Toplumsal Gerçekçi Sinema Metin Erksan’la Başlar
Metin Erksan, Âşık Veysel’in öyküsünü anlattığı ve ilk gerçekçi köy filmi denemesi olan “Karanlık Dünya”yı 1952 yılında çeker. Sansürün gazabına uğrayan film, çok anlamsız gerekçelerle makaslanıp kuşa çevrilir. Metin Erksan’ın sansürle başının derde girdiği son film olmayacaktır “Karanlık Dünya.”
Sansür Komisyonu filmin isminin de “Âşık Veysel’in Hayatı” olarak değiştirilmesini ister. Filmin oyuncularından Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in komünist parti kuruculuğundan tutuklanmasıyla tamamen yasaklanan film, daha sonra şartlı olarak gösterim izni alabilir. İznin şartlı olmasının gerekçeleri de, filmde görünen ekinlerin boylarının kısa ve cılız olması, tarım işleminin çok ilkel gösterilmesi ve filmde turna dansı yapan kızlardan ikisinin çıplak ayaklı, ikisinin çarıklı olmasıydı.
Köy filmleri içinde yine Metin Erksan’ın yönettiği Fakir Baykurt’un romanından uyarladığı, sansür nedeniyle başına gelmeyenin kalmadığı unutulmaz filmi “Yılanların Öcü” (1962) ve yine yasaklarla, sansürle boğuşan filmi “Susuz Yaz” (1964) da başyapıt filmler olarak sinema tarihindeki yerlerini alır.
“Yılanların Öcü”nde, Bayram rolüyle Fikret Hakan’ın, Haççe rolüyle Nurhan Nur’un, Haceli rolüyle Erol Taş’ın, Irazca rolüyle Aliye Rona’nın, Muhtar rolüyle Ali Şen’in unutulmaz oyunculuklarının ve Yalçın Tura’nın müziğinin de filmin başarısında çok önemli yeri vardır.
Film uzun süre sansürle boğuştuktan sonra, dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Çankaya Köşkü’ndeki özel gösterimde sanatçıları kutlamasıyla sansürden çıkabilir. Fakat film Ankara’da gösterime girdiği gün olaylar çıkar. Ulus Sineması’ndaki gösterime katılan Fakir Baykurt sahneye çıktığında, olaylar büyür, koltuklar kırılır, afişler yırtılır. Sokağa taşan olaylar sırasında topluluk “kahrolsun komünistler” sloganıyla yürüyüş yapar.
“İlk kez Türk sinema tarihinde yazarıyla, fıkracısıyla, karikatürcüsüyle, sansüre karşı çıkılır ve Türk filmcileri o zamanki Gen-Ar Tiyatrosu’nda bir toplantı düzenler. Gene CHP milletvekillerinden İbrahim Saffet Omay ile Sabit Kocabey bu konuyla ilgili olarak meclise bir soru önergesi verir.” (Agâh Özgüç. Türk Sineması Sansür Dosyası. Koza Yayınları, 1976)
“Susuz Yaz”da, Osman Kocabaş (Erol Taş), iyi kalpli abisi Hasan Kocabaş’ın (Ulvi Doğan) karşı çıkmasına rağmen köylülerin suyunu kendi tarlasına çevirir. Köylüler susuz ve ürünsüz kalır. Susuz yazlar yaşanır. Ardından abisi Hasan’ın güzel karısı Bahar’a (Hülya Koçyiğit) göz koyar. Köylü susuzluk çeker, Osman kadınsızlık. Elde edemediği Bahar’a anlatamadığı derdini, korkuluğa anlatır. Aç gözlü ve hain Osman, Bahar’ı elde etmek için oyun oynamaktan ve yalan söylemekten çekinmez. Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmi de Sansür Kurulu tarafından tümüyle reddedilmiştir.
Halit Refiğ’in yönettiği “Şehirdeki Yabancı” (1962) filmi de sansüre takılan, sinema tarihimizdeki önemli ilk toplumcu gerçekçi filmlerdendi. “‘Moskova Film Festivali’ne davet edilen ‘Şehirdeki Yabancı’nın Sovyet basınındaki tepkileri en iyi şekilde M. Kvasnetskaya’nın ‘Festival Sputnik’teki eleştirilerinde şu sözlerle özetleniyordu: ‘Bazı teknik aksaklıklarına rağmen Şehirdeki Yabancı genç Türk film endüstrisinin araştıran, düşünen, halkının hayatına bağlı olarak hisseden birçok yetenekli insanlara sahip olduğunu göstermektedir.’ 1963’te yazıldığı halde bugün için hâlâ geçerli olan, Türk sineması üzerine en doğru yargı…” (Halit Refiğ. Ulusal Sinema Kavgası. Hareket Yayınları. 1971)
“Gecelerin Ötesi” (Metin Erksan, 1960), “Yılanların Öcü” (Metin Erksan, 1962), “Otobüs Yolcuları” (Ertem Göreç, 1961) “Şehirdeki Yabancı” (Halit Refiğ, 1962), “Susuz Yaz” (Metin Erksan, 1964), “Kızgın Delikanlı” (Ertem Göreç, 1964), “Karanlıkta Uyananlar” (Ertem Göreç, 1964), “Hızlı Yaşayanlar” (Nevzat Pesen, 1964) ve “Bitmeyen Yol” (Duygu Sağıroğlu, 1965) filmlerini 60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.
1960’lı yılların başında toplumsal gerçekçi filmler çeken yönetmenler, ulusal bir sinema dili oluştururken estetik kaygılar da taşıyorlar ve bunu filmlerine yansıtmaya çabalıyorlardı.
Demokrat Parti’nin Menderes iktidarıyla başlayan ‘çarpık kapitalistleşme’ sürecinde toplumun genetiğiyle ve algılarıyla da oynanmaya başlanmıştır. Her mahallede milyoner yaratma söylemleriyle sınıf atlama düşleri körüklenirken, başarıya giden yolda her yol mubah anlayışı yaygınlaştırılır.
Menderes hükümetinin popülist uygulamaları toplumda karşılığını bulmakta gecikmedi. Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi.
2. Türk Film Festivali’nde Metin Erksan’ın En Başarılı Senaryo Ödülü aldığı, Sinema Dergisi’nin düzenlediği soruşturmada da En İyi Film ve Metin Erksan’ın da En Başarılı Yönetmen seçildiği Gecelerin Ötesi, filmin oyuncularının da filmografisinde önemli bir yer tutar.
Filmde ideallerini gerçekleştirebilmek için “çete”leşen altı gencin öyküsü anlatılır. Farklı düşleri olan bu insanlar, ‘kısa yoldan köşeyi dönme’ tohumlarının atıldığı, her mahallede bir milyoner yaratma söylemlerinin insanları etkilemeye başladığı günlerde, kendilerine mutluluk getireceğine inandıkları, ideallerini gerçekleştirmek için sahip olmaları gerektiğini düşündükleri parayı ‘çete’ kurup soygunlar yaparak elde etmeye çalışırlar. Uzun yol kamyon şoförü, ailesine de bakmak zorunda olan bir mensucat fabrikası işçisi, Amerika’ya gidip orada çalışmak, yenidünyanın nimetlerinden yararlanmak isteyen iki müzisyen, işsiz bir idealist aktör ve yine parasız bir ressam bir araya gelerek soygunlar yaparlar. Kısa yoldan ‘köşeyi dönme’ düşlerinin nelere yol açabileceğini, insanların hayatın gerçekleri karşısındaki bu tür seçimlerinin, tutunma yöntemlerinin yarattığı dramları yalın bir dille, sahici biçimde anlatan Gecelerin Ötesi’nde Kadir Savun, Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu, Suna Selen, Oktar Durukan, Suphi Kaner, Ziya Metin ve Yılmaz Gruda da unutulmaz bir oyunculuk sergiler.
Kendisi de büyük toprak sahibi olan Menderes bir yandan dışa bağımlı kapitalistleşme adımları atarken bir yandan da toprak reformuna yanaşmadığı gibi tamamen ağalık sistemi destekleyen büyük toprak/köy sahiplerinden yana bir politika izler. Köylünün payına da ağaya marabalık yapmak ve yoksulluk düşer.
Büyük kentlerde başlatılan sanayileşme adımları, yeni iş alanları oluştururken ‘taşı toprağı altın şehir’ yanılsaması yaratır. Bu büyüye kapılan ağa zulmünden, açlıktan, yoksulluktan yılmış kır yoksulları, sonradan kent yoksullarına ve oralarda ‘öteki’ne dönüşüp dışlanacakları büyük kentlere göç etmeye başlar. Oluşan bu göç dalgası da büyük alt üst oluşlara, toplumsal dönüşümlere yol açacaktır.
Sinemamızın önemli filmlerinden olan Gurbet Kuşları’nda da usta yönetmen Halit Refiğ, yeni bir yaşama kavuşma hayalleriyle başlayan köyden kente göç sorununu ilk kez kapsamlı bir biçimde sinemaya aktarır. Gurbet Kuşları sinemamızdaki ilk göç filmidir aynı zamanda. Memleketinde işleri bozulan Maraşlı bir aile taşı toprağı altın şehir İstanbul’a göç eder. Hayalleri, altın şehrin olanaklarından yararlanmak, zenginliğine ortak olmaktır. Aile, İstanbul’a gelişin kapısı olan Haydarpaşa Garı’nda trenden indiğinde, baba Tahir Efendi, “Allah’ın izniyle şah olacağız İstanbul’a, şah!” der. Fakat bu hayalin gerçekleşebilmesi hiç de kolay değildir. Çünkü “iş bilenin, kılıç kuşananındır.” Maraşlı aile, altın kentin ekonomik düzenine, farklı yaşam biçimine, ahlâk anlayışına ayak uyduramaz, tutunamaz. İnsan yutan kentin içinde çözülmeye başlar, parçalanır, “şah olmaya” geldikleri kente yenik düşer.
Gerçek hayatta da kentin merkezi, oluşan yeni gecekondu mahalleleriyle çevreye doğru yayılır yıllar içinde. Kentin yeni konukları, başka bir söyleyişle, kentin yeni sahipleri tutunabilmek için hızlı ve acımasız bir yaşam mücadelesine girişir. Büyük kentte tutunabilmek, başka işlerde doyuramadıkları karınlarını doyurmak, bakmakla yükümlü oldukları evlerine ekmek parası götürebilmektir bütün amaçları. Onların payına düşense hep zor işlerdir.
Nevzat Pesen’in yönettiği Hızlı Yaşayanlar filminde, gazetelerin Özgürlük Heykeli’nin tepesinden bırakıldığında Amerika’dan geçilen haberlerin gazete yere düşmeden İstanbul’da baskıya girmediği fakat neredeyse o sürede yetişecek bir hızla okurlara ulaştırılmaya çalışıldığı günlerde yaşanan rekabet anlatılır; İstanbul’da yayınlanan gazeteleri başka kentlere, taşraya taşıyan kamyonların şoförlerinin ölümle burun buruna geçen hızlı yaşamaları…
Filmin kahramanlarından Orhan (Ayhan Işık), gazetede gördüğü ilân üzerine, gazete taşıyan kamyonlarda şoförlük yapmak için iş başvurusunda bulunur. “Bu işte para çok fakat her an kelle koltukta gideceksin” der Müdür Bey. “Biliyorum ama ölümü düşünecek vaktim olmayacak galiba” diye yanıtlar Orhan ve diyalog şöyle sürer:
Müdür Bey: “Gasteleri yükleyip beş saatte Ankara’da olacaksın. Başka gaste arabaları seni geçerlerse önce parandan keser, sonra da işinden olursun.”
Orhan: “Bi anam bi de hasta kardeşim var. Taksicilikte bakamadım onlara. Peki, beş saatten evvel gidene pirim var mı?”
Müdür Bey: “Hayır ölmenizi değil, yaşamanızı istiyoruz, ama biraz hızlı yaşamanızı.”
İstanbul’un öyküsüdür anlatılanlar. Kent, o yıllarda henüz insan yutan bir ‘mega köy’e dönüşmemiştir fakat 50’li, 60’lı yıllarda ‘Altın Çağı’nı yaşayan kentte, hızla kent yoksulları oluşur, göçle her geçen yıl çoğalarak büyümeyi sürdürür.
70’lere geldiğimizde kentle birlikte insanlar da çözülmeye kirlenmeye başlar. Köklü ve hızlı dönüşümler yaşanır. Yaşanan yoğun göç, bozulan ve değişen üretim ilişkileri, ekonomik krizler bu kirlenmeyi ve çözülmeyi hızlandırır.
Kente göçün başlamadığı dönemin köy gerçekliğini Metin Erksan’ın, Yılanların Öcü (1962) ve Susuz Yaz (1964) filmlerinde izleriz. Susuz Yaz’da, Osman Kocabaş (Erol Taş), iyi kalpli abisi Hasan Kocabaş’ın (Ulvi Doğan) karşı çıkmasına rağmen köylülerin suyunu kendi tarlasına çevirir. Köylüler susuz ve ürünsüz kalır. Susuz yazlar yaşanır. Ardından abisi Hasan’ın güzel karısı Bahar’a (Hülya Koçyiğit) göz koyar. Köylü susuzluk çeker, Osman kadınsızlık. Elde edemediği Bahar’a anlatamadığı derdini, korkuluğa anlatır. Aç gözlü ve hain Osman, Bahar’ı elde etmek için oyun oynamaktan ve yalan söylemekten çekinmez.
Yılanların Öcü’nde de küçük toprağını ekerek geçimini sağlayan Kara Bayram (Fikret Hakan) yoksul bir köylüdür. Köy kurulundan ikinci üye Haceli (Erol Taş), oğlu Bayram ve gelini Haççe ile oturan Irazca Ana’nın evlerinin önüne ev yapmak ister. Irazca kadın buna çok sert tepki gösterir. İki aile arasında şiddete varan tartışmalar, kavgalar yaşanır. Deli Haceli evi yapmak, Irazca (Aliye Rona) da yaptırmamakta kararlıdır. Muhtar (Ali Şen), ev yapımına ayak direyen Bayram’ı, Haceli’nin kardeşlerine dövdürür. Haceli de, kerpiçlerini parçalayan Irazca’nın evine saldırır ve Haççe’yi döver. Haççe aldığı darbelerle hastalanır ve çocuğunu düşürür.
Sonunda Irazca, köyü ziyarete gelen Kaymakam’a durumu anlatır ve muhtarla, Haceli’yi şikâyet eder. ‘Genç Cumhuriyet’in idealist kaymakamı, Irazca Ana’dan yana tavır alır. Kadir Savun da köyün iyi ve babacan adamıdır. Tabii ki Bayram’dan yanadır ve ailenin en büyük destekçisidir. Gerektiğinde Bayram’ı savunmak için, Deli Haceli ve kardeşlerinin karşısına dikilir. Kaymakam gittikten ve muhtarla, Haceli güç duruma düştükten sonra, yenilgiyi hazmedemeyen Haceli’nin kardeşleri, ağabeylerine “İstersen emret şimdi gidip evlerini ateşe verelim” dediklerinde karşılarında Kadir Savun’u (Agali Dayı) bulurlar. “Eğer böyle bir şey yapacak olursanız, en önce beni bulursunuz karşınızda. Ben düpedüz Bayram’dan yanayım. Bunu her zaman böyle bilin.”
Kadir Savun, filmde çok az gözükse de hem kendisini çok iyi anladığını ve oyunculuğunu doğru değerlendirdiği söylediği Metin Erksan’ın filminde oynamaktan mutludur hem de Aliye Rona gibi rol arkadaşlarından. Aliye Rona’nın Iraz kadın rolünden öylesine etkilenmiştir ki, kızına da Iraz adını koyar.
(07 Ağustos 2012)
Mesut Kara
-
DİĞER YAZILARI