Eskişehir’in Film Festivali Başladı

Anadolu Üniversitesi 13. Uluslararası Eskişehir Film Festivali, 30 Nisan’da düzenlenen törenle başladı. Sinema Kültürünü Geliştirme Birimi ve İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen festivalin açılış töreni, Sinema Anadolu’da gerçekleştirildi. Festivalinin açılış töreninde artık gelenekselleşen onur ödülleri de verildi. Bu yılki festivalin onur ödülleri, Türkiye’de ilk sinema müzesini açan, Türkiye’de pek çok ilkleri gerçekleştirmiş Türker İnanoğlu ve sinemamızın sevilen oyuncusu Gülşen Bubikoğlu’na verildi.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Eskişehir’in Film Festivali Başladı yazısına devam et
  • 14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Biletleri Satışta

    Başkenti sinemaya doyuracak 14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali başlıyor. Festival, klâsikleşmiş mekânları Kızılırmak Sineması, Goethe Institut ve bu yıl ilk defa mekânları arasına kattığı Ankara, Hacettepe ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde izleyiciyle buluşacak. Sinemaseverler festivalin satışa sunulan biletlerini Kızılırmak Sineması’ndaki gişelerden satın alabilecekler. Bilet fiyatları, gündüz seansları 2 TL, akşam seansları öğrenci 7 TL, tam 10 TL. Ayrıca, her biri ayrı bir filme olmak koşuluyla 3 ve daha fazla sayıda bilet almak isteyen sinemaseverler film başına 5 TL ödeyecek.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    14. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Biletleri Satışta yazısına devam et
  • Hayali Aşklar

    Xavier Dolan’ın yönettiği ve Xavier Dolan, Monia Chokri, Niels Schneider ile Anne Dorval’ın oynadığı Hayali Aşklar (Les Amours Imaginaires – Heartbeats), 13 Mayıs 2011’de Tiglon Film dağıtımıyla Adrenal Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Yakın arkadaş olan Francis ve Marie bir yemekte taşradan şehre yeni taşınmış olan yakışıklı ve gizemli Nicolas’la tanışırlar. Buluşmalar birbirini takip eder ve Nicolas’ın yolladığı farklı işaretler Francis ve Marie’nin kafasını karıştırır, saplantılı hayallerini daha da güçlendirir. İki yakın dost, bu arzu nesnesinin peşinde sürüklendikçe aralarındaki bağlar da koparmaya başlar.

  • Basın Bülteni: Uzun / Kısa
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hayali Aşklar yazısına devam et
  • Çöken Karanlık Bedenleri Çalarken

    Kıyamet Gecesi (Vanishing on 7th Street)
    Yönetmen: Brad Anderson
    Senaryo: Anthony Jaswinski
    Müzik: Lucas Vidal
    Kurgu: Jeffrey Wolf
    Görüntü: Uta Briesewitz
    Oyuncular: Hayden Christensen (Luke), John Leguizamo (Paul), Thandie Newton (Rosemary), Jacob Latimore (James), Taylor Groothuis (Briana)
    Yapım: Herrick-Mandalay (2010)

    Gerilim sinemasının iyi yönetmenlerinden Brad Anderson’ın “Kıyamet Gecesi”, karanlık üzerine bir korku-gerilim filmi. Sonu umutlu bu filmde iki çocuk umudu simgeliyor.

    ABD’inin en küçük eyaletlerinden kuzeydoğudaki Connecticut’ta 1964 yılında doğan Brad Anderson, sinemaseverler için, Barcelona’da çektiği şaşırtıcı ve gerilim yüklü 2004 yapımı “The Machinist – Makinist” filmiyle hatırlanıyor. Hollywood’un büyük stüdyolarıyla film çekmeyen ve bağımsız kalan yönetmen Anderson, 2008 yapımı “Transsiberian – Sibirya Ekspresi” filmiyle 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne de konuk olmuştu. Beyoğlu Emek Sineması’nda filmi gördüğümüz seansa kendisi de gelmişti. Orijinal anlamı “7. Cadde Üzerinde Ufuk” olan 2010 yapımı “Vanishing on 7th Street – Kıyamet Gecesi”, gezegeni mahveden insanlığın endişelerini yansıtan bir korku filmi gibi algılanıyor başlarda. Sonra mistik bir halin kuşkusu sarıyor zihinleri. Filmin hikâyesi, Michigan eyaletinin Detroit şehrinde geçiyor. Michigan, Kanada sınırında gölleriyle ünlü ortabatıdaki soğuk bir eyalet. İnsanın ölmeden önce görmesi gereken yerlerden. Elbette oltayla balık avlamayı seviyorsanız.

    Karanlık çökünce…

    Film, bir sinema salonunda başlıyor. Sinema makinisti Paul, film oynarken bir hikâye okuyor. Amerika’ya yerleşen ilk İngiliz kolonisinin başına tuhaf bir olay gelmiş. Bilinmeyen gölgeler, ilk önce bir adaya çıkmış İngilizlerin çoğunu yok etmiş ve geride sadece giysileri kalmış. Bu olay, Detroit şehrinde de gerçekleşmeye başlıyor. Aslında bu filmde sadece bilebildiğimiz hikâye bu. Gerisini ve nedenlerini bilemiyoruz. Yönetmen, seyirciye neyin neden olduğu hakkında pek bir şey söylemiyor. Filmi belki bir “Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” türü gibi de izleyebilirsiniz. Anderson’ın bu filmini, atmosfer anlamında biraz olsun etkileyici bulsak da, genel anlamda insanı çarpmıyor. İnsan, “Makinist”in yönetmeninden daha yaratıcı ve şaşırtıcı film beklentisine giriyor. Filmin senaryosunu yazan Anthony Jaswinski, ülkemizde bilinen bir sanatçı değil. 2002’de “Killing Time” filmini yazıp yönetti. Daha çok televizyon dizilerine senaryolar yazıyor Jaswinski. Caz müziği çalan şehrin heyecan veren barlarından Sonny’s Bar, belki de filmin atmosfer anlamında en etkileyici mekânı. Evet, gölgeler insanları yutuyor ve geriye sadece giysileri kalıyor. Hayatta kalmanın tek yoluysa gerçek ışık. Bir televizyon kanalında haber muhabiri olan Luke, sabah uyandığında bir şeylerin yolunda gitmediğini hemen anlamıyor. Çalıştığı kanala giden Luke, orada sadece elbiseler görüyor. Film üç gün sonrasına gidiyor ve geride sadece birkaç kişi kalmış. Onların da yolu Sonny’s Bar’da buluşuyor. Çünkü, bu karanlıklar içindeki şehirde tek ışığı olan mekân burası. Luke, bara girer ve orada James’le tanışır. Sonra oraya Rosemary gelir. Dışardaki pikabı barın önüne getirmeye çalıştıklarında otobüs durağında yaralı yatan makinist Paul’ü görürler ve ekip tamamlanır. Jeneratörle aydınlanan bar, hepsi için şimdilik güvenlidir. Yönetmen, kurgu anlamında seyircisini görsel anlamda zenginleştirememiş, ama tüm karakterlerin bir şeyleri hatırlamalarını geriye dönüşle yansıtmış. Herkesin yakın geçmişte hatırladıkları var. Küçük James, kiliseye giden annesini bekliyor barda. Rosemary de henüz bir yaşına basmamış bebebeğini arıyor. Paul, filmleri ve müzikleri özlüyor. Luke da bu şehirden hemen uzaklaşmak istiyor. 1972 Londra doğumlu Thandie Newton, Bernardo Bertolucci’nin 1998 yapımı “Bessieged – Teslimiyet” filmiyle adını duyurdu. 1981 doğumlu Kanadalı Hayden Christensen, yoğunluklu olarak televizyon dizilerinde göründü. Irwin Winkler’in 2001 yapımı “Life as a House – Yeni Bir Yaşam” filmiyle sinemada öne çıkmaya başladı. Bu film, sinemada küçük rollerde görünen bu oyuncunun ilk başrolüydü. Elbette George Lucas’ın 2000’lerdeki “Star Wars -Yıldız Savaşları” seri bilimkurgusunda Anakin Skywalker’ın gençliğini canlandırdı. Filmde, arada bir görünen küçük kız Briana, insana umut veriyor. Kilisede hayatta kalmayı başaran Briana’nın yolu James’le kesişiyor ve ikisi, bir atın üzerinde güneşli ufuklara doğru gidiyorlar. Filmdeki en güzel an buydu işte.

    (06 Mayıs 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Çaresizliğimiz mi? *

    Nihal, çalışma odasına gelip raflardaki kitaplara bakarak sorar: “Ender abi bu kitapların hepsini okudun mu?” (Çok sorulan ve dünyanın en anlamsız sorularından biri.) Ender’in bunu (bu anlamsızlığı) bilmesi lâzım, bir an durup cevap verir: “Bazılarını hiç okumadım, bazılarını da birden fazla okudum, meyve yiyerek okudum” ve raftan J. D. Salinger’in Gönülçelen kitabını alarak, Nihal’e verir. Nihal kitabı karıştırır ve Ender’e gösterdiği portakal lekeleri bulur. Nihal, işleri nedeni ile yurtdışında olan ve annesinin ölümü nedeniyle gelmiş bulunan bir arkadaşlarının kardeşi olarak, Ender ve Çetin’e, Ankara’da yalnız kalmasın diye emanet edilmiştir. Günlerce odasına kapanır, bir sabah kahvaltıda beyaz peynir üzerine vişne reçeli koyması ile kendisine yöneltilen samimiliği, -bundan önce ilgi girişimleri cevapsız kalmıştır- karşısında, evdeki misafirliği sona erer, evin bir kişisi olur.

    Leny adı nerede geçti, ayırdında değilim ama Nihal -yine- Ender’e kimliğini sorar: “Leny kim?”. Ender raftan bu kez Steinbeck’in Of Mice and Men (Fareler ve İnsanlar) kitabını verir, Nihal’e ve hiç bir şey söylemez. Nihal, bir iki gün sonra okuduğu kitabı geri getirir ve kitaptaki Leny karakteri ile Çetin arasında kurduğu (sezinlediği) ilişkiyi Ender’e sorar gibi yapar, Ender de cevap verir gibi yaparı bile tamamlayamaz. Of Mice and Men yayınlandıktan sonra 1939’da Lewis Milestone tarafından filme alınır. Bizde de çok okunan bir kitap olan Fareler ve İnsanlar (Salinger’in Gönüçelen’i de öyledir) Nevzat Pesen tarafından İkimize Bir Dünya (1962) adı ile sinemaya (ve Yeşilçam’a) uyarlanır. Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de bu filmden söz açılmaz ama başlarda Çetin, Yeryüzünde Bir Melek filmini, -film de Hülya Koçyiğit’i- seyreder, sadece, yani sırf kitaplardan söz edilmez filmde.

    Ankara’da sokaklarda yürürler, Kuğulu Park’ta kuğuları (ördekleri) gördüklerinde Nihal hayvanları sevdiğinden söz edince Ankara’da bir kediseven sokağı olduğunu söylerler (Kızılay’dan gelip Ulus’a çıkarken -eski?- Büyük Postane’nin sağa dönüş aralığı) ve yürüyüşün sonunda -yılların- İstasyonu önüne gelirler. Nihal okula (üniversite?) gider, arkadaşlar edinir. Yine bir gün konuşurlarken, Nihal ilk aşkı’nı anlatır. Ortaokulda okurken okul bahçesinde açılan kitap sergisindeki, uzun saçlarını arkasında bağlamış delikanlıdan söz eder, tekrar tenefüste koşarak bahçeye iner ama kitap sergileri ve kitaplar ve de kitap satanlar yokturlar, bir daha gelmeleri uzak bile olmayan bir ihtimaldir, aranıp da bulunmayacak bir kitap gibidir.

    Nihal eve arkadaşlarının geleceğini söyler. Ender ile Çetin ağırlamak isterler ama gelenler içinde erkeklerde olunca, dışarı çıkarlar, sonra Bora’nın şiir okuduğu bir dinletide, Ender ve Çetin diken üstünde otururken, neden olduğu berlirsiz bir mutluluk (!) içindedir ama mutludur. Ciddi bir şekilde telâşlı Çetin, Ender ile buluşmalarında Nihal’in kendisi ile hamileliği hakkında konuştuğunu ve yardım istediğini söyler, yardım etmiştir bile, Ender fasulye ayıklarkenki sessizliği ile dinler Çetin’i ama bu çaresizliğindendir. Nihal, kürtajdan sonra Bora ile gidince Çetin’in çaresizliği patlar artık, öfkelidir ve artık evlerinde yalnızdırlar. Nihal’in odası da kimsesiz, ta ki bir gün ağlayarak geri dönmesine kadar.

    Barış Bıçakcı’nın romanından Seyfi Teoman’ın yaptığı filmde -artık evlerinde yalnız kalan- Ender ile Çetin masa kurup langırt oynamaya başlamadan, Nihal’i, ağabeyi ve arkadaşları ile Almanya’ya yolcu ederler. Nihal giderken her ikisine de sarılır, bir daha görüşmeyeceklerini bilerek. Sonradan yazdığı mektupta dünyanın en iyi iki insanı olarak seslendiği ikiliden elbette Ender’in kalemi ile cevabını alacaktır. Beyaz peynir üzerine konulan vişne reçelini, kediseven sokağını, Çetin’i değil ama Leny’yi hatırlamayacaktır. Ender -her ne yazıyorsa- belki bir gün bitirecektir ama daha bir süre daracık mutfaklarında yemek yapmaya devam edeceklerdir.

    Eskiden önce romanlar okunurdu, filmlere de -sonuçta başka şeyler çıksa da- ne olduğu bilinerek gidilirdi. Şimdi Teoman’ın filmi beni tahrik ederek Bıçakcı’nın kitabını okumaya zorluyor, kitabın başına birinci kısmı (başlangıç) alınmayarak sadece son (final) kısmı konan, her türlü yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir, sinema (film) konusu yapılabilir > hiçbir yazılı metin, roman, öykü, oyun hatta şiir sinema (film) konusu yapılamaz, (Okursam Bıçakcı’nın romanını bu bakış açısından okuyacağım ama bu okuyuş bu yazıya geri dönüşü gerekli kılmamalı.) Bizim Büyük Çaresizliğimiz için de geçerli, Bıçakçı’nınki (roman) başka, Teoman’nın ki (film) başka ama birbirlerinden nasıl ayıracağız!

    Bizim Büyük Çaresizliğimiz hakkında bir şeyler yazıp geçebilirdim ama film beni zorladı. Yazdıklarımı yukarıya yazdım ama Birgit Gudjonsdottir’den söz etmeden bitirmek olmazdı. Ülkemizde son yıllarda giderek artan yabancı görüntü yönetmenlerine yeni bir örnek ama unutulacak gibi değil. Başka bir filmde çalışmasa da bir çok övgüyü (ödülde aldı) hak ediyor. Ve Gudjonsdottir’in görüntüledikleri, İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, sinemamızda üçlü aşk üçgeninin hiç denenmemiş bir biçimi. Üçgen tek düzlemli bir geometrik şekildir, ama Bıçakcı / Teoman’ın üçgeni tek düzlemli değil.

    * Bizim Büyük Çaresizliğimiz / Barış Bıçakcı > Seyfi Teoman

    (07 Mayıs 2011)

    Orhan Ünser

    Pera Müzesi’nde Kaçık Bilim Adamları ile Deforme ve Başkalaşmış İnsanlar Üzerine Nostaljik Filmler

    Pera Film, 06 – 22 Mayıs 2011 tarihileri arasında Temelde Kimim? Neyim Ben? adlı programda, insanoğlunun yaratma ve yok etme arzularını mercek altına alan, fiziksel değişiklikler sonucu tuhaf yaratıklara dönüşmüş, sıradışı hikâyeleri keşfe çıkıyor. 1930’lar ve 1940’larda çekilmiş 6 şaşırtıcı filmden oluşan seçki, bilimin ruhsal varlığımız üzerindeki etkisini de gözler önüne seriyor. Program 07 Nisan – 03 Temmuz 2011 tarihleri arasında Pera Müzesi’nde Temelde İnsan: Çağdaş Sanat ve Nörobilim adlı sergiyle paralel olarak sunuluyor.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Pera Müzesi’nde Kaçık Bilim Adamları ile Deforme ve Başkalaşmış İnsanlar Üzerine Nostaljik Filmler yazısına devam et
  • Bu Ülkedeki Acılarla Yaşamak

    Küçük Günahlar
    Yönetmen-Senaryo: Rıza Kıraç
    Müzik: Alp ErkinÇakmak
    Kurgu: Uğur Aydedim
    Görüntü: Türksoy Gölebeyi-Aydın Sarıoğlu
    Oyuncular: Macit Koper (İsmet), Berke Üzrek (Melik), Esra Ruşan (Şilan), Tülay Günal (Patron), Rıza Akın (Abi), Gizem Kutsoy (Seçil)
    Yapım B Film (2010)

    Yazar – yönetmen Rıza Kıraç, süren savaştaki acılara baktığı bu filminde, İsmet’in iç dünyasıyla vicdan denilen şeyler üzerinde de duruyor.

    Reklâm şirketinde grafiker olarak çalışan Melik’in, evlerinin yakınlarından gelip geçen bir kız ilgisini çekiyor. Bu ilgi, onun bilmediği dünyalara ve gerçekliklere götürüyor. Kürtlerin gazetesinde çalışan Şilan’ın, Kuzey Irak’taki abisi yanına gelmesini istiyor. Polisin sürekli takibindeki Şilan, işkencelerden de geçiyor. Şilan’ı takip eden Melik, Şilan’la Şilan’ın beraber yaşadığı yaşlı ve gizemli İsmet’in ortak dünyalarına da giriyor. Herkesin bir hikâyesi var. Kimilerinki acılarla yüklü. İsmet, Melik’in Şilan’la ilgilendiğini anlıyor, ama öfkeyle yaklaşmıyor Melik’e. Aralarında dostluk da gelişiyor. Sonra zihinlerin en dibindeki bilinmeyenler de vicdan dökümüyle dışarı çıkıyor. İsmet, abisiyle farklı dünya görüşündeymişler yıllar önce. Abisi ihbar edince solcu arkadaşlarıyla hapse düşüyor, işkenceler görüyor. Bir hafta sonra da 12 Eylül darbesi gerçekleşiyor ve İsmet’in hapsi sekiz yıl sürüyor. Zihinsel gelgitler yaşayan İsmet, absini affetmese de, abisinin vicdan azabını hissediyor yıllar sonra. Şilan, şair de olan İsmet’in dizelerine aşık belki de. Ama, şimdi onu terk etmek zorunda. Melik, tam reklâm dünyasında çalışan insanların ruh halinde. Başlarda para sıkıntısı çekse de kadınsız kalmıyor.

    Ustalara selâm…

    Yazar Rıza Kıraç’ın birçok kitabı Altın Kitaplar’dan çıkmıştı. “Dolphin Video”, “Annemin Bahçesi”, “Düşmüş Erkekler Masalı” gibi romanları yayımlandı. Yönetmen Rıza Kıraç’ın “Son Bakışta Aşk” ve “Meleğin Selamı” kısa filmleri, “Alim Hoca”, “Ömer Kavur’la Yola Çıkmak” ve “Peki Ya Londra” belgeselleri var. “Küçük Günahlar”, 1970 doğumlu yazar – yönetmenin ilk uzun konulu filmi. “Küçük Günahlar” filminde yönetmen, Jean-Luc Godard ve François Truffaut’ya da selâm göndermiş estetik denemeleriyle. İsmet’in evindeki ilk kahvaltı sahnesindeki hiç kesme yapmadan kaydırmalı çekimde Truffaut ruhuna dokunuluyordu. Truffaut’nun 1962 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Jules et Jim – Unutulmayan Sevgili” filmini çağrıştırıyordu bu anlar. Sadece estetik anlamda değil, içerik anlamda da “Unutulmayan Sevgili”yi hatırlatıyor “Küçük Günahlar” filmi. Her iki filmde de “aşk üçgeni” var çünkü. Yönetmen bazı anlarda, kamera açısını değiştirmeden “sıçramalı kurgu”yu denemiş. Tıpkı Godard’ın 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki gibi. Bu filmin sevmediğimiz tek yönü, insanı ağlatmak için büyük çaba göstermesiydi. Bazen melodramdan kurtulamıyor insan. Filmin dışavurumcu ışık düzenlemelerini ve mekânların yansıyışlarını beğendik. Filme estetik anlamda değer katıyor bunlar. Şilan, “yaban çiçeği” anlamına geliyormuş Kürtçede. Bu filmde, Türkçe ve Kürtçe kelimeler de duyuluyor. Bu filmin, finalde dağı kutsayan tarafları insanı umutsuzluğa düşürüyor, belirtmeliyiz.

    (06 Mayıs 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Bohem Anneyle Kırgın Kızı

    Copacabana: Düğün Hediyesi (Copacabana)
    Yönetmen-Senaryo: Marc Fitoussi
    Müzik: Tim Gane-Sean O’Hagan
    Görüntü: Helene Louvart
    Oyuncular: Isabelle Huppert (Babou), Aure Atika (Lydie), Lolita Chammah (Esmeralda), Jurgen Delnaet (Bart), Joachim Lombard (Justin), Noemie Lvovsky (Suzanne), Luis Rego (Patrice)
    Yapım: Avenue B (2010)

    Isabelle Huppert’in çarpıcı performans gösterdiği “Düğün Hediyesi”, gerçekçi ve coşkulu. Bu film özgür ruhlu kadınlara adanmış gibi.

    Babou, alışveriş merkezlerinde bedava makyaj yapılan kozmetik ürünler satan yerde makyajını yaptırdıktan sonra, garsonluk yapan kızı Esmeralda’nın yanında alıyor soluğu. Kendisine soğuk davranan kızına yemek sipariş verdikten sonra oradan uzaklaşıyor. İşsiz bu özgür ruhlu kadın, kızının kendisine sormadan Justin’le evleneceğini öğreniyor. Babou, resmi ve dini nikâha karşı, sıradışı ve belki de anarşist bir kadın. Kızı, düğününde olmamasını istiyor annesinden. Esmeralda, annesinin bohemliğinden utandığı için nişanlısının ailesine Babou’nun Brezilya’da olduğunu söylemiş. Babou’nun en büyük düşü Rio’ya gidip Copacabana’yı görmek. Babou’nun dertleştiği ve karşılıklı içtiği tek dostu Patrice. O da Babou’ya aşık. Babou, Patrice’in Ostende şehrinde iş için başvurduğunu öğreniyor. Patrice arabası olmadığı için dairelerin devre mülk satışı işine girememiş. Arabası bozulan Babou, eskiden iyi arkadaşı olan Suzanne’ın arabasını ödünç alıp işe başvuruyor. Hiçbir işte dikiş tutturamamış Babou, bu devre mülk işine sıkı sıkıya sarılıyor. Çünkü kızına bir düğün hediyesi vermek istiyor. İşinde hemen yükselen Babou, oradaki patronu Lydie’nin gözdesi oluyor. Ama, Babou’nun yüreği iyi olduğu için yine işsiz kalıyor. Çünkü o, evsiz iki sevgiliye dairelerden birini ödünç olarak veriyor soğuk gecelerde. Yine kaybeden Babou, tazminatını oradaki bir “casino”ya yatırıp kızına sürpriz yapıyor finalde. Filmde çarpıcı bir sahne var. Babou, Ostende şehrinde balıkçı Bart’la tanışıyor. Bu tanışmanın en ilgi çekici yönü, genelde kadınlardan duyulmaya alışılmış serzenişleri Bart’dan duyulması. Bart, Babou’nun cinsel yönden kendisini kullandığını söylüyor. Dünya tersine dönmeye başladı sanki. Babou’nun özgür ruhu sarsıcı fırtınalar savurduğu için, erkekleri de ona mağlûp olmuş geçmişte. Oradan oraya dolaşan Babou’nun dolaşmaktan boğulan kızı Esmeralda’nın babası da, geride kalmış erkeklerden birisidir herhalde. Esmeralda da dolaşmaktan yorulduğu için, annesinin burjuva değerleri olarak gördüğü evliliğe sığınıyor sonunda.

    Kuzeyin soğuk görüntüleri…

    Kendisine Babou diyen Elizabeth’in çalışmak için gittiği Ostende şehrinin mimarisi genellikle 19. yüzyıl tarzında. Gotik ve Romanesk tarzında sinagog ve kiliseleri olan bu şehrin limanı ve balıkçılığı da ünlü. Belçika’nın Flanders bölgesindeki Ostende, Fransa’nın Normandiya bölgesiyle sınırda olan soğuk bir şehir. Bir an kendinizi Normandiya’daymış gibi hissediyorsunuz. Ama, Babou ve kızının yaşadığı şehir, Fransa’nın kuzeyinde Belçika sınırındaki Lille ve Roubaix şehirleri arasında kalmış Tourcoing şehri. 1974 doğumlu Fransız yönetmen Marc Fitoussi’nin filmleri büyük İngiliz yönetmen Ken Loach’la karşılaştırılıyor Fransa’da. Kadın kameraman Helene Louvart’ın çerçevelerinde bunu fark edebilirsiniz. Louvart’ı, Wim Wenders’in üç boyutlu “Pina” belgeselinden de hatırlayabilirsiniz. Hatta, Fitoussi’nin bu ikinci uzun filmi “Copacabana: Düğün Hediyesi”nde Chabrolyen taraflar da hissediliyor. Belki de, Isabelle Huppert’in Claude Chabrol’ün birçok filminin önemli bir parçası olmasından dolayı. Filmi görünce, bu iki yaklaşımı da fark ediyorsunuz. Fitossi’nin bu filmi, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin açılışını yapmıştı.

    (06 Mayıs 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Yalıtkan Kısa Filmcik Yarışması

    “Yalıtım” ile sağlıklı ve konforlu yaşam alanları oluşturulması yönünde faaliyet gösteren İZODER (Isı, Su, Ses ve Yangın Yalıtımcıları Derneği), üniversitelerarası iletişim proje yarışması kapsamında kısa film yarışması düzenliyor. Mizah Diliyle Yalıtım başlığıyla düzenlenen yarışmada film konularının, ısı, su, ses yalıtımı veya yangın yalıtımı noktalarından ele alınması gerekiyor.

    Altyazı Dergisi’nin Mayıs Sayısı Bayilerde

    Altyazı Dergisi, Mayıs sayısında kapağına Wim Wenders’in Pina’sını taşıyor. Derginin vizyon sayfalarında dikkat çeken diğer filmler Beni Asla Bırakma, Kadın İsterse, Başka Bir Yerde ve Şeytanı Gördüm. Vizyon sayfalarında söyleşiler de yer alıyor: Selim Güneş’ten Kar Beyaz, Tolga Karaçelik’ten Gişe Memuru ve Rıza Kıraç’tan Küçük Günahlar. Derginin eleştiriler sayfalarındaysa Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Kaybedenler Kulübü, Limit Yok, Yaşam Şifresi, Atlıkarınca filmlerinin yanı sıra, İstanbul Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan Morg Görevlisi ve İtalya Sarsılıyor’un da eleştiri yazıları okunabilir.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Altyazı Dergisi’nin Mayıs Sayısı Bayilerde yazısına devam et
  • İşçi Filmleri Festivali Perdelerini Doğal Olarak Açıyor

    Gelenekselleşme yolunda ilerleyen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali bu yıl altıcı kez izleyicileriyle buluşacak. Türkiye’de ve dünyanın dört bir yanında, emekçilerin yaşamlarını ve mücadele deneyimlerini izleyicilerle buluşturmayı ve ülkemizde işçi filmi üretimini özendirmeyi amaçlayan festival, Sine-Sen, Dev Sağlık-İş, Birleşik Metal-İş, Hava-İş, Petrol-İş, Tez Koop-İş, Ses, Türk Tabipleri Birliği, Halkevleri ve sendika.org tarafından düzenleniyor.
    Yerli ve yabancı 60’a yakın filmi programına alan festival bu yıl Toprağımız, Havamız, Suyumuz için DOĞAL OLARAK DİRENİŞ temasıyla gerçekleştiriliyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    İşçi Filmleri Festivali Perdelerini Doğal Olarak Açıyor yazısına devam et
  • Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Yaratıcı Senaryo Yazımı Atölyesi 15 Mayıs’a Ertelendi

    Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nin organizasyonuyla Mayıs ayında Mehmet İnan tarafından gerçekleştirilecek olan Yaratıcı Senaryo Yazımı Atölyesi’nin başlangıç tarihi 15 Mayıs’a ertelendi. Atölyedeki uygulamalı temel eğitimde yaratıcılık ruhuyla senaryo yazım pratiği gerçekleştiriliyor. Seminer süresince, dünya sinemasından filmler gösterilecek ve birçok farklı senaryo örneği incelenecek. Atölye, sadece kısa bir sürede katılımcılarını senaryo yazımı konusunda donanımlı hale getirmeyi değil, senaryo yazmak isteyen katılımcıları cesaretlendirmeyi de amaçlıyor.

  • Basın Bülteni
  • Yüksek çözünürlüklü görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Yaratıcı Senaryo Yazımı Atölyesi 15 Mayıs’a Ertelendi yazısına devam et
  • Belma Baş, Kanaltürk Klak Sinema Programı’nda

    Toronto’dan Rotterdam’a, Antalya’dan İstanbul Film Festivali’ne uzun süren festival yolculuğunun ardından Zefir nihayet vizyonda! Filmin yönetmeni Belma Baş, Zefir’i Kanaltürk’ün sinema programı Klak’a anlatıyor. 10 yıldır hız kesmiyor; Hızlı ve Öfkeli: 5 Rio Soygunu özel görüntüleri ve röportajlarıyla Klak Arkası’nda. Eskişehir kapılarını sinemaya açıyor, Bal’a Amerika’dan çifte ödül, davulcu tavşan Hop gişe rekorları kırıyor… Sinema dünyasından havadisler Klak Haber’de. Asi tanrı Thor kılıcını kuşandı, Kung fu sever pandalar yola çıktı! Gizem Ertürk’ün hazırladığı Klak Sinema Programı, Cumartesi günü Kanaltürk’te.

  • Basın Bülteni
  • Kanaltürk Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Belma Baş, Kanaltürk Klak Sinema Programı’nda yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu