Türk Sinemasının Enkazını Toparlayan Adam

50 yılı aşkın bir süredir sinema sektörümüzün içinde yer alan ve akla hayâle gelebilecek her türlü teknik sorunu âdetâ kırmızı renkteki şu meşhur ‘İsviçre ordu çakıları’ gibi çözmesiyle tanınan bir ses ve görüntü sistemleri duayeni Erdoğan Bidav…

Erdoğan Usta’nın son yıllardaki en öncelikli misyonu ise elde kalan 16 ve 35 mm’lik kopyaları hurdaya dönmüş durumdaki eski Türk filmlerini titiz bir onarım eşliğinde yok olmaktan kurtarıp, televizyonlarda yayımlanabilecek kıvama getirmek!

Eski dönemlere ait olup, negatif ve pozitif kopyaları artık iyice yıpranmış durumdaki sinema filmlerinin restorasyonu, günümüzde artık yalnızca ABD ve Avrupa’da değil, Türkiye’de de rahatlıkla yapılagelen rutin bir işleme dönüşmüş durumda… Nitekim, ben de yakın geçmişte, özellikle bu konuda öncü bir rol üstlenen İstanbul merkezli şirketlerden VİPSAŞ A. Ş.’nin çalışmalarına ilişkin bazı haberler yapmıştım sinema sayfalarımızda…

Sözgelimi, Türk sinemasının “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Çöpçüler Kralı”, “Kurbağalar” gibi artık klâsikleşmiş bazı önemli yapıtları son yıllarda hep VİPSAŞ’ta restore edildi ve izleyenlerin şaşkınlıkla karşıladıkları bir görsel-işitsel kaliteye kavuşturuldu. Ses kayıtları boğulmuş, her karesi çizik ve leke içinde kalmış, akışlarında hikâyenin bütünlüğünü bozan kopuklar ve rahatsız edici sıçramalar gözlenen daha pek çok film, VİPSAŞ’ın yaklaşık 1 milyon dolara ithâl ettiği çağdaş bir teknolojik altyapıyla âdetâ günümüzde çekilmişçesine berrak bir görünüme kavuşturuluyor.

Bütün bunlar elbette ki çok güzel gelişmeler… Fakat, şu da unutulmasın ki restorasyon konusunda uzmanlaşan şirketler yorgun bir filmi “ameliyata yatıracakları” zaman, yapımcısından en öncelikle onun “master kaydı”nı talep ediyorlar. Yani, daha ilk çekildiği zaman kameradan çıkan orijinal negatifini… Dijital restorasyon işlemi ancak o zaman gerçek anlamda verimli olabiliyor çünkü… Bunun dışında, yapımcı şirket uzun yıllar boyunca Anadolu’yu kent kent dolaştığı için hurdaya dönmüş bir ikinci jenerasyon kopya teslim ettiğinde, restorasyon çalışmasını yürüten teknisyenlerin ellerinden de çok fazla bir şey gelmiyor. Yenileme operasyonuna temel oluşturan kopyanın durumu içler acısı olduğunda, ses ve görüntüde mucizevî bir düzelme beklemek abesle iştigâl…

Pekiyi ya, restore edilmesi istenen yapıt, bırakın kameradan çıkan orijinal negatifini, dünya üzerinde doğru düzgün bir pozitif kopyası bile kalmamış, var olan son 16 ya da 35 mm’lik şeridi de perişan durumdaki çok eski tarihli bir Türk filmi ise ne oluyor?

İşte, o zaman, Beyoğlu – İstiklâl Caddesi üzerindeki Sadri Alışık Sokak’ın derinliklerinde bulunan “Bidav Telesine” adlı küçücük bir dükkâna, o dükkânın içinde neredeyse tek partili Türkiye yıllarından kalma sinema makineleri, kameralar ve film şeritlerinin arasında sabırla boğuşup duran 73 yaşındaki bir adama başvuruyorsunuz. İlerlemiş yaşına rağmen, sıra işini yapmaya gelince inanılmaz zinde ve çevik olan bu güleç yüzlü er kişinin adı Erdoğan Bidav…

Kendisi, benim de -bir sinema yazarı ve aynı zamanda bir amatör filmcilik meraklısı olarak- adını bu sektörde ta uzun yıllar öncesinde tıpkı bir “efsane” gibi dilden dile dolaşırken duyduğum, fakat yüz yüze tanışmamızın ancak geçen yıl nasip olabildiği gerçek bir ses ve görüntü teknolojileri duayeni…

13 yaşlarında atıldığı çalışma hayatında, son 60 yıldır makinist çıraklığından başlayarak kesintisiz bir şekilde sinemayla yatıp sinemayla kalkmış olan Erdoğan ağabeyin yaptığı işi, gazete sayfalarının iki boyutlu yüzeyinde anlatmak o kadar zor ki aslında… Sizlere ancak dilim döndüğünce aktarabilirim bu çok özel adamın sinemamıza verdiği el emeği göz nuru hizmetleri… Girizgâhı kendi koleksiyonculuk serüvenimden güncel bir örnekle yapmak, belki de en doğrusu olacaktır.

Bundan 7 – 8 ay önce, eBay adlı uluslararası müzayede sitesinden yaklaşık 2 – 3 dakika süreli ve oldukça nadide bir film şeridi satın aldım. Amerikalı bir koleksiyoncunun elinde bulunan bu kısa çekim, İstanbul kentinin 1910’da çekilmiş siyah – beyaz görüntülerini içermekteydi. Gelin görün ki benim film, dünyada artık ne kamerası, ne de gösterici makinesi kalmamış, sürükleme delikleri yanlarda değil şeridin tam orta yerinde gömülü olan arkaik bir model; Fransız Pathe şirketinin bir dönem yaygınlaştırdığı, sonrasında ise yok olup giden 9,5 mm formatındaydı. ABD’den kargoyla gelen küçük bobini nasıl izleyebileceğimi, bu kısacık çekimdeki eşsiz görüntüleri hangi yöntemle kurtarıp gün ışığına çıkartabileceğimi kara kara düşünürken, sektörde tanıdığım herkes, “Bu işi çözse çözse Erdoğan Bidav çözer” diyerek, Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki o mütevazı dükkânı işaret etti.

Sesi ve görüntüsü yok olmanın eşiğine gelip kullanılamayacak kadar hurda olmuş, kendisini oynatabilecek herhangi bir mekanik sistem kalmamış ne kadar antika film varsa bunları ne yapıp edip modern video bantlara aktarabilmesiyle tanınan Erdoğan ağabey, kendisine duyulan o yüksek güveni benim işimde de boşa çıkartmadı ve ülke içinde tek bir göstericisi bile olmayan 9,5 mm’lik o tarihî “İstanbul filmi”ni bir yolunu bulup beyazperdenin üzerinde sağ salim oynattı; sonra da aynı görüntüleri “telesine” işlemiyle profesyonel bir kasete aktararak bana teslim etti. Bunun için ne ücret mi alarak? Yalnızca 100 TL!

Aynı işlemi ABD’de, İngiltere’de ya da Fransa’da yaptırmaya kalkışsam canıma okuyacaklarını gayet iyi bildiğim için, böyle bir jest karşılığında kendisine duyduğum saygı ve minnettarlık daha da arttı.

Yarım Yüzyılı Aşkın Bir Süredir Sinema Sektörünün Hizmetinde

1938 doğumlu Erdoğan Bidav, Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Eskişehir’de dünyaya gelmiş. Mesleğe radyo tamircisi olarak başlayan Erdoğan Usta’nın çocukluk ve gençlik yılları, babasının memuriyeti nedeniyle kent kent dolaşarak geçmiş. Adana’da önce Erkek Sanat Enstitüsü’nü, ardından da elektrik – elektronik üzerine diğer bazı destekleyici kursları başarıyla tamamladıktan sonra, 1960’larla birlikte yavaş yavaş sinema sektörüne yönelmiş. İlk aşamada sinema salonlarının ses sistemlerini kurmakla başlayan bu ilgi, daha sonra yine başka bir kurstan aldığı “sinema makinistliği” ehliyetiyle daha profesyonel bir boyut kazanmış. O tarihten itibaren de sinema teknolojilerine ilişkin olarak meslektaşlarını fersah fersah aşan düzeyde bir uzmanlık noktasına erişmiş. Sektörün eskilerinin de kabûl ettiği bu tespitim kesinlikle bir mübalâğa değil; öyle ki Erdoğan Usta’ya ormancı baltasıyla paramparça edilmiş bir sinema makinesi kalıntısı verin; bir hafta sonra yanına gittiğinizde onu eskisinden daha bakımlı ve sorunsuz şekilde film oynatır durumda bulabilirsiniz!

İçi tıklım tıkış eski film şeritleri, her formattan film gösterim makineleri, antika film kameraları ve her ne ararsanız bulunan esaslı bir tamirat setiyle dolu dükkânında Bidav’ın meslekî hatıralarını dinlediğinizde, anlattığı şeylerin aslında Türk sinema tarihindeki çok önemli dönemeçlere işaret ettiğini fark ediyorsunuz. İlk renkli filmler, kömür ışıklı makinelerden lâmbalı makinelere ilk geçiş, ilk çift kanallı / stereo sesli filmler, ilk 70 mm’lik filmler, ilk Dolby Digital 5.1 ses sistemleri… Nitekim, üniversitelerin sinema – TV bölümlerinde okuyan gençler de onun hatıralarının Yeşilçam tarihine ışık tutan değerini keşfetmiş olacaklar ki dükkânı haftanın her günü genç sinemacı adayları ve kıdemli sinema tarihçilerini ağırlıyor. Sözgelimi, Türkiye’de yalnızca Beyoğlu – Emek Sineması’nda bulunan ve 1970’ler boyunca 10 – 15 tane önemli filmin gösteriminde kullanılan 70 mm’lik dillere destan geniş perde sinema makinesini, 1974 yılında bir İngiliz mühendisiyle birlikte o kurmuş. Bunun gibi, daha pek çok salonun sinema makinelerinin bakım ve onarımı, gelişen teknolojilere paralel olarak revize edilmesi, hükmünü uzun yıllar sürdüren tek kanallı / mono donanımların ardından Türkiye’deki ilk stereo ses çıkışlı, hemen ardından da Dolby Digital düzenekli salonların teknik dönüşümlerinde çoğu kez onun emeği var. Son yıllarda bu tür teknik hizmetler daha ziyade yurt dışı bağlantılı ekipler eliyle yürütüldüğü için, ağabeyimiz de çalışmalarında ağırlığı hurdaya dönmüş eski Türk filmlerinin derlenip toparlanmasına vermiş.

Elinde sinema makinesine takılamayacak kadar hurda şeritler olan her kim varsa soluğu Beyoğlu’ndaki “Bidav Telesine”de alıyor ve Erdoğan Usta’dan filmini kurtarmasını istiyor. Onun ise böyle durumlarda yaptığı işlemler tek kelimeyle akıllara zarar… İki saatlik bir sinema filminin 3200 metre dolayında olduğunu göz önünde bulundurursak, filme ait makaraları tezgâhına takıyor ve neredeyse kare kare fiziksel inceleme yaparak sarıma başlıyor. Bu süreçte de şeridin üzerine yapışmış bant, leke, yabancı madde, yanı sıra sürükleme deliklerinde kırıklar, kötü yapıştırılmış noktalar, oynatımı bozabilecek her ne sorun varsa, gariban pantolonuna yama yapar gibi tek tek onararak ilerliyor. Sabırsız birini çatlatma potansiyeli yüksek olan bu işlemin aşırı yorgun filmlerde iki haftaya kadar yayıldığını da özellikle belirtelim. Ardından, onardığı üç kilometreyi aşkın şeridi üst üste bir kaç kez, üzerine bu iş için üretilmiş özel bir solüsyonun döktüğü narin yüzeyli bir bezle silip, filmi “video transfer”e uygun duruma getiriyor. Son aşamada ise kıra döke ilerleyen o filmi, bir kaydedici kamera ile bir gösterici makineden oluşan telesine sistemine bağlayıp dijital ortama aktarıyor. Artık geri döndürülmez nitelikteki fiziksel yıpranmalar ve kırıklar nedeniyle, transfer amaçlı oynatım da defalarca duraklayarak gerçekleştirilen son derece sıkıntılı bir işlem…

Ondan bu tür “hayata döndürme operasyonları”nı talep eden belli başlı kuruluşlar ise ya eski Türk filmlerine ait toz toprak içindeki makaraları “kiloyla” satın almış, fakat bunları rahatça oynatabilecekleri video bantlara dönüştürmekte zorluk çeken televizyon kanalları, ya da depolarındaki eski filmleri VCD ve DVD formatında piyasaya sürerek o yapıtlardan yıllar sonra ek bir gelir elde etmeyi plânlayan Yeşilçam’ın kıdemli yapım şirketleri… Eldeki kopya ne kadar kötü durumda olursa olsun, Bidav’ın bugüne kadar “Yapamadım, pes ettim” dediği bir vak’a da çıkmamış.

Geçtiğimiz Mayıs ayında, mesleğine verdiği 50 küsur yıllık emekleri nedeniyle Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Vakfı tarafından başkente davet edilerek, üniversitede düzenlenen bir törende “teşekkür belgesi”yle onurlandırıldığını öğreniyoruz Erdoğan Usta’nın… Duvarına asmış olduğu o belgeyi bize gururla gösteriyor.

Günün birinde, gecenin bir yarısında televizyonun karşısında otururken, gözleriniz siyah – beyaz yıllardan kalma, görüntüleri çizik içinde, sesleri yalpalayan, fakat buna rağmen zamanın yıpratıcılığına elinden geldiğince direnerek akıp giden 1940’lar, 1950’ler ya da 60’lardan kalma yorgun görünümlü bir Türk filmine takılırsa, bilin ki o filmin sizlere ulaşmasında Erdoğan Usta’nın şahin gözleri ve mahir ellerinin de ciddi bir hakkı vardır. Klâsik dönem Türk sinemasının artık hiç bir bilgisayarın kurtaramayacağı kadar kötü durumdaki yâdigârlarını günümüzde bile iyi kötü hâlâ izleyebiliyorsak, bunun sebebi onun simgesel bir el hakkı karşılığında ortaya koyduğu hayranlık uyandırıcı sabrıdır.

* * *

Sinemacılıkta “telesine işlemi” nedir?

Batı dillerindeki yazılışı “telecine” şeklinde olan bu işlem, 8, 16, 35, 70 mm ve IMAX formatlı sinema filmlerindeki ses ve görüntünün, televizyon gösterimleri için, herhangi bir kalite kaybına yol açılmadan, dijital yayıncılıkta kullanılan profesyonel video bantlara aktarılması anlamına geliyor. Bunun için de bir tarafında film gösterim makinesi, diğer tarafında ise profesyonel bir video kamera bulunan, her biri kendi yerlerine sabitlenmiş yekpare bir cihaz grubundan yararlanılır.

Film makinesine takılan bobin, göstericinin objektifinin hemen önünde bulunan yarı saydam bir buzlu camda, ses ve görüntü berraklığı en iyi duruma getirildikten sonra küçük bir resim çerçevesi boyutunda oynatılmaya başlanır. Buzlu camın diğer tarafında bulunan dijital bir kamera da aynı resim çerçevesine odaklanarak camda oynayan filmi bir video kasette kayıt altına alır. Bu sırada sesler ise oynatıcıdan kameraya giden özel bir kablo aracılığıyla aktarılmaktadır.

Böylelikle, “telesine” işlemi yapılmış, yani şeritten dijital ortama transfer edilmiş film, bir kasetin ya da hard-diskin içinde oradan oraya rahatlıkla taşınarak televizyon yayınlarında daha pratik bir yöntemle gösterilme imkânına kavuşur. O kaset ya da hard-diskten de aynı filmin VCD ve DVD kopyaları üretilir.

Adana Erkek Sanat Enstitüsü Kimliği

Bonservis

Kurs Bitirme Belgesi

Sinema Makinesi Kullananlara Mahsus Ehliyetname

(Bu yazı, Yeni Şafak Gazetesi’nin 08 Ağustos 2011 Pazar günkü sinema sayfasında aynen yayımlanmıştır.)

(10 Ağustos 2011)

Ali Murat Güven
Yenişafak Gazetesi Sinema Editörü

[email protected]

Musallat 2: Lanet

Alper Mestçi’nin yönettiği ve Türkü Turan, Tülay Bursa, Selim Gürata ile Zeliha Güney’in oynadığı Musallat 2: Lanet, 02 Aralık 2011’de Özen Film dağıtımıyla Mia Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Musallat 2: Lanet, insanın hayatında 2 yaşından önce yaşadığı zamanları hiç hatırlayamaması ve o yılların karanlığı üzerine yapılmış korkutucu ve tedirgin edici bir film. Kapkaranlık geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan öğretmen Elif, yaşadığı tüm sorunların aslında geçmişindeki büyük bir hatadan kaynaklandığını öğreniyor. Elif’in öğrendiği bu büyük hata ise yanlış zamanda ve yerde yapılan, korkunç ve çözülmesi mümkün olmayan bir büyüdür.

Musallat 2: Lanet yazısına devam et

Paradoks Sine-Felsefe Yaz Seminerleri 10: The Grapes of Wrath, Kriz, İnanç ve Kolektif Eylem

SİYAD üyesi felsefeci – sinema yazarı Metin Gönen eğitmenliğindeki Paradoks Sine-Felsefe Yaz Seminerleri, 10. haftasında John Ford’un yönettiği ve başrollerinde Henry Fonda ile Jane Darwell’ın oynadığı Gazap Üzümleri (The Grapes of Wrath) filmini Kriz, İnanç ve Kolektif Eylem başlıklarıyla birlikte inceliyor. Filmde 1930’lu yıllarda ABD’de fakirleşen bir ailenin topraklarını terkederek mevsimlik işler için California’ya doğru yola çıkmaları anlatıyor. Seminer, 07 Ağustos 2011 Pazar günü 11:00 – 15:00 saatleri arasında “Validebağ Adile Sultan Kasrı Öğretmenevi, Kadıköy, İstanbul” adresinde yapılacak.

  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Paradoks Sine-Felsefe Yaz Seminerleri 10: The Grapes of Wrath, Kriz, İnanç ve Kolektif Eylem yazısına devam et
  • Yangın Var Ekibi Karadeniz’de

    Murat Saraçoğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Yangın Var filminin Karadeniz çekimleri devam ediyor. Rize Belediyesi’nin katkılarıyla gerçekleştirilen çekimlerde Rize halkı da rol aldı. Halkın büyük ilgi gösterdiği Rize’deki çekimler, Rize Meydanı’nda, Orta Camii’de, Özel Şar Hastanesi’nde gerçekleştirildi. Çekimlerine 05 Ağustos’tan itibaren Trabzon Çayırbağı’nda devam edilecek olan filmin konusu şöyle: İtfaiyeci Koşman hibe edilen itfaiye kamyonunu teslim almak Diyarbakır’a gider. Dönüş yolculuğu sırasında yanında gizemli bir misafir ve sıra dışı bir macera vardır.

    Tarihi Bir Film

    Başlığa bakıp ciddi bir filmden söz edeceğim sanılmasın, gerçi sinemamızın ilginç (benim için ilginç, -aşağıda açıklayacağım) filmlerinden biri ama sadece filmlerinden biri. Eski bir anekdotu burada anlatmak istiyorum, seyirci olmaktan öte, sinema ile ilgilenmeye başladığımız günlerde, arkadaşlara göre onlardan ilerde olduğum düşünülmüş ki –Tokat Ali Sabri Sineması’nda-, bir yerli film seyrederken, jenerikte yazan isimlerin ne yaptığını belirten yazıları okuyarak bana soruyorlardı.

    Prodüktörün, senaristin, kameramanın ne yaptığını söyledim de sıra rejisöre gelince duraladım. Sahi filmde “rejisör” ne yapardı. (O zamanlar kullanılan tabir bu.) Öğrendik sonradan ne yaptığını, neler yapabildiğini ve isimlerinin jenerikde -çok az istisnalar dışında- en son yazdığını. Ve zamanla ister istemez, jenerikde ismi en son yazanlar kafamıza kazındı. Şimdilerde sinemamızda -adı jenerikte en son yazanlar hakkında- bir dizin yapmaya hazırlanıyorum. Bu konuda Sn. Özgüç ve Sn. Evren’in yayınlanmış kitapları var ama benim formatım daha değişik olacak.

    Neyse, biz filmimize gelelim: Güzeller Resmigeçidi (1960 / Kemal Film – Seden Film). Fakat daha önce görmemiz gereken durumlar var. 1917’de ilk filmimiz (Pençe / Sedat Simavi) ile başlayan sinemamıza ses, 1931’de geliyor, İstanbul Sokakları (Muhsin Ertuğrul) ile. Zaman içinde Münir Nurettin Selçuk, Perihan Altındağ Sözeri, Müzeyyen Senar, Malatyalı Fahri (Kayahan), Ahmet Üstün, ses sanatçısı (şarkıcı) olarak filmlerde roller almaya başladılar, doğaldır ki denk getirildi, şarkı da söylediler.

    O devirlerde televizyon -bir süre sonra- ancak filmlerde görüp hayalini bile kurmadığımız (?) bir teknoloji. Sosyal durumların ikame prensipleri gereği, şimdiki günlerde televizyonların (sazlı / sözlü) eğlence programları yerine filmler üretildi. Caz Saz (Alpan – 1952), İstanbul Havası (Alpan – 1952), İstanbul Yıldızları (Muhtar – 1952), Şehir Yıldızları (Ergün – 1956), Cilalı İbo Yıldızlar Arasında (Ergün – 1959). Bu filmlerde, bir gazino veya yarışmada geçen yarım saatlik bir hikâye arasına serpiştirilmiş çeşitli şarkıcı, türkücüler ile tam bir “eğlence programı” oluyor ve seyircilere ilginç geliyordu.

    Aynı gruba sokulabilinecek bir film olarak 1960 yılında yapılan Güzeller Resmigeçidi ilginç bir durum arz ediyor. Bir gazino ortamı, (bir kızı aramak için düzenlenen) bir ses, dans ve güzellik yarışması, hepsi bir araya geliyor ve şarkıcılarımız, türkücülerimiz resmi geçit yapıyorlar. Jenerikte 15 oyuncu ismi yer alıyor: Ahmet Tarık Tekçe, Nilüfer Sezer, Türkan Şoray, Rauf Alazan, Nubar Terziyan, Osman Türkoğlu, Faik Coşkun, Yüksel Tanık, Necati İlktaç, Orhan Aykanat, Hasan Danabaşoğlu, Saim Bilge, Canan Erdura, Yaşar İzgi, Feridun Karakaya… ve 13 adet ses sanatçısı (şarkı ve türkü) Sevim Tanürek, Ümit Şener, Semra Atalay, Azize Tözem, Nurinisa Tatlıses, Aynur Akın, Şemsi Yastıman, Güler Gürses, Metin Bükey (ve korosu), Kaplan Tarsuslu, Celal Adanalı, Sebilci Hüseyin, Ali Kocadinç, dansözler -dansçılıkları belirtilerek adları yazılmamış- onları da isim isim yazsak, oyuncuları bastıracaklar. Filmin öyküsü ise, bir Arap ülkesinde babasından hükümranlığı almayı bekleyen Ahmet, mirasın İstanbul’da yaşayan adı, sanı, adresi bilinmeyen bir kıza bırakılmasına çok bozulup, İstanbul’a gelerek kızı bulup öldürmek niyetindedir. Kızın katılacağını umarak bir yarışma düzenler ve oyuncuları arasına alınmış tüm şarkıcı ve türkücüler sıra ile marifetlerini gösterirler… Bu arada jenerikte “senaryo yazarı” diye bir isim belirtilmemiştir. Filmin yönetmenini Özgüç, Osman F. Seden (s. 159) gösterir (aynı zamanda senaryo yazarı), internette Sinematürk’te ise O. Nuri Ergün olarak verilir.

    Bir konuşmamızda Mehmet Dinler filmin çekimlerini anlatmıştı. Ben notlarımda yönetmen olarak Dinler’i yazmışım. Ama bana söylediği, filmin içinde bulunan güzellik yarışması bölümünü Necati İlktaç’ın çektiği idi. (Bu çekimin mizansen değil, yurt dışında yapılan gerçek bir güzellik yarışmasında çekildiği idi. / Bu güzellik kraliçeliği bölümüne Türkan Şoray’lı bir pasaj eklenecek ve Şoray kraliçe seçilecektir.) Sn. Alican Sekmeç, hazırlamakta olduğu Mehmet Dinler kitabı için konuştuğunda ise, Dinler’in bu filmi üstlenmediğini söylüyor. Bu durum karşısında şaşırınca, filmin jeneriğinde bulunan (ve yönetmeni belirtmesi gereken yazıda) “SEDEN FİLM Ekibi tarafından meydana getirilmiştir.” açıklamasına dayanarak, filmin bir tek yönetmeni olmadığı ve (sıra ile veya sırasız) Seden Film ekibinin (Seden, Ergün, Dinler…) filmde çalıştığı sonucu çıkıyor.

    Sinemamızda şu veya bu nedenle birçok filmde birden fazla yönetmen çalışmıştır fakat hiç birinin jeneriğinde benzeri bir ifadenin bulunduğunu görmedim (diyorum ama bu konudaki her tür bilgiye de açık olduğumu belirteyim.) Denebilir ki, bu o kadar önemli bir konu mudur? Önemli değilse, yönetmen yerine yazılan ibare yerine, Seden Film adına yönetim ekibine katılan isimlerin hepsinin (bizim anmadıklarımızda olabilir) belirtilmesi iyi olurdu diye düşünüyorum. Sinemamız tarihi içinde çekilen filmleri “yönetmen” denen kişilerle ilişkilendirmek gibi bir işe kalkışmış benim gibi kişiler için önemli bir konu diye düşünüyorum.

    (10 Ağustos 2011)

    Orhan Ünser

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu