olarak hem de kurgu yönünden heyecan verici anlar yaratıyordu bu giriş sahnesinde. Sarsıntılı hafif el kamerası kalabalığın içinde tam bir kaotik anlar yaşatıyordu. Gerçeküstücü tattaki bu görüntüler, bulanık ve gölgeliydi. Fonda da Frankie Chan’in kederli ve coşkulu “Fornication in Space” müziği duyuluyordu. Gizemli Uzakdoğulu uyuşturcu satıcısı sarı peruklu kadın (Brigitte Lin), Hintlilere Hong Kong dışına uyuşturucu taşıttırıyordu. Ama, son işinde her şey ters yüz oluyor ve intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordu sarı peruklu kadın. Öbür taraftaysa sivil polis He Zhiwu, yani 223 (Takeshi Kaneshiro) yeni ayrıldığı sevgilisi May’in geride bıraktığı aşk acısını yaşıyordu. Sarı peruklu kadınla o kaçıp kovalamacada birden göz göze gelen 223, belki de hayatının kadınıyla karşılaşıyordu. Adını bilmediği bu sarı peruklu kadın, 0.01 cm uzağındaydı. Belki de bu bir Kar-Wai’nin ironisidir. Biri polis, diğeriyse suç dünyasına bulaşmış bir “femme fatale”, yani “öldüren kadın…” İkisinin aşkları mümkün müydü? Ama, Kar-Wai onlara, aslında 223’e bir şans veriyordu. Hatta 223’e ikinci bir şansı da yaratıyordu yönetmen. Kalbi kırık 223, 1 Nisan 1994’te sevgilisinden ayrılmış. Son kullanım tarihi 1 Mayıs 1994 olan ananas konservelerini her gün marketten satın alıyor. May, bir ay içinde kendisine dönmezse bir gecede oturup otuz konserveyi birden yiyecek. Üstelik, 1 Mayıs 223’ün doğum günü de. 24’ünden 25’ine girecek 223… “Geceyarısı Ekpresi” (Midnight Express) büfesini çalıştıran yaşlı büfeci (Chen Jinquan), 223’ün kırık kalbine yeni “May”ler sokmaya çalışıyor, ama nafile. Gözyaşları dökmemek için hep koşan 223, “Konserveler gibi hatıraların da son kullanma tarihi var mı” diyor kendi kendine. O sıralarda büfeye güzeller güzeli yeni garson kız Faye geliyor. 223, belki de ona aşık olabilirdi, ama ne yazık ki bir başka polis, devriye 663 giriyor hikâyeye. Kara film tarzındaki birinci bölüm biterken, ikinci bölümdeki başka bir kalp kırıklığı yansımaya başlıyor beyazperdeye.

İkinci bölüm: Bu bölümde üniformalı devriye polisiyle garson kız Faye var. Onun da kod adı 663. O da hostes sevgilisinden (Valerie Chow) ayrılmış ve elbette onun da kalbi kırık. “Geceyarısı Ekpresi” adlı büfeye her gün uğruyor. Büfede çalışan Faye’in (Faye Wong), 663’e (Tony Leung) sırılsıklam tutulduğunu anlıyorsunuz. Hostes sevgili 663’e mektup yazıp büfeye bırakıyor. Bir zaman sonra 663’le konuşabilen ve ondan adresini öğrenen Faye, polisin dairesine gizlice giriyor, dairesini temizliyor, onu tanımaya çalışıyor. Kar-Wai, kadınların aşkta erkeklerden daha cesaretli olduğunu hissettiriyordu bu filminde. Faye, 1960’ların ünlü müzik grubu The Mamas and The Papas’ın ünlü şarkısı “California Dreamin”i yüksek sesle dinlemeyi de seviyor. Çünkü en büyük rüyası Kaliforniya’ya gitmek Faye’in. Faye, Godard’ın 1960 yapımı “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” filminden düşmüş bir Jean Seberg gibiydi sanki. Kısacık saçlı Faye, hep güneş gözlüğü takıyor ve çoğunlukla da açık renk elbiseler giyiniyordu. Sonunda 663, dairesini temizleyenin kim olduğunu fark ediyordu. Faye, kendisini Kaliforniya Lokantası’nda bekleyen 663’e bir mektup bırakıyor ve o da ortadan kayboluyordu. Mektubu yağmurlu gecede çöp kutusuna atan 663, mektubu okumak isteyince ıslanmış mektubun içindekileri sökemiyordu. Bir yıl sonra hayat herkes için değişiyor. Faye, uzaklardan hostes giysileri içerisinde geliyor. 663 de “Geceyarısı Ekspresi” büfesini devralmış. Bu bölümde, ilk bölüm kadar olmasa da estetik anlar perdeyi kuşatıyordu. “Chungking Ekspresi”nin kameramanları da Christopher Doyle ve Lau Wai-Lau keung’du. Filmdeki ilginç yönler de vardı. 223’ün dairesinde köpeği vardı. 663’ünse oyuncak köpeği. Ama, ikisinin de kırık kalplerinin yanında akvaryumları dairelerini süslüyordu. Kar-Wai, bu bölümde ilk bölüme göre daha parlak ışıklar kullanmış. Bölümün sonuna doğru renkler hafifçe koyulaşmaya başlıyor ve yağmurlar da yağmaya başlıyordu. Bir yıl sonra, kendini terk eden hostes sevgilisiyle karşılaşan 663, hiç etkilenmiyordu bu karşılaşmadan. Kar-Wai, “Chungking Ekspresi”ni üç bölüm olarak düşünmüştü, ama “Düşkün Melekleri” ayrı bir film olarak çekmişti.

Melekler düşünce…

Kar-Wai’nin sinema dili olarak en çarpıcı filmlerinden biri de 1995 yapımı siyah-beyaz ve renkli “Doh lok tin si/Fallen Angels-Düşkün Melekler”di. Filmin en önemli özelliği birkaç hikâyeyi “çapraz kurgu”yla yansıtmasıydı. Filmde öne çıkan baba-oğulun hikâyesiyle küçük evinde tek başına yaşayan bir genç kızın hikâyesi öne çıkıyor bu filmde. Erkeklerden hep uzak durmuş genç kızın kendi kendini tatmin ettiği sahne belki de sinema tarihinde özel bir yere sahip. Bu filmde bir katil, bir aşk ve bir de sinema var. “Chungking Ekspresi”ndeki sivil polis Zhiwu 223 de vardı “Düşkün Melekler” filminde. 223’e yine Takeshi Kaneshiro hayat veriyordu. Hikâyenin bir yerinde genç kızla Zhiwu’nun yolları kesişiyordu. Zhiwu, canlı ve dışadönük bir insan. Genç kızsa melankolik. Yönetmen, Zhiwu’nun iç dünyası gibi daha hareketli kullanmış kamerasını bu filminde. “Düşkün Melekler” filmindeki hikâyeler de, Chungking Konakları’nda ve çevresinde geçiyordu. Kar-Wai, çok özel kamera devinimleri ve kurgu tekniği kullanarak gerçek anlamda sinemaya zenginlik katıyordu “Düşkün Melekler”le… “Chungking Ekspresi”yle “Düşkün Melekler” filmlerindeki bazı anlara deneysel bile denilebilir. Filmin bazı karakterleri içe kapanık ve kolayca dışarısıyla iletişim kuramıyorlar. Hep iç sesleriyle konuşarak sanki sadece seyirciyle iletişim kurabiliyorlardı. Elektronik müzik yapan Massive Attack’ın “Karma Coma” müzikleri de fonda duyuluyordu bu filmde. Belki de filmin ruhuyla da uyuşan bir müzikti bu. Elbette ünlü Amerikalı kadın besteci-şarkıcı Laurie Anderson’ın “Speak My Language” ve İngiliz kadın şarkıcı-oyuncu Marianne Faithfull’un “Go Away from My World” şarkıları da duyuluyordu fonda. Elbette filmin özgün müziklerini besteleyen Frankie Chan ve Roel A. Garcia’nın tınılarını da unutmamalı. Bu filmin atmosferi karanlık ve kara filmin içerisinde dolaşıyormuş duygusunu yaşatıyor insana. Dış mekânlardaki gece atmosferleri sinemaya bir armağan gibiydi. Işık düzenlemeleri ve kurgu dili de öyle. Yönetmenin bazı estetik denemeleri hâlâ büyüleyici. Sabit duran bir kameradan yansıyan hızlı görüntüler insanı gerçekten etkiliyordu: Görüntünün içinden hızla akıp giden insanlar, arabalar ve trenler gerçeküstücü büyüyle perdeye yansıyordu. Sinemaseverler, hem “Chungking Ekspresi”ndeki hem de “Düşkün Melekler”deki bu kameraya aşık olabilirler belki.

Aşkın tam zamanı…

1960’lı yıllar, Hong Kong… Bir apartman… Bir aile… ve aşk dörtgeni… “Hua yang nian hua/In the Mood for Love-Aşk Zamanı” filminde bunlar vardı. 1962 yılı. Chow Mo-Wan ve Su Li-Zhen aynı apartmanda karşı dairelerde oturuyorlar. Chow, bir gazeteci. Su’ysa bir sekreter. Bu iki evli insan birbirlerine aşık olurken, eşleri de birbirlerine aşık olmuşlar. Chow, Su’yla aşk yaşarken karısından intikam mı alıyordu? Aşk duygusunu derin bir bakışla perdeye yansıtan Kar-Wai, dingin anlatımıyla insanların aşkı yaşamasını istiyordu. Filmin müzikleri de alabildiğine insanın duygularını sıcaklaştırıyordu bu filmde. İnsan bu filmi gördükten sonra sevgilisine belki bir daha aşık oluyordur. Filmde Nat King Cole’ün performansıyla “Quizás, Quizás, Quizás” şarkısını da duyuyorsunuz fonda. Elbette bu filmde Nat King Cole’ün söylediği “Aquellos Ojos Verdes” şarkısı da vardı. “Aşk Zamanı”nda, yemekle aşkın derin bağlarını bir defa daha keşfettiriyordu Kar-Wai. Yönetmen, 2000 yapımı “Aşk Zamanı”ndan hemen önce aynı adla bir siyah-beyaz kısa film de çekmişti.

Güldeste içinde…

Kar-Wai’nin, Michelangelo Antonioni ve Steven Soderbergh’le beraber aşkı anlattığı 2004 yapımı “Eros” antolojisi de (güldestesi de) var. Kar-Wai, kendi bölümü “The Hand-El”de yine aşkın o derin okyanusuna daldı. Kar-Wai, duyguları ve aşkı en iyi anlatan yönetmenlerden biri. Onu, sadece bu yönleriyle değil, sinematografik yönleriyle de tanımalı. Bu antolojideki (güldestedeki) en dokunaklı bölümdü belki de. Aşk ve tutku, insanın içini burkuyordu “El”de. Terzi çırağı Xiao Zhang, pahalı fahişe Hua’ya sürekli yeni elbiseler getirir durur. İhtişamlı hayatı ve tüketimi olan Hua, hiçbir kadına dokunamamış genç Zhang’a dokunarak farkında olmadan onu kendine bağlıyor. Zhang, belki de hiç ulaşamayacağı Hua’ya vücudunun tüm hücreleriyle tutulur. İç ve dar mekânlarda kısır döngüsel akıp giden bu bölüm doğal süreçleri de gösteriyor. Çünkü Hua’nın zengin müşterileri onu tek tek terk ederler ve düşüşü de hızlı olur. Hua, şehri ardında bırakıp gider, sonra yine gelir. Ama, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Düşkün bir otel odasında az parası olan erkekleri mutlu etmeye çalışır. Trajik sonu da uzak değildir Hua’nın. Kar Wai’nin antolojideki bu bölümünde doğrudan erotizm yoktu. Sadece her şey zihinseldi. Kar Wai, erotizmi göstermiyor, ama seslerini uzaktan duyuruyordu. Bir de yağmur sesleri var dışarıdan duyulan. Özel bir anda, Zhang, Hua’nın elbisesiyle sanki sevişiyordu. Bu bölüm fetişizm ötesinde bir tutkuyu ve ulaşamamayı duyuruyordu. Hua, öldürücü ve bulaşıcı bir hastalığa da yakalandığı için Zhang, Hua’yla birlikte olup onun yaşadığı acıya ortak olmak istiyor. Kar Wai, senaryoyu kendi yazmış. Elbette kameramanı Christopher Doyle’du. Kar-Wai bu kısa filminde Alman müzisyen Peer Raben’in tınılarını kullanmıştı fonda. Peer Raben, Alman sinemasının genç yaşta ölmüş ustalarından Rainer Werner Fassbinder’in filmlerine müzikler de yazdı. Peer Raben, 1960’lı yıllarda Almanya’da “anti tiyatro” içinde de yer almıştı.

Zamanın şu külleri…

Kar-Wai ustanın, milliyetçi yazar Louis Cha’nın romanından uyarladığı 1994 yapımı “Dong xie xi du/Ashes of Time-Zamanın Külleri” filmini “redux” olarak yeniden sinemaseverlerle buluşturdu. “Redux”, bir tür restorasyon, yenileme demek. İlk gösterimde kurgudan çıkarılmış sahneleri ekleme, filmi tamir etme, renklerini düzeltme, süresini uzatma ya da kısaltma ve buna benzer birçok şey. “Redux”ın birebir anlamıysa “geri dönme” demek. Kar-Wai, filminin renklerini düzeltmiş ve bu renk tonları insana bir ressamın fırça darbelerinden çıkmış duygusunu yaşatıyordu perdede. Renkler, koyu tonda ve bazı anlarda sebya tadı da veriyordu. Bu filmdeki çöl sarısı filmin ruhuyla da örtüşmüştü. Sarı, tutkunun ve ihanetin rengi anlamına da geliyor sanatta.

“Zamanın Külleri”, bencil bir savaşçının hikâyesini anlatıyordu. Savaşçı Ouyang Feng (Leslie Cheung), büyülü şaraptan içince belleğinden birçok şey silinip gider. Ouyang Feng, kadınların kalbini fethetmiş ve onları hep kırmış bir insan bir de. Büyülü şarap belleğini sildikten sonra kendi çölünde yaşıyor Ouyang Feng. Hayatını da savaşarak kazanıyor. Sorunları olanlar ona geliyor, parasını aldıktan sonra o da kötülere karşı kiralık katil gibi savaşıyor. Aslında bir haydut o. Aşk ve kadınlar avucunun içinden kayıp gitmiş, kadınların değerini bilememiş. Murong Yin’i (Brigitte Lin) unutamıyor ama. Murong Yin, erkek kılığına bürünüp Murong Yang adıyla Ouyang Feng’in peşine düşüyor, sonra da ona terk edilmenin acısını yaşatıyordu. Aslında Ouyang Feng, hep hırslarına ve açgözlülüğüne yenilmiş bir insan. Büyülü şaraptan içip belleği boşalınca da hırsları ve açgözlülüğü onu terk etmiyor. Kar-Wai ustanın bu kılıçlı dövüş filmindeki kelimeler de derin anlamlı. Hikâyede her şey mevsimler üzerinden gelişiyor. Ouyang Feng, Çin takvimindeki mevsim yorumlarıyla hayatı anlamlandırmaya çalışıyor hep. Sanki bu takvimle kaderini okuyor Ouyang Feng. Çölünde tek başına oturmuş yeni bir iş bekleyen Ouyang Feng’in yanına bir genç kız geliyor. Haydutlar, kız kardeşine tecavüz edip öldürmüşler. Genç kızın Ouyang Feng’e, eşeğinden ve bir sepet yumurtasından başka verecek bir şeyi yok. Bir sepet yumurta ve eşek için ölümü göze alabilir miydi açgözlü Ouyang Feng? Elbette almazdı. Kızdan faydalanmaya çalışsa da genç kız hemen ona direniyor. O sırada gözleri yavaş yavaş görme yeteneğini kaybeden kılıçlı bir genç (Tony Leung) geliyor Ouyang Feng’in yanına. İş istiyor. Kılıçlı genç silahşör köyündeki şeftali çiçeklerini hiç unutamamış. Ouyang Feng’in aklında genç silâhşörün söylediği o şeftali çiçekleri kalıyor. Bu çiçekleri görmek için, kılıçlı genç silâhşörün köyüne gidiyor, ama orada şeftali çiçeklerini bulamıyor Ouyan Feng. Çünkü, kılıçlı kör silahşörün şeftali çiçeği güzel bir kadın.

Kar-Wai, “Zamanın Külleri”nde gerçekten estetik açıdan büyüleyici bir film yaratmış, simgesel ve şiirsel. Renkler gerçekten insanı bir büyünün içinde bırakıyor. Filmin estetiği ve anlatımı da gerçeküstücülükten besleniyor. Suların gölge gibi yansıması, gölgelerin devingenliği gerçkeküstücülüğe görsel açıdan destek oluyor filmde. “Strobe”laştırılmış yavaş çekimler de çarpıcıydı. Frankie Chan ve Roel A. García’nın fonda duyulan müzikleri de insanın ruhunun içinde dolaşıyordu sanki. Uzakdoğu sinemalarında görsellikle beraber oyunculuklar da mükemmel oluyor. Bir de bu filme “distopik” deniliyor. Aslında “distopya”, günümüz bakışıyla ve ahlâki yorumlanışıyla “kötü gelecek” demek. Yani “ütopya”nın tam tersi. Eğer “distopik” bazı filmleri hatırlarsanız belki de bu terimin derinliğine ulaşabilirsiniz. Stanley Kubrick’in 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey-2001: Bir Uzay Macerası” ve 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal”, Jean-Luc Godard’ın 1965 yapımı “Alphaville-Alfa Kenti”, François Truffaut’nun 1966 yapımı “Fahrenheit 451-Değişen Dünyanın İnsanları”, John Boorman’ın 1974 yapımı “Zardoz-Taş Tanrı Zardoz”, Ridley Scott’ın 1982 yapımı “Blade Runner-Bıçak Sırtı”, Michael Radford’un 1984 yapımı “Nineteen Eighty-Four-1984”, Terry Gilliam’ın 1995 yapımı “Twelve Monkeys-12 Maymun”, David Cronenberg’ün 1996 yapımı “Crash-Çarpışma”, Wachowski kardeşlerin 2000’lerdeki üçlemesi “The Matrix-Matrix” bilimkurgu filmlerinde “distopya” daha gözle görülüyor. “Distopya”, elbette sadece bilimkurgu filmlerinde değil, karamsarlığı mekânlarına ve karakterlerine yüklemiş birçok filmde var. Steven Soderbergh’in 1991 yapımı “Kafka”, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro’nun 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri”, David Lynch’in 1986 yapımı “Blue Velvet-Mavi Kadife” hemen akla geliyor. “Distopya”da, baskıcı sistemler bir karabasan gibidir ve gelecek betimlemesiyse kapkaranlıktır.

2046 neydi?…

Ustanın 2004 yılında yönettiği “2046” filminin hikayesi 1960’larda geçiyordu, ama bilimkurgu tarafları da vardı. Siyah-beyaz ve renkli bu film Kar-Wai’nin aynı zamanda ilk sinemaskop yapıtıydı da. Chow Mo-Wan, bir gazeteci-yazar. Chow (Tony Leung), bilimkurgu tefrika ediyor. Bu filmde aşıklar ve bir otel var. Otelin adı da Oriental Hotel’di. Hikâyede, Chow’un kaleminden düşen bilimkurgu bölümünde de bir tren vardı. Bu filmde Kar-Wai’nin insanları ulaşılamaz olana aşıktı. Çin sinemasının dört güzel kadını da perdeden yansıyordu: Gong Li, Faye Wong, Ziyi Zhang ve Maggie Cheung… İnsanın zihnini karıştıran şu soru vardı hep: 2046 yıl mıydı, yoksa bir otel odasının numarası mıydı? İkisi de olabilirdi. Chow, Hong Kong’daki otelde 2046 numaralı odada kalıyordu. Chow, Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) sırılsıklam aşık olur. Güzel Bai Ling de (Ziyi Zhang) Chow’a. Su Li-zhen’in genç hali (Gong Li) bir kumarbazdı. Su Li-zhen, Chow için öyle ulaşılmaz bir kadın ki, hemen yakınlarında dolaşan güzel Bai Ling’in aşkının farkına bile varamıyordu. Bu film sanki “Aşk Zamanı”nın ruhundan çıkmış gibiydi. Filmde, hızlı trende geçen bilimkurgu bölümünde de aşk vardı. Faye Wong da bilimkurgu bölümünde bir “android” güzeldi. Kar-Wai’nin bu filminde de “distopik” taraflar vardı. Renkleri, ışık düzenlemeleri, kamera açıları ve devinimleri de estetik açıdan perdeden büyü saçıyordu. Elbette fonda duyulan müzikler de. Shigeru Umebayashi’nin tema müziği “2046 Main Theme” başta olmak üzere filmde duyulan şarkılar da etkileyiciydi. Dean Martin’in söylediği “Sway” şarkısıyla Zbigniew Preisner’in tınıları da bu filmde duyuluyordu. Preisner’in tınıları Krzysztof Kieslowski’nin “Dekalog” serisinden 1990 yapmı “Krótki Film o Zabijaniu-Öldürme Üzerine Küçük Bir Film”indendeki “Decision”dandı. Belki de bu filmde Faye Wong’un şarkı söylememesi bir sürprizdi. Kar-Wai, Faye Wong’un sesini “Chunking Ekspresi”nde bol bol kullanımıştı. İnsanın zihnini karıştıran, şiirsel ve büyülü bu film iki defa seyredilince ruhunun içinde anlamlar yaratılabiliyordur belki de. Kar-Wai, bu filminde Godard’ın 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret” filmindeki Georges Delerue’nün “Julien et Barbara” tınılarını da kullandı. Filmde Maria Callas, Angela Gheorghiu ve Connie Francis’in de sesleri duyuluyordu. Norveçli besteci-piyanist Rolf Lovland ve İrlandalı kemancı Fionnuala Sherry tarafından 1994’te kurulmuş Secret Garden’ın “Adagio” bestesini de bu filminde kullanmıştı Kar-Wai. Secret Garden grubu “new age” ve “neo-klâsik” tarzda müzikler yapıyor. Elbette Nat King Cole de “The Christmas Song” şarkısıyla dahil edilmişti bu filme.

Yabanmersinili aşk…

Kar-Wai, 2007 yılında sinemaskop çektiği ve “Yabanmersini Gecelerim” anlamına gelen “My Blueberry Nights-Benim Aşk Pastam”la aşkı Amerika’ya taşıdı. Filmde Amerikalı şarkıcı Norah Jones, Jude Law ve Natalie Portman vardı. Norah Jones’un hayat verdiği Elizabeth, yola çıkmış ve Amerika’da aşkın derinliğini arıyordu. Yoksa aşk, geceleri kafeteryada çalışan Jeremy’nin yakınlarında mıydı? Jeremy (Jude Law), bir gece ansızın çıkagelen Elizabeth’e aşkın sabrıyla aşık oluyordu. Aniden gelip aniden kaybolan Elizabeth’in yeniden ortaya çıkacağını umud ediyordu. Bir yol filmi de olan “Benim Aşk Pastam”da Elizabeth bir dolu insanla karşılaşıyor film boyunca. Yakınlık duyduğu kumarbaz Leslie’nin (Natalie Portman) peşine takılıyordu Elizabeth. Yalnızlıkları keşfeden Elizabeth, kendisini sabırla bekleyen Jeremy’nin yanına dönüyor ve ona yaban mersini pastası yapıyor. Aşkın ve bağlılığın pastası sanki bu. Filmin kameramanıysa Tahran doğumlu Darius Khondji’ydi. Sinemaseverler Khondji’yi, Jean-Pierre Jeunet-Marc Caro ikilisinin filmleriyle tanıdılar. 1991 yapımı “Delicatessen-Şarküteri” ve “La Cité des Enfants Perdus-Kayıp Çocuklar Şehri” en bilinenleri. Filmin fonunda Ry Cooder’ın parçaları daha çok duyuluyordu. Genç caz şarkıcısı Norah Jones bu filmde “The Story” şarkısını söylüyordu. Bu filmde sinemanın unutulmaz bir anı da vardı: Dudaklarının kenarında yabanmersinili pastadan küçük bir parça kalan uyuyakalmış Elizabeth’in dudaklarına doğru eğilen Jeremy, Elizabeth’i öperken sinemanın aşkı kutsayan anını yaşatıyordu. Aşkın ruhaniliğine inananlar için iyi birer sığınak Wong Kar-Wai’nin filmleri…

İlk filmi…

Kar-Wai’nin ilk filmi “Gözyaşları Aktıkça”, ruhuyla ve her şeyiyle 1995 yapımı “Düşkün Melekler”le buluşuyordu. “Düşkün Melekler”, her ne kadar 1994 yapımı “Chungking Ekspresi”ni takip etse de. “Gözyaşları Aktıkça”, büyük bölümü gece atmosferinde geçen hem kara film, hem de şiirsel gerçekçi tatta olan şiddet yüklü bir filmdi. “Düşkün Melekler”deyse neredeyse filmin tümü gece atmosferinde geçiyordu ve yine kara filmle şiirsel gerçekçi tatlarda bir filmdi. Katiller ve çeteler, bu iki filmde de perdede dehşet saçıyorlardı. Bazı sahnelerde bu şiddet anlarına bakmak gerçekten zorlu bir maceraydı. “Gözyaşları Aktıkça”, “Chungking Ekspresi” ve “Düşkün Melekler” filmlerinin en önemli ortak noktalarıysa estetik tarzlarıydı. Bu estetik yansıyışlar birbirlerini gerçekten tamamlıyordu. Ama, neredeyse “Gözyaşları Aktıkça” ve “Düşkün Melekler”, hikâyeleri ve kurgu dilleriyle birbirlerinin kıyılarında dolaşıyorlardı sanki. “Strobe”laşmış yavaş çekimler, bir acı çığlığa dönüşen müzikler, fonda duyulan şarkılar, karanlık sokaklar, şiddet yoğunluğu, koşut kurguyla yansıyan hikâyeler ve birçok şey. “Gözyaşları Aktıkça”da Wah (Andy Lau), geceleri yaşayan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığı zamanlarda “tahsilât” yapıyor. İki kardeşi var. “Sinek” (Jacky Cheung) lâkaplı kardeşini bu işlerden uzak tutmaya çabalasa da başaramıyor Wah. Teyzesinden telefon alan Wah, bir kuzininin olduğunu da öğreniyor. Birkaç günlüğüne dairesine güzel Ngor (eşsiz Maggie Cheung) geliyor. Bütün bunlar olurken sevgilisi Mabel, kürtaj yaptırıyor Wah’ın. Artık “aşk acısı” lâfı onu incitiyor. Çeteler, “baba” denilen bir mafyacının etrafında toplanmışlar. Wah, Tony ve çetesiyle zaman zaman çatışmak zorunda da kalıyor. Bazen kendisi, bazen de Tony kazanıyor bu kavgaları. En sonki kavgaları da çok vahşi geçiyordu. Mabel’in kürtaj yaptığı bebeğin kendisinden olmadığını bir yağmurlu günde Mabel’den öğrenen Wah, adadaki lokantada garsonluk yapan güzel kuzinine koşuyordu aşk için. Finali melodramatik ve trajik olan bu film, bir ustanın gelişini haberliyordu yıllar önce. “Düşkün Melekler” filmi de aynı ölçüde vahşi şiddet yüklüydü. “Katil” Wong Chi-Ming (Leon Lai), acımasız ve işini temiz yapan bir tetikçi. Öldürecek insan olmadığında “tahsilât” işine bakıyor. “Katil”le Wah, sanki aynı ruhu taşıyor. “Katil”e iş bulan güzel “Ajan” (Michelle Reis), “Katil”e ilgi duysa da nedense uzak duruyor ve salaş sığınağında kendini oyalayıp duruyor. Evet, bir de 223 var… Bu 223 He Zhiwu (Takeshi Kaneshiro), “Chunking Ekspresi”ndeki gibi polis değil, burada geceleri ne iş bulsa yapan dilsiz ve mutlu biri sadece. 223, hapisten kalma numarası onun. Renkli ve siyah-beyaz bu film gece atmosferinde geçiyordu. “Katil”le 223 geceleri çalışıyor çünkü. 223’ün babası da Geceyarısı Ekspresi Lokantası’nı işletiyor “Düşkün Melekler”de. Bir de başka mutlu insan, güzeller güzeli “Sarışın” (Karen Mok) var. 223’le “Ajan”ın da yolları bir yerlerde kesişiyordu. “Düşkün Melekler”deki bu üç anti-kahraman da iç sesleriyle kendilerini, insanları, hayatı anlatıp duruyorlardı seyirciye. 223, belki de sinemada görebilieceğiniz en “mutlu” insandır belki de. Kar-Wai usta, insana dair birçok şeyi çok iyi anlatıyor filmlerinde. Onun filmlerinin izini her daim sürmeli.

Zorlu bir yolculuk…

Kar-Wai’nin bu ikinci filmi, 1990 yapımı “A Fei Zheng Chuan/Days of Being Wild-Vahşi Olan Günler”, zor yapıtlarından biri. Her şeyden önce sinematografik diliyle. Seyirci, hiçbir anda zaman geçişlerini anlayamıyor. Zamanın geçip gittiğini bir zaman sonra anlıyorsunuz. Büyük bölümü iç mekân ve gece atmosferinde geçen bu film, annesini arayan Filipinli bir serseri Yuddy’nin (Leslie Cheung) tuhaf hikâyesini anlatıyor. Onu Hong Kong’a yerleşmiş ve burada fahişelik yapan teyzesi Rebecca büyütmüş. Nisan 1960… Yuddy, büfede çalışan güzel Su Li-zhen’e (Maggie Cheung) ilgi duyuyor. Aslında o hiçbir kadına ilgi duymuyor. Onları kolayca etkilenmekten hoşlanıyor. Biraz zorlu olan Su’yu “saat oyunu”yla etkileyen Yuddy, evlilikten söz eden Su’ya arkasını dönüveriyor hemen. Sonra hayatına güzel dansçı Leung (Carina Lau) giriyor. Leung’un ailesi yoksul ve kazandığı paranın birazını onlara göndermek zorunda. Kendisine saygı göstermeyen Yuddy’yi terk edemiyor Leung. Su da unutamıyor Yuddy’yi. Karakterler hikâyeye dahil oldukça hikâye de karışmaya başlıyor ve her şey bir kaosa dönüşüyor filmde. Yönetmen, alabildiğine dingin bir sinema dili kullanmasına rağmen gerçekten bu film zorlu bir yolculuktu. Gece mesaisi yapan polis Zeb de hem hikâyeye hem de Su’nun dünyasına giriyor. Yuddy’nin kadim dostu Tide da (Andy Lau), Yuddy’nin son kadını Leung’a sırılsıklam aşık oluveriyor. Ama, bu aşktan hiç umut yok elbette. Annesinin Filipinler’de olduğunu öğrenen Yuddy, oraya gidiyor ama annesine ulaşamıyor. Otele yerleşiyor ve polis Zeb de yanına geliyor. Ardından şiddet çoğalmaya başlıyor filmde. Kendini karaya inemeyen kuş gibi hisseden Yuddy çatıdaki lokantada şiddetin içine düşüyor yanında Zeb de varken. Bu sekans gerçekten özel ve çok çarpıcı. Caz ve Hint müzikleri karışımı bir müzik duyulurken, “steadicam” kamera eski bir binaya girer, merdivenlerden çıkar ve lokanta bölümüne gelir. Sonra Yuddy ve Zeb, trene binerler. Şiddet peşlerini bırakmaz. Bir kısa filme dönüşen final anıyla da film birdenbire bitiverir. Zeb’le Su yeni bir aşka doğru mu yol alacaklardır? Kim bilebilir ki? Bu filmde, sonraki filmlerine ilham olacak anlar ve zamanlar da var. Öncelikle gecenin içindeki yağmurlar altındaki Hong Kong, “Aşk Zamanı”nı hatırlatıyordu. Yuddy’nin Filipinler’de kaldığı otel odasının numarası da 204’tü. Bu 2046′yı hatırlatıyor sanki. “2046” filminde de 2046 numaralı odada kalıyordu başkarekter. “Vahşi Olan Günler”de de trenler var. Bu üç filmin konusu da 1960’lı yıllarda Hong Kong’da geçiyordu. Fonda da caz tınılarını çağrıştıran müzikler kullanmış yönetmen. Bu müzik, saksofon ağırlıklı, genelde 1960’lı yılların suç-polisiye filmlerini çağrıştırıyor. Öncelikle, Godard’ın “A Bout de Souffle-Serseri Aşıklar” (1960) filminde duyulan müzikleri hatırlayın. Christopher Doyle’un görüntüleri de sinema adına etkileyiciydi, öncelikle gece çekimlerinde. Elbette “steadicam” kamera da çarpıcıydı.

(03 Ekim 2009)

Ali Erden

[email protected]

Denemeci Bir Usta: Atıf Yılmaz

Ala Geyik gibi boyun büküp sallarsın
Kement atıp yollarımı bağlarsın
Bana derler niçin yüzün gülmez ağlarsın
Mevlam gül dememiş nasıl güleyim

Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Yılmaz Güney’in oynadığı Ala Geyik (1959), izlediğim ilk film olmuştu. 1969’da ikinci kez Süreyya Duru çekmiş, Cüneyt Arkın oynamıştı. Yönetmen, kameraman, senarist adlarını afiş ya da jenerikte öğrenirdik. Oyuncular, karakter oyuncuları, kavgacılar, figüranlar tanış yüzler olmuştu. Adları sesli anons edilmeyen karakter oyuncularıyla kavgacıları, birkaç filmde izleyip jenerikte aynı adları görünce, tanımaya başladık. Sinema, soframıza oturmuştu. İletişim kaynağı TRT Radyosu, günümüzün çok uzağındaydı. Magazinleşmemişti. Gazeteler, Ses Mecmuası bilgi kaynağımızdı. Yeşilçam’ı tanımaya çalışıyordum.

Atıf Yılmaz Batıbeki (9 Aralık 1926) Mersin’de doğmuş, liseyi orada bitirmiş. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken, resim yapmaya ilgisi nedeniyle, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Resim Bölümü’ne geçiş yaparak, eğitimini tamamlamış. Öğrencilik döneminde ve sonrasında Nuri İyem Atölyesi’nde resim çalışmaları yapmış. 1947’de Tavanarası Ressamlar Topluluğu’na katılmış. Beş Sanat Dergisi’nde, sinemayla ilgili yazıları yayınlanmış. Ressam, film eleştirmeni, senaryo yazarı olarak bir süre çalıştıktan sonra, Allah Kerim (1950) filmiyle, Semih Evin’in asistanı olarak sinemaya geçmiş. Kanlı Feryat (1951) filmiyle yönetmenliğe başlamış. Oyuncu Nurhan Nur’la (Elazığ doğumlu) evlenmiş (1952), tek çocuğu Kezban (1956) doğmuş. Ethem İzzet Benice’nin Beş Hasta Var (1956), Aka Gündüz’ün Bir Şoförün Gizli Defteri (1958) romanlarını film yapmış. Remzi Jöntürk, Bir Şoförün Gizli Defteri (1967) filmini, ikinci kez çekmişti. Filmdeki Çiler adından etkilenmiş, Çiloş başlıklı şiirler yazmıştım. Asistanlığını yapan Yılmaz Güney, Bu Vatanın Çocukları (1959), Ala Geyik (1959), Karacaoğlan’ın Kara Sevdası (1959), Dolandırıcılar Şahı (1960) filmlerinde çalışmış. Orhan Günşiray’la, Yerli Film Şirketi’ni (1960) kurmuş. Şoför Nebahat (1960), Ayşecik Şeytan Çekici (1960), Allah Cezanı Versin Osman Bey (1961), Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun yazdığı, Suat Yalaz’ın resimlediği Kaan adlı dergiden, Cengiz Han’ın Hazineleri (1962) bölümünü film yapmış. Karaoğlan filmlerinin ilki sayılır. Gülriz Sururi / Engin Cezzar Tiyatrosu’nda oynayan Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nı (1964), filme dönüştürmüş. Senaryo yazarı Ayşe Şasa’yla evlenmiş. Güneş Film’i kurmuş (1966). Ah Güzel İstanbul (1966) filminden sonra Yılmaz Güney’li, Balatlı Arif (1967), Kozanoğlu (1967) Zeyno (1970) filmlerini çekmiş. Ölüm Tarlası (1968) unutulmaz filmlerindendi. Yılmaz Güney, Halit Refiğ, Zeki Ökten, Şerif Gören, Ali Özgentürk gibi ünlü yönetmenlerin yetişmesinde katkısı olmuştu. Vedat Türkali’nin kızı, Deniz Türkali’yle (1974) evlenmiş. Türkan Şoray’ın aracılığı sonrası, üç aylığına askere gitmiş (1974). Yılmaz Güney’in yarım bırakmak zorunda kaldığı Zavallılar (1975) filmini çekmiş. Sinemamızın, 1950’den sonraki her dönemine imza atmış, birçok meslek örgütlerinin kuruculuğunu yapmıştı. Filmlerinde ticari kaygılara rastlansa da, anlatım kolaylığı üslûp’u dikkat çekmişti. Kendi deyimiyle “sinemayı önemli bir sanat saymamakla” birlikte, filmlerinde daima belli bir kalite tutturmuş, Yeşilçam’da özel bir yere, öneme sahip olmuştu. Her dönemin moda ve ticari akımları paralelinde filmler yapmış, filmlerinde sıradanlaştırmadan tutturduğu kaliteyle de örnek olmuştu. Sinema anlayışında, ticari kaygıları gözlemlemek mümkündür. Türk sinemasının gişe yapan filmlerinde, hep onun imzası oldu. Bu anlamda bir tarz olarakta, Türk sinema tarihinde özel bir yere, öneme sahipti. Önemli kadın oyuncularla yaptığı filmlerle, kadın’ı öğrenen yönetmen olarak, sinema tarihinde yerini aldı.

1977’de, bu büyük usta’yla tanışma şansını yakalamıştım. Sıcak, samimi tavrı, dil kurmamızı kolaylaştırıyordu. Elazığ’lı olduğumu öğrenince, Palu İçesi’nde Cemo (1972) filmini çekerken, postahanede çalışan amcasının çocuklarıyla tanıştığını anlattı. Türkan Şoray, bu filmde attan düşüp, hastanelik olmuştu. Atıf abi, sigara cellâtı gibiydi. Hoş benim de, aşağı kalır yanım yoktu. 1978’de kurduğu Yeşilçam Filmcilik adına, ünlü Kırgız yazarı Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylum Al Yazmalım öyküsünü film yaptı. Kibar Feyzo (1978), Minik Serçe (1978) filmlerini çekti.

O zamanlar, her evde telefon yoktu. Yakın komşunda yoksa, bulunman zorlaşıyordu. İlyas (Salman), eşimin çalıştığı yere gidip adres bırakmış. Ertesi gün, Sıraselviler Caddesindeki adrese gittim. Atıf abi, Ömer Kavur ve Yavuz Özkan’la birlikte Adaf Film’i (1980) kurmuşlar. Talihli Amele filmini çekecekti. Leyla (Özalp) asistanıydı. Atıf abinin asistanları genelde, bayan olurdu. Yapımcı olarak, Ömer Kavur’la görüştüm. Bu görüşme, tanışmamızın adımı oldu. Alacağım para, kış için odun almamı karşılayacaktı. Filmde Osman F. Seden de oynadı. Uzman Film adına çektiği, Dolap Beygiri (1982) filminde çalıştım. Uzman Film’in sahipleri (Kadir-Ferit Turgut) hemşerilerimdi. Filmdeki işim bittiği günün gecesi alındım. Dağınık Yatak (1974), Bir Yudum Sevgi (1984) filmini çektiğini gazetede okudum.

Üç yıl sonra İstiklal Caddesinde karşılaştık. Ziyaretime gelmek istediği, soyad zorunluluğunu anlattı. Yaklaşımı içimi ısıttı. Ortağı Ömer abinin, Körebe (1985) filminde çalışmama aracı oldu. Osman F. Seden’in TRT Televizyonu’na çektiği Çalıkuşu dizisinin, laboratuar işlemlerini Sineray Stüdyoları’nda yapıyorduk. Adı Vasfiye (1985) filmi için aynı stüdyoyu kullanan Atıf abiyle, karşılaşmalarımız sıklaştı. Birbirimizi yakından tanımak, konuşmak fırsatımız oldu. Cengiz Ergun’la, Odak Film Şirketi’ni kurdu. Aaahh Belinda (1986), Kadının Adı Yok (1987), Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filmini çekti.

Gece Yolculuğu (1987) filmi sonrası, Ahududu Sokaktaki Alfa Film’le ilişkim sürdü. Ofisin girişindeki, odada Atıf abi, salona açılan odada Ömer abi oturuyor, salondaki iki masayı Sadık’la paylaşıyorduk. Kültür Bakanlığı ilk kez filmlere maddi katkı verecekti. Bakanlık adına yönetmenliğini yaptığım İçimizden Biri Yunus’la, Gönüller Sultanı Mevlana (1989) filmlerinin yapımcısı Atıf abiydi. Rutkay (Aziz) abinin, İçimizden Biri Yunus filminde işi bitince, Atıf abinin çekeceği Ölü Bir Deniz (1989) filmine başladı. Filmin cast konusuna yardımcı olup, konuk oyuncu olarak katıldım. Çektiğim filmlerin stüdyo işlemlerini Fono Film’de yapıyordum. Atıf abi, Ölü Bir Deniz filminin iş kopyasını izlemek için geldi. Yanında Türkan hanımla (Şoray), bir bayan vardı. Beni de çağırdı. Dört kişi, izlemeye başladık. Alfa Film, Halep İş Hanı’na taşınınca, Atıf abi de Beyoğlu’nda bir ofise taşındı. Ortaklık ilişkileri sürüyordu. Kendi adlarına da filmler yapıyorlardı.

Atıf abi, Bekle Dedim Gölgeye (1990) filmini çekti. Esma Ocak’ın romanından uyarladığı Berdel (1990) filmiyle, Valencia Film Festivali’nde (1991) En İyi Film ödülü aldı. İstanbul Film Festivali’nden (1991) Onur Ödülü aldı. Hayallerim, Aşkım ve Ben adlı, anı kitabı basıldı (1991). Meral Oğuz’la Lale Mansur’un oynadıkları Düş Gezginleri (1992) filmi, uluslararası bir “Eşcinsel Film Şenliği”ne katılan ilk Türk filmi oldu.

1993 yılı, Ömer abi aradı. Dışarda buluştuk. Yanındaki Sibel adlı bayanı, “Bugün evlendik” diyerek tanıştırdı. Hümeyra’dan sonra ikinci evliliğini yapmıştı. ATV kurulmuş (9 Eylül 1993), yapımlara karar verici kurulunun arasında, Cüneyt Türel, Ali Taygun, Barış Pirhasan vardı. Projelerin seçimlerinde söz sahibi görünüyorlardı. Fantastik Öyküler başlığında, birbirinden bağımsız 13 bölümden oluşan, projenin hazırlıklarına başladık. On bölümü önemli yönetmenler, üç bölümü genç yönetmenler çekecekti. Garip Bir Aşk adlı ilk bölümü, Sevgi (Saygı) çekince kanal huysuzlandı. Senaryosu Ümit Ünal’ın olan Lüküs Hayalet Avcıları adlı, ikinci bölümü Atıf abi çekti. Lale Mansur, Münir Özkul, Bülent Kayabaş, Aydemir Akbaş oynuyordu. ATV bölümün parasını ödediği halde, yayınlamadı.

Sibel, Yeşim Ustaoğlu’nun İz (1993) filminde asistanlık yapmaya başladı. Ömer abi, çağın canavarına yakalandı. Sibel’in hastanede kalması gerekince, görevini devraldım. Ömer abi hastaneden çıkınca, Akrebin Yolculuğu filminin hazırlıklarına başladık. Film için, üç kör şarkıcıyı oynayacak müzisyen arkadaşlar buldum.

Maddi nedenlerle, film üç yıl ertelenmek durumunda kaldı. Üç yıl, yılbaşı ve bayramlarda, üç kör arkadaşı aradım. On yönetmen biraraya gelip Sinema Vakfı kurdular. Beşer öyküden oluşan, iki sinema filmi çekilecekti. Aşk Üzerine Söylenmemiş Herşey (1995) filminde öyküleri, Ömer Kavur, Zeki Ökten, İrfan Tözüm, Yusuf Kurçenli, Erden Kıral çekecekti. Filmin prodüksiyonunu Alfa Film yönetecekti. Yer Çekimli Aşklar (1995) filmi öykülerini, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Orhan Oğuz, Ali Özgentürk, Barış Pirhasan çekecekti. Filmin prodüksiyonunu Yeşilçam Film yönetecekti. Gerektiğinde ayrım yapılmaksızın, yardımlaşılacaktı.

Ömer abiyle, Memduh abiye yardımcı oldum. Memduh abinin çekeceği öyküsünde, Özcan’ın (Deniz) oynamasına aracı oldum. Atıf abiyle, Orhan’ın çektiği öykünün stüdyo işlemlerini yürüttüm.

Akrebin Yolculuğu (1996) filminin hazırlıklarına başladık. İstiklal Caddeside rastladığım cüceyi filmde oynatacaktık. İrfan (Tözüm) çekeceği Mum Kokulu Kadınlar (1996) filminde, kız oyuncu bulmakta zorlandığını, yardımcı olmamı istedi. Bildiğim genç kızları aradım. Koşarak gelenler, soyunma konusunu öğrenince reddediyorlardı. Aklıma, Gizli Yüz (1990) filminde oynattığımız Fikret’in (Kuşkan), arkadaşı Hande geldi. Birkaç deneme sonrası ulaştım. Hande, senaryoyu okudu. Problem çıkmayınca rolü oynadı. O yıl Antalya’da ödül aldı. Atıf abi 33. Antalya Film Şenliği’nde (1996) Yaşam Boyu Onur Ödülü, SİYAD-Sinema Yazarları Derneği’nden (2001) Onur Ödülü aldı. Kırsal kesimde yaşayan insanların hayatlarından, siyasal içerikli filmlere kadar farklı, çarpıcı bir filmografi oluşturan Atıf abi, Türk sinemasının en çok tanınan yönetmeni olma ünvanını, her zaman korudu. Ülkemizde, uluslaraarası festivallerde ilgi gören Berdel filminde, Doğu bölgelerinde yakın zamana kadar görülen, iki tarafın karşılıklı olarak kızlarını değiş-tokuş yoluyla evlendirdikleri gelenekleri, sert bir sinema diliyle eleştirdi. İmza attığı birçok filmde, gelenek olgusunu irdeledi. Daha sonraki yıllarda, gelenek-kadın eksenli filmlere de yöneldi. Kuma (1974) filminde konu edindiği, ikinci evlilik olgusunu özgün ve çarpıcı bir anlatımla seyircisine yansıtmayı bildi. Toplumsal içerikli filmlerinde komediyi, eleştiride başarılı bir yöntem olarak kullandı. Başlık parası, beşik kertmesi, kız kaçırma, kan davası gibi konuları ustalıkla tartıştı. Adak (1979) filminde, adağını yerine getirmek için, çocuğunu kurban eden bir babanın hikâyesini anlattı. Ülkemiz de yaşanmış, gerçek bir olaydan yola çıkarak çekiği filmde, kesin inanışlar üzerine eleştirilerde bulundu. Resmi ideoloji savunuculuğu olarak da yorumlanabilecek bazı yapımlarının yanında, sol ve Marksist fraksiyonlara da göz kırptı. Bunun örneklerinden birisi olan Eylül Fırtınası (1999) filminde, çok açık bir biçimde sol dünya görüşünü, toplumsal sorunların çözümü için örnek bir alternatif olarak gösterdi. Aynı tavrı, son filmi olan Eğreti Gelin’de de (2004) sürdürdü. Sosyal içerikli filmlerde gösterdiği başarıyı, siyasal içerikli filmlerinde gösteremedi.

56 yıllık meslek yaşamında, Yeşilçam’ın en fazla üreten, Türkiye’nin en önemli yönetmenlerindendi. 119 filme imzasını attı. 51 filmin senaryosunu yazdı, 27 filmin yapımcılığını üstlendi. Devleti soyanlar elini kolunu sallayıp gezerken, unutulan bir vergi borcunun katlanarak trilyonu bulması sonucu, Atıf abi zor günler geçiriyordu. Belki de, bu borçlar nedeniyle girdiği sıkıntı, çağın hastalığı pençesine düşmesine etken oldu. Rutkay abiyle Alman Hastanesi’ne ziyarete gittik. Deniz yanındaydı. Atıf abi, her zamanki gibi jantiydi. Gözlerinde, sanki ondan saklananları bildiğini gördüm. İkinci gidişimizde, Deniz, Umur (Bugay) abi yanındaydı. Bir gece, yakın arkadaşım Musa arayıp “Bak sana kimi vereceğim” dedi. Telefondaki ses Atıf abiydi. Musa’nın Elazığ’lı olduğunu öğrenince, beni sormuş. Aramışlar. Karaköy tarafında, lokantada olduklarını söyledi. Kalkıp gitmediğime pişman oldum. On gün sonra, 5 Mayıs 2006 akşamı bizi bırakıp gittiğini öğrendim. Ömer abi gibi, Atıf abi de beni bıraktı. Film şirketi, geride kalan vergi borcunu karşılayamadı. Deniz’le, ressam kızı Kezban (Arca), mahkemeye başvurarak, mirası red için dava açmak zorunda kaldılar. Arasıra karşılıklı sigaralarımızı tüttürüyoruz. Anlatırken, araya ilginç tonlu gülüşünü ekliyor. Karşılıklı gülüyoruz.

(02 Temmuz 2009)

Arslan Kacar

Cinedergi 15 Yayında

Fırat Sayıcı, Banu Bozdemir ve Serdar Akbıyık’ın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi Cinedergi 15 yine dopdolu bir içerikle karşınızda. Bu sayıda iki önemli röportaj Ruhi Sarı ve Görkem Yeltan’la yapıldı. Oyuncu Daniel Radcliffe ve Emma Watson portre bölümünde.
Altın Koza sonrası bir değerlendirme… Zamanın Ruhu, Sindrella ve Mesela Dedik… Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD’ler, albümler, kitaplar…
Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında. www.cinedergi.com, her ayın 25’inde bir sonraki ayın içeriğiyle bir tık ötenizde!

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 15 Yayında yazısına devam et
  • Tüm Şirketler

    Tüm Şirketler,
    19 – 25 Haziran 2009 Haftalık (Weekly),
    02 Ocak – 25 Haziran 2009 Yıllık (Annual), Eski Yıllar Yıllık (Ex Years Releases Annual), Hafta Hafta (Week by Week) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi‘nin gösterilmesi rica olunur.

    Ömercik: Hiç Çocukluğumu Yaşamadım

    Türk sinemasının altın çağını yaşadığı dönemde ünlü çocuk yıldızlarımız vardı. Gönüllerde taht kurmuş bu küçük yıldızlar, hafızalardaki yerlerini korusalar da ilerleyen yıllarda farklı alanlardaki konumlarıyla gündeme gelebildiler. Bunlardan biri de oynadığı 54 filmle Ömercik’ti. 1974’den bu yana sinemadan kopan yıldız oyuncu, www.sinematurk.com’un sorularını yanıtladı. Üyelerine 15 gün önceden Ömercik’le röportaj yapılacağını duyuran www.sinematurk.com, bu doğrultuda üyelerden gelen soruları Ömercik’e yöneltti.

  • Basın Bülteni
  • Röportaj için tıklayınız.
  • Seni O Kadar Çok Sevdim ki

    Philippe Claudel’in yönettiği ve Kristin Scott Thomas, Elsa Zylberstein, Serge Hazanavicius, Laurent Grevill ile Frederic Pierrot’in oynadığı Seni O Kadar Çok Sevdim ki (Il y a Longtemps Que Je t’aime – I’ve Loved You For So Long), 03 Temmuz 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Juliette ile kendisini reddeden ailesinin arasında 15 yıl boyunca hiçbir bağlantı olmamıştır. Hayat onları ayırmış olsa da kardeşi Lea, ona kocası Luc, babası ve kızları ile yaşadıkları evin kapılarını ardına kadar açar. Hepimizin sahip olduğu çeşitli sırlar, içinde bulunduğumuz hapsolma halleri, yakınlarımızla paylaşılan yalnızlığa dair bir film.

    Seni O Kadar Çok Sevdim ki yazısına devam et

    Pop Müziğin Kralı Michael Jackson’ı Kaybettik

    Tüm zamanların en büyük yıldızlarından ve esin kaynaklarından biri olan Michael Jackson, popüler müzik ve popüler kültür üzerinde silinmeyecek bir iz bırakarak 25 Haziran 2009 Perşembe günü aramızdan ayrıldı.
    Michael Jackson’ın sanatçı kişiliği ve çekiciliği müzik dünyasını sonsuza dek değiştirdi. Onun özgünlüğü, yaratıcılığı ve yaptığı inanılmaz işleri herkesde derin izler bıraktı.
    Michael Jackson’ın hayatını anlatan orijinal adı Moonwalker olan filmi, Ay Çarpması adıyla Haziran 1990′da Film Pop tarafından ülkemiz sinemalarında da gösterilmişti.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • 46. Altın Portakal Film Festivali Basın Toplantısı

    Antalya Büyükşehir Belediyesi ile Antalya Kültür ve Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından düzenlenen 46. Altın Portakal Film Festivali’nin genel çerçevesi, İstanbul Legacy Ottoman Otel’de 30 Haziran Salı günü saat 11:00’de düzenlenecek basın toplantısında açıklanıyor. Basın toplantısına Antalya Büyükşehir Belediyesi ve AKSAV Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın ile AKSAV Yönetim Kurulu Üyeleri katılacak. Toplantının ardından Başkan Akaydın ve AKSAV Yönetim Kurulu Üyeleri basın mensupları ile birlikte öğle yemeğinde bir araya gelecekler.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    46. Altın Portakal Film Festivali Basın Toplantısı yazısına devam et
  • 4. Datça Ustaya Saygı Sinema Günleri

    Datça Belediyesi ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenen 4. Datça Ustaya Saygı Sinema Günleri’nin bu yılki Usta’sı Şener Şen. Birikim Medya’nın desteği ile gerçekleştirilecek sinema günleri 27 Haziran – 04 Temmuz 2009 tarihleri arasında Datça Amfi Tiyatro’da yapılacak.
    Etkinlik, Sinema Günleri Afiş Sergisi, Gala Gecesi ve yedi gece amfi tiyatroda gerçekleştirilecek film gösterimleriyle birlikte sekiz gün sürecek. Etkinlikte Gala Gecesi’nin ardından otuz bine yakın sinemasever, 7 gün boyunca ücretsiz olarak Şener Şen filmlerini izleyebilecekler.

  • Basın Bülteni
  • Şener Şen Fotoğrafları
  • Yüksek çözünürlüklü afiş ve gösterilecek filmler hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    4. Datça Ustaya Saygı Sinema Günleri yazısına devam et
  • Melekler ve Kumarbazlar, Filminin Çekimlerinin İlk Bölümü İzmir Özdere’de Tamamlandı

    Yapımcılığını Burak Saraçoğlu’nun, senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini Ertekin Akpınar’ın yaptığı Melekler ve Kumarbazlar’da Cem Davran ve Macit Sonkan’ın rol aldığı sahneler 15 – 21 Haziran 2009 tarihleri arasında İzmir Özdere’de tamamlandı. T. C. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla desteklenen filmin ikici etap çekimleri 01 – 21 Temmuz’da Sapanca ve Adapazarı’nda devam edecek. Yönetmen Ertekin Akpınar’ın, yerli ve modern bir film olmasının yanısıra, “Sert bir taşra filmi” olarak tanımladığı Melekler ve Kumarbazlar, Özen Film’in dağıtımıyla vizyona girecek.

  • Basın Bülteni
  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Duvar’ların Karanlığında: Yılmaz Güney

    Günlük gazeteler, Elazığ’a ertesi gün ulaşıyordu. Şehirlerarası yollar günümüzdeki gibi değildi. Babam, radyoyu açarsa dinleyebilirdik. Televizyon sözcüğü, dilimize henüz girmemişti. Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sinema giz dolu bir pencereydi. Göremeyeceğimiz ülkeleri, geçmişin medeniyetlerini, o dönemin insanlarını, Kızılderilileri, Kovboyları, Vikingleri, Herkül’leri, Tarzan’ları, o pencerenin beyaz perdesinde tanıdık. Gördüklerimizi gerçek sanıp etkilendik. Fotoğraf sinemasının kurallarının hüküm sürdüğü Türk Filmleri izledik. Güzel yüzlü, karton kahramanları baştacı ettik. Etkilenip taklit etmeye, onlara benzemeye çalıştık. Onların üzüntüsü üzüntümüz, sevinçleri sevincimiz olurdu. Artist yarışmaları aracılığıyla, yeni oyuncular anons ediliyordu. Beğendiklerimizi kanıksadık. Zaman içinde deneyim kazanıp, kendini geliştirenleri izlerken tad aldık. Güzel yüzlü karakterlerin perdeye yansıdığı yıllar, iri burunlu, kepçe kulaklı bir adam çıktı ortaya.

    Babam, ilk kez bizi sinemaya götürdü. Atıf Yılmaz’ın Alageyik (1959) filmi, ilk izlediğim film oldu. O filmde, o adamı tanıdım. Adı Yılmaz Güney’di. Çevremizde gördüğümüz insanlardan farkı yoktu. Oyuncu tanımını bilmeyen bizler, bize benzeyen bu adam’ı sevdik. Atıf Yılmaz’a asistanlık yaptığı yıllar, küçük roller oynadığı filmlerde onu görünce, en sevdiğimizi görür gibi olduk. Yüreğimize, duvarlarımıza asılmaya başlamıştı artık. Asıl soyadı Pütün olan Yılmaz Güney’in ailesi, (o zamanlar daha Şanlı olmayan) Urfa’nın Siverek ilçesinden, Adana’nın Yenice Köyü’ne göç etmiş. Leyla abla, sonra Yılmaz abi (1937) doğmuş. Yılmaz, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez, baş eğmez demektir. Pütün, kırılması zor, sert meyva çekirdeği demektir. Babası (Hamit), okuma yazmayı askerde öğrenmiş. Annesi (Güllü) okuma yazmayı bilmezmiş. Dokuz yaşından itibaren, hayatını çalışarak kazanmış. İlk işi dana gütmek olmuş. Liseyi Adana’da bitirmiş.

    And Film’le Kemal Film de pursantaj memurluğu (kent kent dolaşarak, filmlerin sinemalarda oynamasını sağlayan bir görev) yapmış. Sanata meraklıymış, hikâyeler yazıyormuş. Doruk adında bir sanat dergisi çıkarmış. Orhan Kemal, Yaşar Kemal’le tanışıp, arkadaş olabilmiş. İstanbul’a, İktisat Fakültesi’nde öğrenim görmek için gitmiş ama devam edememiş. Atıf Yılmaz’la tanıştığı yıllar, bir yandan da hikâyeler yazıyormuş. Atıf Yılmaz’ın da desteğiyle sinema çalışmalarına başlamış. Onüç dergisinde yayımlanan, “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanmış. 1961 yılında 18 ay hapis cezasına, 8 ay sürgün cezasına mahkûm olmuş. 1962 yılı Aralık ayında, muhafazakârlığıyla ünlü, Konya’ya sürgüne gönderilmiş. İlk çocuğu Elif’in annesiyle orada tanışmış. Yılmaz abinin deyimiyle, “Keçe-külâh filmleri” kaçırmaz olduk. Filmlerinde, hor görülen, ezilen bir Anadolu çocuğunun otoriteye başkaldırısı vardı. Çirkin Kral adı, ülkeye yayılmaya başlamıştı. Sanki, sokakta herkes Yılmaz Güney’di. Gece yarısı yola çıkıp, sabah sebze-meyva haline yetişen köylüler, Yılmaz abinin filmi oynuyorsa, ikindi okunurken yola çıkıp, filmi izlemeye yetişiyorlardı. Geceyi hal binasında sabahlayarak, filmi konuşarak geçiriyorlardı. Lütfi abinin (Akad) Hudutların Kanunu (1966), Kızılırmak Karakoyun (1967) filmleri unutulmazların arasına girdi. Ezilenlerin yüzü, sesi olmaya başlamıştı. O artık Çirkin Kral değildi. Yılmaz Güney’di. Yılmaz abimizdi. Nebahat Çehre Yenge’mizdi. Seyyit Han / Toprağın Gelini (1968), yönettiği filmleri arasında ilk sıyrılan oldu. 1968’de, Muş’ta askerliğini yaparken, izin sürecinde Aç Kurtlar (1969) filmini çekmişti. Yeğeni Enver de filmde oynamıştı. Aynı yıl Elazığ’da, Yazlık Saray Lokantası önünden geçerken, toplanan kalabalığı gördüm. İçeriyi görmeye çalışanları, garsonlar yere şişe atıp kırarak, püskürtmeye çalışıyordu. Sesler, alkışlar arttıkça artıyordu. “Yılmaz Güney içerde” sözünü duyunca, kalabalığın uzağında beklemeye başladım. Bir süre sonra traşlı kafası, asker giysileriyle Yılmaz Güney kapı önüne çıktı. Kalabalığı selâmladı. Kara kuru, dal gibi ince Yılmaz abiyi, ilk kez görmenin sevincini yaşadım. Lokantanın önünden tesadüfen geçtiğime sevindim. 1970 yılının Nisan ayında askerliği bitmiş, Fatoş (Fatma Süleymangil) Yenge’miz olmuştu. Ardından, Türk Sineması’nı dünyaya tanıtan Umut (1970) filmini çekmişti. Senarist, oyuncu, yönetmen olarak zirveye oturmuştu artık.

    Eğitim için İstanbul’a geldim. 1971 yılı başlarıydı. Bir tanıdığımın damadı, Beyoğlu Emniyet Amiri’ydi. Yılmaz Güney’i sevdiğimi öğrenince “Tanışmak ister misin?” dedi, uçtum. Yanımdaki arkadaşım da gelmek istedi. Muşlu Metin’den söz etti, adresini verdi. Ertesi gün, Kazancı Yokuşu’ndaki adrese gittik. Muşlu Metin haberliydi, bizi bekliyordu. Beyaz kuyruklu arabasıyla, Şişli’de bir klüp’e gittik. Kapıyı açan biri. açık kapısından koridoru görünen odaya aldı. Metin abi, kapısı kapalı odaya girdi. Bir süre sonra, kapalı odanın kapısı açıldı. İri, davudi sesli biri çıktı. İnce Memed’in yazarı Yaşar Kemal’di. Yolcu eden Yılmaz Güney. O günün koşullarında bu iki insan, halkın gözbebeğiydi. Yılmaz abi, “Yaşar abiye taksi çağırın” dedi. Yaşar Kemal, gençlerden biriyle çıktı. Yılmaz abi yanımıza geldi, ayaklandık. Elimizi sıkıp “Hoş gelmişsiniz gardaş” dedi. Dilimiz damağımız kurudu. Bizi, kapalı odaya buyur etti. Çay içerken konuştuk. Veda edip çıktığımızda, ayaklarımız yere basmadan, konuşarak epeyce yürüdük.

    Boynu Bükük Öldüler (1971) adlı, ilk romanını bulup okudum. Roman, 1972’de Orhan Kemal ödülü aldı. Birbirinden güzel, Ağıt (1971), Umutsuzlar (1971), Acı (1971), Baba (1971) filmlerini izledik. Ünlü kabadıyalardan Yusuf Koç, Ağıt filminde oynamıştı. 16 Mart 1972’de, Mahir Çayan’la arkadaşlarına yardım edip, Levent’teki evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklandı. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis cezasıyla, sürgün cezasına çarptırıldı. İki yıldan fazla cezaevinde kaldı. Daha sonra yayınlanan, Selimiye Üçlüsü (Hücrem-Salpa-Sanık), Selimiye Mektupları, Soba Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitapları, bu yılların tanıklarıdır. Arkadaş (1974) filmi, sınıfsal çelişkiye neşter atar gibiydi. Filmde yerde tekmelenmesi, onu sıradan insan gibi görmeyen sevenlerini kızdırdı. Zavallılar (1974) filminde, çocukluğunu yeğeni Göktürk oynadı. Zavallılar filminin çekimleri bitmemişti. Endişe filmini çekmek için Adana’ya gitti. 14 Eylül 1974’te, Adana’nın Yumurtalık ilçesinde Endişe filmini çekerken, adı cinayet olayına karıştı. Savcıyı (Sefa Mutlu) öldürmekten 19 yıl hapse mahkûm oldu. Zavallılar ve Endişe filmlerini bitiremeden, yine duvarlara döndü.

    İçimi kurt gibi kemiren tiyatro tutkusuyla, İstanbul Belediye Konservatuarı’na başladım. Asistanı Şerif Gören, Endişe filmini bitirdi. Atıf Yılmaz da Zavallılar (1975) filmini bitirdi. Kayseri Cezaevi’ndeyken babasını (1976) kaybetti. İ. B. Şehir Tiyatroları Tepebaşı Deneme Sahnesi ekibinde oyuncu ve asistan olarak çalışmaya başladım. Bir televizyon filminde oynama deneyimi yaşamıştım. Atıf abiyle tanışmıştım. Cezaevindeyken Güney adlı, sanat-kültür dergisi (1978) çıkartıyordu. Dergide, Yılmaz abinin “Bize sahip çıkın” yazısını okuyunca, Güney Film’e gidip gelmeye başladım. Yılmaz abinin ortağı (Süha Pelitözü), derginin ilk sayısını gereğinden fazla basmış, dergi depoda kalmıştı. Güney Han, Sakız Ağacı Caddesi’deydi. Şimdi o caddenin adı, Atıf Yılmaz Caddesi. Girişle birlikte dört katlı hanın, bir katı Güney Film’di. Girişte çayocağı vardı. Ocağı işleten Halit, hanın işlerini de yürütüyordu. Şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım, dergi, kitap kartpostallar, takvim basımlarını takip ediyordu. Üç arkadaş (Erol-Neyyire-Nihat) derginin hazırlıklarını üstlenmişti. Derginin 8. Sayı’sının kapağını, (Antalya Film Festivali sonuçları konulu) çizimler ve fotoğraf kolajlı hazırladım. Tiyatrodan fırsat buldukça, Güney Film’e gidiyordum. Yılmaz abi Paşakapısı Cezaevi’nden İzmit Cezaevi’ne sevk edilmişti. Bir gün, İzmit’e birinin gitmesi gerekiyordu. Gitmem önerildi, seveseve kabûl ettim. Kadıköy’de, ailesiyle oturan Yenge’ye (Fatoş) uğrayıp, para aldım. Harem’den otobüse bindim. İzmit girişinde caddede indim. Tepedeki İzmit Cezaevi önüne vardığımda, hava kararmaya göz kırpıyordu. Cezaevinin merdivenlerinden çıktım. Kapalı kapının ardında kimse yoktu. Camlı kapısından içeri baktım. Ne yaparım şaşkınlığıyla merdivenlere oturdum. Birden kapı açıldı, ayaklandım. Çıkanların arasındaki, şişman adamı tanıdım. Cezaevi Müdürü’ydü. TRT Televizyonu’nda, cezaevlerini anlatan programlar yapılıyordu. İzmit Cezaevi’ni de tanıtmışlardı. O programda görmüştüm. Müdür “Hayırdır evlâdım?” der demez, “Yılmaz Güney’i görmeye geldim” dedim. Bir an yüzüme baktı. “Evinden para getirdim” dedim. Gardiyana döndü. Gardiyan içeri seğirtti. Teşekkür ettim. Müdür gitti. Beş dakika kadar sonra kapıda beyaz takım elbisesi, gülümsemesiyle Yılmaz abi göründü. Şaşkın baktı, sarıldık. “Nerelerdesin?” dedi. Kısaca aktardım. Parayı verdim. Güney Film’le ilgili konuştuk. “Bi’şeyler versem götürür müsün?” dedi. Güldüm. İçeri gitti. Bir süre sonra elinde bir fileyle geldi. Filenin içi yazılar, mektuplarla doluydu. Vedalaştık. Caddeye inip, dönüp cezaevine baktım. Kapıda duruyordu. El salladı, el salladım. İçeri gitti. Otobüs beklemeye başladım. Ertesi gün, fileyi Yenge’ye teslim ettim. Tiyatro dışındaki zamanım, Güney Film’de geçiyordu. İmralı Yarıaçık Cezaevi’ne sevk edilen Yılmaz abinin, sinemaya olan ilgisi devam ediyordu. Senaryosunu yazdığı Sürü filmi, Zeki abi (Ökten) tarafından çekilecekti. Yeğeni Göktürk’te oynayacaktı. Her daim içimi sızlatan Yaman’ı (Okay) tanıdım. Kamera arkasında yer alan Ali Özgentürk, mekânlara gidip fotoğraflar çekmişti. Çekim ekibi gidince, hummalı çalışmayla başladım. Yazıhanedeki dolapları, çuvalları, afişleri, lobileri elden geçirip tasnifledim. Listelerini yaptım. Fotoğrafları kutuladım. Gelen mektupları okuyup, gerekenlere cevaplar yazdım. Girişteki çay ocağının yanından inilen depoya indim. Karman çorman, içler acısı durumdaydı. Deponun bir bölümünde oturma yerleri ve sinema oynatıcısı vardı. Deponun bir alt deposu, Güney dergisinin ilk sayısıyla boğulmak üzereydi. Bir hafta içinde, alt depoyu boşalttım. Derginin eski sayılardan belli miktar da ayırdım. Gerisini kâğıt hurdacılarına sattık. Temizlik sonrası, oluşturduğum kitaplıklara, derginin bütün sayılarından birer takım (12 adet) arşiv yaptım. Yılmaz abinin okuyup, geri gönderdiği kitapları düzenledim. Depo artık oturulacak, film izletilecek duruma gelmişti. Ben de yorulmuştum. Her gece banyo yaparken, burnumdan kurum akıyordu. Sıraselviler’de bir bodrum katımız daha vardı. Depo gibi kullanıyordu. Kent dışından gelenlerle, orada konuşuyorduk. Arkadaşlar (İsmail-Kazım), Ekim-Birlik konusunda, onlarla koyu sohbetler yapıyordu. Ocağı işleten Halit’le, dost olmuştuk. Yenge’yle küçük Yılmaz, gelip gidiyordu. Mektup yazıp, resim isteyenler oluyordu. Yılmaz abinin imzaladığı kartpostalların üstüne, isteyenin adını yazıp gönderiyordum. Sinema işlerini takip ediyordum. Parasızdık. Emek karşılığını talep etmiyordum zaten. Sinema Televizyon Enstitüsü’nün başındaki, Sami Şekeroğlu’nun dostluğunu gördük. Umut Sanat Ürünleri adlı dağıtım şirketi (Seher Karabol), Sürü filminin yurt dışına gitmesini üstlendi. Film büyük ilgi gördü. Locarno Film Festivali’nde, Altın Leopar ve para ödülü aldı. Unkapanı Köprüsü’nün Eminönü tarafında iskele vardı. Şimdi parka dönüştürüldü. İmralı’dan gelen deniz motoru orada demirlerdi. Motoru kullananlar da mahkûmdu. Gelen iki kişiden biri evine gidebilirdi. Eminönü Mısır Çarşısı’nda, bir tuhafiyeci dükkânı irtibat bürosuydu. İmralıya gidecek eşya, mektup, para oraya bırakılıyordu. Gün geldi, İmralı’ya gitmem gerekti. Ziyaret günleri, Cuma günüydü. Mudanya vapuruyla İmralı’ya gidiliyordu. Yengeyle buluşup yola çıktık. Vapur adanın açıklarında demirledi. Cezaevi motoru gelip ziyaretçileri aldı. Bizi iskelede karşıladı. Yazıhane konusunda gerekenleri konuşup, Yenge’yle başbaşa bıraktım. Mahkûmlarla tanışıp, lâfladım. Dönüş zamanı, vapur aynı yerde demir attı. Motorla vapura ulaştık. İmralı gidişlerim yoğunlaştı. Gazeteci dostumuz Turan (Aksoy) abinin, organizasyon desteğiyle, her hafta ünlüleri götürüyorduk. (Adnan Şenses, Nazan Şoray, Semra İnanç, Selda Bağcan, Sevda Ferdağ, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel) ilk haftalar götürdüklerimizdi. Mahkûmlara konser veriyor, mahkûmlar yaptıkları elişlerini, yetiştirdikleri domatesleri kasalarla hediye ediyorlardı. Mahkeme günleri, avukat Cevat abi (Ercişli) ve birkaç kişi Mudanya’ya gidiyorduk.

    Çekingen yapımdan mı, ortam olmamasından mı, hiç fotoğrafımız olmadı. Ama birkaç kişi de olan, özel fotoğraflarını hâlâ saklıyorum. Yılmaz abi, yenge ve küçük yılmaz’ın olduğu bir fotoğrafı, kızım Özgür adına imzalatmıştım.

    Tiyatronun tatil olduğu ay, Düşman (1979) filmi için ekip kuruldu. Zeki abi yönetecek, Çetin abi (Tunca) görüntüleyecekti. Aytaç’la (Arman), Güven abiyle (Şengil), Şevket abiyle (Altuğ), Kamil abiyle (Sönmez) tanıştık. Aytaç’ın abisini, konservatuvar hocam Çetin abi (İpekkaya), bende 2. işçi rolünü oynayacaktım. Yakıt sıkıntısı çekildiği dönem, para konularıyla ilgilenecek Kerim dayı da yanımızda, Çanakkale’ye hareket ettik. Önemli konuk gibi ağırlandık. İkinci gün, çekim izni yok diye durdurulduk. Onaltı gün izin gelmesini bekledik. Sezon açılması yaklaşmış, tiyatroya dönmem gerekiyordu. Rolümü Hikmet (Çelik) oynadı. Provaya başlayan Çetin abi de, gidecek durumda değildi. Onun yerine Macit’i (Koper) gönderdim. Filmin sahnelerinden birinin, kalabalık tarafı Çanakkale’de çekildi. Sahnenin karşılığı, İstanbul/Şişhane’de bir apartmanın balkonunda çekildi. Yılmaz abi, İmralı’da domates yetiştirdi. Gün geldi, motorda tayfa oldu. İmralı motoru, Unkapanı Köprüsü’ne gelince, gidip alırdık. Evine götürürdük. Bayram filminin hazırlıkları başladı. Cezaevinden bayram iznine çıkan, 11 mahkûmun yaşamı anlatılıyordu. Erden Kıral filmi çekmeye başladı. Birinci hafta film durduruldu. Çekilenlerin iş kopyalarını izleyen Yılmaz abi, beğenmemiş. Filmin mahkûm sayısı düşürüldü. Yol adıyla, Şerif Gören tarafından çekildi. Yazmadan edemeyeceğim. Taşınmam gerekti. Bulduğum evin sahibi bir yıllık kirayı peşin istiyordu. Arkadaşlar duyurmuş, Yılmaz abi ödeyin talimatı vermişti. Yazdıklarından ötürü, hakkında 10 ayrı dava açıldı. İstenen ceza toplamı 106 yıl’dı. 12 Eylül darbesi sonucunda, Dergi, 13. sayıdan itibaren kapatıldı. Isparta Açık Cezaevi’ne sevk edildi. Cezaevi denilen yer bir köy. Bakkalı, manavı, kasabı, herkes mahkûm. 1981 yılı Ekim ayına kadar, yaklaşık oniki yılını çeşitli cezaevlerinde geçirdi. Bu oniki yıl içinde, ikisi yarı-açık olmak üzere onbeş cezaevi tanıdı. Cezasını tamamlamadan, 1981 Ekim’inde izinli çıktığı Isparta cezaevine bir daha dönmedi. Bu arada tutuklandım… Yol (1982) filminin, Costa Gavras’ın Missing (Kayıp) adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde ödül aldığını duydum. Önemli bir sinemacı olarak kabûl edilmesinden sevinç duydum. 1983’te vatandaşlıktan çıkartıldığını, iltica ettiği Fransa’nın Paris şehrinde yaşadığını, “Düşünmeden hiçbir insanın her hangi bir şey yapabilmesine imkân yoktur. Ben sadece düşündürmek istiyorum.” dediğini, Duvar (1983) filmini çektiğini duyduk.

    9 Eylül 1984… Metris tiyatro salonuna çıkıyordum. Çıkışlar alt kattan başlıyordu. Cezaevi idaresinin izin verdiği gazeteler, magazin gazetelerinden oluşuyordu. Aralarında, Hürriyet Gazetesi tek seçeneğimizdi. Gazeteler, önce üst kattaki koğuşlara dağıtılıyordu. Bu nedenle koğuşa dönünce, okuma fırsatım oluyordu. Tiyatro salonuna girdiğimde, üst kat koğuşundan arkadaşlar oradaydı. Biri hüzünle yanıma yanaştı. “Yılmaz Güney ölmüş” dedi. İnanmadım. Israrları beni ikna etmedi. Sayım öncesi koğuşlara döndük. İlk işim gazeteye bakmak oldu. Gazetenin manşeti haberi doğruluyordu. Yılmaz abi, mide kanserinden (az çekmedi midesinden) gitmişti. Eli çenesinde, dökülmüş saçlarının bir kısmını kapatan kasketi, kemikleri kalmış yüzü, iri gözleri, gülümser gibiydi. Tenime dikenler battı, zaman durdu.

    Gün geldi, bir yığın sorunlarla karşılaşacağımı bilmeden döndüm. Ülke oldukça değişmişti. Filmleri yasaklanmıştı. Caddelerde üst geçitler, kadın giysili erkekler göze çarpıyordu. Madeni paralar çatal bıçak olmuştu. Video kameralarla film çekilmeye başlanmıştı. O dönemi yaşayanlar, okuyanlar bilir. Sakıncalıdır diye, evde ne kadar kitap varsa, Yılmaz abininkiler, aralarında olan kızıma imzaladığı fotoğraf sobada sır olmuşlar. Gözden kaçan özel fotoğraflar, gözüm gibi hâlâ duruyorlar. Paris’e giden arkadaşım, Yenge’ye uğramış. Bana getirmek için, Yol filminin kasetini istemiş. Yenge, bakılırsa boş sanılsın diye baş tarafı birbuçuk saat kadar boş bir kasetle, göndermişti. Avcılar’da video kaset satan, Aytaç’ın tanıdığı birinden Duvar filmini bulup izledik. Ülkede yumuşamalar başlayınca,Yenge’yle Yılmaz (oğlu) temelli dönmüşlerdi. Yenge’yle karşılaştık. Güllü hanımın, oğlunun durumundan haberi olmadığını söyledi. Güney Han’ın, borçlara karşılık satıldığını, Sıraselviler’deki yeri depo olarak kiralayan noterin, çıkmak istemediğini anlattı. Yılmaz abiyi tanıyan bir yakınıma, durumu aktardım. Ertesi gün, Noterin yeri boşaltılıp, anahtarı teslim ettiği haberi geldi. Yenge’yle Yılmaz, teşekkür etmek için geldiler. Küçük Yılmaz delikanlı olmuş, babasının gençlik dönemi kopyasıydı. Gece Bebek Maksim’e gittik.

    Yılmaz abi kilitli dolabımda düşünüyor, bazen alçak sesle türkü söylüyor. İri gözleri, gülünce gülen dişleriyle gülüyor. Ovanın derinliğinde, at kişnemeleri duyuluyor. İnce, sıcak sesiyle anlatıyor, dinliyorum.

    (02 Temmuz 2009)

    Arslan Kacar

    Digital Film Academy’de Özay Fecht ile İleri Seviye Kamera Önü Oyunculuğu Workshopları 13 Temmuz’da Başlıyor

    Digital Film Academy’de Özay Fecht’in eğitmenliğinde gerçekleştirilecek olan İleri Seviye Kamera Önü Oyunculuğu Workshopları’nda New York Actors Studio’nun ve Tom Cruise, Nicole Kidman, Jennifer Lopez gibi isimlere koç’luk yapan Susan Batson’ın tekniği ile çalışılacak. Beden dili, doğal oyunculuk, karakter yaratma, ses kullanımı, oyunculuk teknikleri, mimik, kamera ölçekleri, monolog çalışmalarının yer alacağı bir hafta süreli yoğun eğitim programı ile öğrenciler sinema oyunculuğu alt yapısını oluşturmak veya geliştirmek için önemli bir pratik olanağı kazanacaklar.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Digital Film Academy’de Özay Fecht ile İleri Seviye Kamera Önü Oyunculuğu Workshopları 13 Temmuz’da Başlıyor yazısına devam et
  • Merdiven Altı

    Nur Akalın’ın yönettiği ve Kaan Yılmaz, Deha Özer Şenay, Gökalp Arıkan, Şenay Aydın, Ferit Kaya ile Bülent Çolak’ın oynadığı Merdiven Altı, önümüzdeki aylarda Özen Film dağıtımıyla Nada Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
    Film, tanık olduğu olaylar nedeniyle polis tarafından aranan ve yakalanırsa askere gönderileceğinden korkan Sinan’ın hikâyesini anlatıyor. Sinan İstanbul’un yeraltı dünyasında, abisini ve kız kardeşini bulmak üzere, üzerinde kimlik bulundurmadan, bahisçilerin, boksörlerin ve barmenlerin arasından geçtiği maceralı bir yolculuğa çıkıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Merdiven Altı yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu