Özgürlüğe Doğru Uzun Yürüyüş

Özgürlük Yolu (The Way Back)
Yönetmen: Peter Weir
Eser: Slawomir Rawicz
Senaryo: Keith R. Clarke-Peter Weir
Müzik: Burkhard von Dallwitz
Görüntü: Russell Boyd
Oyuncular: Jim Sturgess (Janusz), Ed Harris (Smith), Colin Farrel (Valka), Dragos Bucur (Zoran), Saoirse Ronan (Irana), Gustaf Skarsgard (Voss), Mark Strong (Khabarov), Alexandru Potocean (Tomasz), Sebastian Urzendowsky (Kazik)
Yapım: Exclusive Films-National Geographic (2010)

Avustralyalı Peter Weir’in, Polonyalı Slawomir Rawicz’in kitabından uyarladığı “Özgürlük Yolu”, Gulag’tan kaçan birkaç mahkumun zorlu ve trajik yolculuğunu anlatıyor.

Bu film, gerçek bir trajediden sinemaya uyarlandı. Eski subay Polonyalı yazar Slawomir Rawicz’in (1915 – 2004), Sovyetler’in Gulag diye adlandırdıkları çalışma kampından birkaç savaş esirinin firarını anlatan “The Long Walk: The True Story of a Trek to Freedom – Uzun Yürüyüş: Özgürlüğe Göçün Gerçek Hikâyesi” romanından uyarlanan 2010 yapımı “The Way Back – Özgürlük Yolu”, bu trajediyi tüm ayrıntılarıyla ve derinlikli anlatıyor. Stalin’i hâlâ sevenler için bu roman ve film büyük bir hayal kırıklığı olabilir. Ne yapalım, gerçekler ve trajediler romantik değil. Gulag’tan kaçış, 1942 kışında başlıyor. Kaçan mahkûmlar, altı bin kilometre yol yürüyorlar. Geriye kalansa dört kişi. Sovyetler’e inanmış gizemli mühendis Bay Smith, finale doğru Himayalalar’da gizemli bir kayboluşla hikâyeden ayrılıyor ve üç kişi Hindistan’a, özgürlüklerine ulaşıyor. Film, 2. Dünya Savaşı’nın başlarında Polonya’da açılıyor. Muhalif Janusz, eşinin ihbarıyla tutuklanıyor. Elbette Janusz’un eşine işkence yapılmış. Janusz, yirmi yıl yatmak üzere Sibirya’daki Gulag’a sürgün ediliyor. Orada, Khabarov adlı bir sanatçıyla dostluğu gelişiyor. Khabarov, Janusz’a kaçmak için ilham ve plân veriyor. Filmin derinliğinde oğlunu kaybettiği öğrenilen Bay Smith, kendisine işkence bir gün daha yaşamak için çaba gösteren bir insan. Hem suçluluk hem de vicdan azabı çekiyor. Sovyet Devrimi’ne inanıp Rusya’ya metro yapmak için oğluyla giden Bay Smith, oğlu Kızıl Ordu tarafından işkenceyle öldürülmüş. Kendi yarattığı cehenneminde yanıyor Bay Smith. Firari mahkûmlar içinde Letonyalı Voss, ressam Tomasz, gece körlüğü olan Kazik, Yugoslav muhasebeci Zoran ve Janusz’la beraber tehlikeli bir Rus mahkûm Valka, Khabarov’un plânıyla gecenin derinliğinde firar ediyorlar. Baykal Gölü’nden geçip Moğalistan’a özgürlüğe ulaşmayı umudediyorlar. Yollarına, Irena adında bir Polonyalı bir kız çıkıyor. Ailesi katledilip katledilmediği gizemli kalan Irena, Kollektif Çiftlik’ten firar etmiş ve Gulag mahkûmlarını takip etmiş günlerce. Mahkûmlar önce kızı istemese de, Irena sanki umudu simgeliyor. Bu zorlu yürüyüşte Kazik, Tomasz ve Irena yolda ölüyorlar. Valka da, Moğolistan sınırında onlardan ayrılıyor. Daha sonra Bay Smith de yol arkadaşlarını terk ediyor, ama geriye kalan üç kişi Janusz, Zoran ve Voss, Hindistan’a ulaşıp özgür oluyorlar.

Çarpıcı görsellik…

Avustralya’nın Sidney şehrinde 1944 yılında doğan Peter Weir, Joan Lindsay’in aynı adlı romanından uyarladığı “Picnic at Hanging Rock – Hanging Rock’ta Piknik” filmiyle dünyada adını duyurdu. Bizim içinse, 1982’de ülkemizde gösterime giren 1981 yapımı “Gallipoli – Gelibolu” filmiyle fark edildi. Çanakkale’de Anzak askerlerinin 1915’teki trajedisini anlattı 1. Dünya Savaşı atmosferinde. 1989 yapımı “Dead Poets Society – Ölü Ozanlar Derneği”, onun ikinci doğuşu oldu. Weir’in “Özgürlük Yolu” filminin anlatımı ve sinemaskop görüntüleri çok çarpıcı. Filmin bazı anlarında, yönetmenin “Gelibolu” filminin de kameramanı olan Avustralyalı Russell Boyd’un, “Gelibolu” filmindeki gibi genel çekimler oluşturması insana heyecan veriyor. Sabit açıda duran kamera, genel açıdan insanları çerçevenin bir tarafından diğer tarafa yürüyüşünü takip etmesi estetik anlamda yönetmenle kameramanın tarzını ortaya koyuyor. Bizlere de az da olsa nostalji yaşatıyor bu çekimler. Yönetmen, yolculuk derinleştikçe, iyi yazılmış senaryonun da yardımıyla karakterlerin ruhsal derinliklerini ve sarsıntılarını görsel açıdan da yansıtabiliyor. Ama, kelimeler güçlü. Moğolistan’da bir tapınağın harabeye dönüştüğünü gören Voss, kendi kilisesini hatırlıyor ve günah çıkartıyor işlediği cinayeti anlatarak. Azılı bir suçlu olan Valka, sanki hayatın gerçekleri gibi duruyor hikâyede. Belki de hikâyenin romantiği Janosz. Halüsinasyonlar gören Janosz, kendine sıcaklık ve dayanma gücü veren evinin bahçesini hayal ediyor. Filmdeki en son sahne gözleri hafifçe yaşartacak sanki. Son sahneden hemen önce, siyah-beyaz belgesel görüntülerle, savaş sonrası Sovyetler’in kuşatmasında kalıp “demirperde ülkeleri” olan Doğu Avrupa ülkelerinden özgürlük eylemleri yükselirken Kızıl Ordu tanklarla o ülkelere girip eylemleri bastırıyor. Sonunda, 1989’da Berlin’deki duvar yıkılıyor ve özgürlük geliyor.

Filmden yansıyan vahşi doğa da hikâyeye anlam katmış. Karlar, soğuklar, çöl sıcakları ve insanın dayanma gücü. İnsanı gerçekten etkiliyor yönetmen Weir. Filmdeki müzikler de gerçekten iyi ve bazı anlarda bu tınıların ruhunuzda dolaştığını sanıyorsunuz. Alman besteci Burkhard von Dallwitz’in, yol arkadaşlarının Moğolistan’a geçtiklerinde fonda etnik tınılar duyuluyor. Bu insana coşku ve hüznü aynı anda yaşatıyor. Himalayalar’da daha yoğun senfonik müzikler duyuluyor perdede. Colin Farrell ve Ed Harris, filmin lokomotif oyuncuları. Sinemaseverler, Janusz’u canlandıran 1978 doğumlu İngiliz oyuncu Jim Sturgess’i, Julie Taymor’ın 2007 yapımı “Across the Universe” filmindeki Jude karakteriyle hatırlayabilirler. Bu oyuncu Lehçe de konuşuyor filmde. İrlandalı, ama 1994 New York doğumlu Saoirse Ronan, Joe Wright’ın 2007 yapımı “Atonement – Kefaret” filminde küçük Briony karakteriyle hatırlayabilirsiniz. Wright – Ronan ikilisi son olarak 2011 yapımı “Hanna” aksiyon-gerilim filmiyle bir araya geldi. Ronan en çok Peter Jackson’ın 2009 yapımı “The Lovely Bones – Cennetimden Bakarken” filminde seyircileri etkisi altına almıştı Susie karakteriyle. Bu İngilizce, Rusça ve Lehçe konuşan filmin bir bölümü, Hindistan’ın Batı Bengal eyaletinin yüksek kesimlerinde, Himalayalar’da yer alan Darjeeling’de çekilmiş. Filmdeki diğer mekânsa, Fas’ın Sahra Çölü’nün içinde bir vaha olan Erfoud. Fas’ta Berberilerin Quarzazate, Arapların Warzazat dedikleri ve Fas’ın film stüdyolarının bulunduğu Quarzazate kasabasına “sessizce yakar” diyorlar. Elbette burası, herkesin dillendirdiği gibi “çöl kapısı…” Yönetmen, Quarzazate kasabasından bu filmi için çok faydalanmış. Ayrıca, Rusya’da geçen bazı sahneler Sofya’ya 25 km uzaklıktaki Vakarel köyünde çekilmiş. Bu film, 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de seyirciyle buluşmuştu.

(Bu yazı 24 Haziran 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

(24 Haziran 2011)

Ali Erden

[email protected]

Portekiz’den Sinemamıza İki Ödül

Portekiz’in Setubal ve Lizbon kentlerinde 03 – 12 Haziran tarihlerinde gerçekleştirilen 27. Festroia Uluslararası Film Festivali’nden iki filmimiz ödülle döndü. Tayfun Pirselimoğlu’nun yönettiği, Ayberk Pekcan, Nazan Kesal ve Rıza Akın’ın rol aldığı Saç, ana yarışmada Fipresci ödülüne lâyık görüldü. Yönetmenliğini Ahmet Boyacıoğlu’nun üstlendiği, kadrosunda Tuncel Kurtiz, Taner Birsel, Şevval Sam, Erkan Can, Nejat İşler ve Derya Alabora’nın yer aldığı Siyah Beyaz ise İlk Filmler Yarışması’nda Özel Mansiyon kazandı.

  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Portekiz’den Sinemamıza İki Ödül yazısına devam et
  • Ölümüne Kaçış

    Jerzy Skolimowski’nin yönettiği ve Vincent Gallo, Emmanuelle Seigner, Zach Cohen ile Iftach Ophir’in oynadığı Ölümüne Kaçış (Essential Killing), 22 Temmuz 2011’de M3 Film dağıtımıyla Kalinos Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Film, bir Taliban askerinin çölde Amerikan askerleri tarafından yakalanmasıyla başlıyor. Gözaltına alınmak üzere Doğu Avrupa’da gizli bir yere götürülürken bindiği aracın kaza yapması sonucu kaçma fırsatı bulan adam, kendini alışık olduğu çöl ortamından çok uzakta, karlar içinde bir ormanda bulur. Hayatta kalabilmek için öldürmekten başka çaresi yoktur.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ölümüne Kaçış yazısına devam et
  • Ölüm Odası (Yönetmen: Hideo Nakata)

    Hideo Nakata’nın yönettiği ve Aaron Johnson, Imogen Poots, Matthew Beard ile Hannah Murray’ın oynadığı Ölüm Odası (Chatroom), 08 Temmuz 2011’de M3 Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Chatroom, karizmatik William’ın açtığı bir sohbet odasında buluşan bir grup genci izliyor. William, arkadaşça ve yardımsever yaklaşımıyla saf gençleri kandırır. Kendi felâketine doğru ilerlerken, gerçek dünyadaki insanlara tahammülü olmayan William’ın yeni kurbanları Jim, Eva, Emily ve Mo, sanal alemden gelen gerçek bir tehditle karşı karşıyadır. Halka, Halka 2 ve Karanlık Sular gibi modern korku sinemasının başyapıtlarına imza atmış Hidea Nakata’dan.

    Özgürlük Yolu

    Peter Weir’ın yönettiği ve Ed Harris, Jim Sturgess, Saoirse Ronan ile Colin Farrell’ın oynadığı Özgürlük Yolu (The Way Back), 24 Haziran 2011’de Medyavizyon Film dağıtımıyla Medyavizyon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    1940 yılında Sovyet Rusya’ya bağlı Sibirya çalışma kampından, özgürlükleri için kaçtıktan sonra 4.000 mil yürüyerek Hindistan’a ulaşan esirlerin, yaşadıkları macera ve dramı ustalıkla anlatan yaşanmış bir yol öyküsü.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Kadının Mücadelesi

    Daha Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde oynadığında, “Made in Dagenham”ın “Kadının Fendi” adını haketmediğini düşünmüştüm. Malûm, Miranda Richardson da İstanbul’daydı. Nigel Cole’un Türkçe adını bilmediği filminin “Büyük bir film olmasa da iyi bir film” olduğunu düşünüyordu. Richardson “Made in Dagenham”da, Birleşik Krallık’ta başbakan yardımcılığına yükselmiş ilk kadın olan Barbara Castle’ı oynuyor. Pek sevdiğim çevirisiyle “asabi kızıl”ı… Kızıl saçları ve burnunda olan öfkesiyle karakterin hakettiği bir tanım.

    Made in Dagenham, bir şeyler yapmaya kalkışan ve etkili olan kadınları anlatan bir film. Yönetmeni Nigel Cole’un daha önce izlediğimiz filmi “Calendar Girls / Takvim Kızları”da öyleydi. Oradaki orta yaşlı (diyelim hadi) hanımlar, hedeflerine erişmek için soyunmayı bile göze alıyorlardı. Helen Mirren’in oynadığı karakter Chris Harper öncülüğünde, başarıya da ulaşıyorlardı.

    Bu seferki kahramanlarımız, aslında gerçek bir olayın kahramanları. 1968’da Dagenham’deki Ford otomobil fabrikasında kötü şartlar altında araba koltuk döşemelerini diken 187 kadın işçi, ücret zammı isteyerek bir eylem yapmıştı. Sonra bu taleplerini, eşit işe eşit ücrete çevirdiler. Harold Wilson’un İşçi Partisi hükümeti aldırmıyor, Ford bastırıyordu ama, Bakan Barbara Castle onlara destek oldu. Eşit İşe Eşit Ücret Yasası’nın mimarı olarak da tarihe geçti.

    Cole’un özelliği, siyasi ya da toplumsal sorunları ciddi ciddi anlatabileceği filmler tasarlayıp bunların kıyısından dönmesi ve seyircilerin kendilerini iyi hissetmesini sağlayan filmler yapması. Aslında buna hata demek haddimize düşmemiş, çünkü bir tercih olduğu ortada. Zaten izleyenlerin her iki filmi sevmesi de, yönetmenin hiç değilse ticari açıdan doğru bir tercih yaptığını gösteriyor.

    Ayrıca, Mike Leigh’in “Happy-Go-Lucky”sinde izleyip hayran kaldığımız Sally Hawkins’in oynadığı eylem öncüsü Rita O’Grady’nin de herhangi bir siyasi geçmişi yok. Cole bu karakteri, eylem içindeki birkaç kadının özelliklerini bir araya getirerek yaratmış. Doğrusu, çok sempatik bir karakter; kocası da Ford’da çalışan, iki çocuk annesi sıradan bir erkek işçi. Ama Rita hem kendi hakkını, hem de arkadaşları ile meslektaşlarının haklarını korumasını çok iyi biliyor, ağzı da lâf yapıyor. Hiçbir itirazım yok. Onun ve sol eğilimli işçi temsilcisi Albert’i oynayan (pek beğendiğimiz) Bob Hoskins’in karakterleri, çok olumlu karakterler.

    Ama mesele onların sevimli olup olmamasından ziyade, bu çok önemli kazanımın vurgulanmasındaki yetersizlikten kaynaklanıyor. Sonuçta, Dagenham’daki kızların başarısı (ki, arşiv görüntüleriyle gerçek kahramanları da izliyoruz), “Afferin sana!” diye tebrik edilip bir de yanağından makas almakla açıklanacak bir başarı değil. Richardson’ın da hikâye anlatımına ilişkin küçük itirazları vardı. “Dagenham,” demişti yaptığımız söyleşide, “Gerçekten anlatılması gereken bir hikâye, keşke gençler izlese. Kendini iyi hissetmeni sağlayan bir film olarak pazarlandı, oysa siyasi bir film aslında. Gerçi, moral yükselten bir film, ucuz da değil.” Evet, “Made in Dagenham” kalkıp bir şeyler yapmayı, birey olabilmeyi, hakkını aramayı anlatıyor. “Calendar Girls”ün karakterleri de esas olarak böyle kadınlardı.

    Richardson, belli ki pek takdir etmediği Harold Wilson’ın yükünü üstlenen Barbara Castle’ın, ülkesi için en iyi olduğunu düşündüğü şeyi yaptığını söylüyordu. “Kadınlara patronluk taslamamaya çalışıyor. Gerçi bir bakan, iyi eğitim görmüş ama, sınıf açısından o kadınlardan pek farklı değil, şivesinden anlıyoruz bunu.” O da bir şive hocasıyla çalışmış, Castle’ın konuşmasını, nutuklarını incelemiş. Richardson’ın Barbara Castle hakkında araştırma yapmak için üç haftası varmış. Kitaplar okumuş, filmleri izlemiş. “Dünyayı değiştirmek istiyorlardı, böyle diyorlardı. O da dünyayı değiştirdi.”

    Bu arada, hayli komik sahneler de var. Örneğin “Cinsel Eşitlik İstiyoruz” pankartının bükülüp “Cinsellik İstiyoruz” şeklinde okunması gibi. Ama hem bu espri, hem de filmin başında Dagenham’in kadın işçilerinin sıcak nedeniyle iç çamaşırlarına kadar soyunmaları ve Hoskins’in Albert’inin içeri “Örtünün, hanımlar, örtünün,” diye girmesi, bir yandan seyirciyi neşelendirirken, bir yandan da “Kadın işte!” şeklinde bir yoruma yolaçma tehlikesi taşıyor. Ne var ki, yapımcılar ile yönetmen de zaten böyle neşeli bir popülist tavır içinde. Öte yandan, haklarını da verelim: Hikâyenin omurgası olduğu gibi duruyor. Bir de, sendikacıların hepsinin toplanıp kızları korkutmak ister gibi baktıkları sahnelerde, özellikle sonlara doğru bir sahnede, bana “Hayvanlar Çiftliği”nin insanlaşan domuzlarını hatırlattılar.

    (23 Haziran 2011)

    Sevin Okyay

    Larry Crowne

    Tom Hanks’ın yönettiği ve Tom Hanks, Julia Roberts, Bryan Cranston ile Taraji P. Henson’ın oynadığı Larry Crowne, 08 Temmuz 2011’de UIP Filmcilik dağıtımıyla Fida Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    İşsiz kalınca ev kredisini ödemekte zorlanan ve boş günlerinde ne yapacağını bilemeyen Larry, dostlarının tavsiyeleriyle yeni bir başlangıç için yerel üniversiteye gitmeye başlar. Hitabet hocası Mercedes’e aşık olur.
    Öğretmenliğe ve kocasına karşı ilgisini yitirmiş olan Mercedes, müthiş bir değişim geçiren bu orta yaşlardaki öğrencisine karşı ilgi duymaya başlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Larry Crowne yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu