İspanya Sineması denilince akla ilk gelen yönetmenlerden biri olan Venturo Pons, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nin yaptığı özel bir organizasyonla Türkiye’ye getirildi. 05 – 15 Haziran tarihleri arasında da Pons’un muhteşem 5 filmini izleme şansı bulduk. Pera Müzesi’ne bu organizasyonu gerçekleştirerek alternatif filmlerin usta ismi Venturo Pons ile Türkiyeli sinemaseverleri bir araya getirdiği için teşekkür ediyoruz. Etkinlik boyunca izlediğimiz filmler şöyleydi:
* Anita Treni Kaçırmadı (Anita No Pierde El Tren)
* Aşkın Gıdası (Manjar de Amor)
* Barcelona
* Ölmek ya da Ölmemek (Morir o No)
* Her Şeyin Aslı (El Porque de Las Cosas)
Venturo Pons’un Türkiye’ye geleceğini öğrendiğimde gerçekten çok heyecanlanmıştım. Üstelik onunla özel bir söyleşi yapabilme ihtimalini düşündükçe heyecanım artıyordu. Müzenin Pr’ı Birgül Hanım’ın bir basın gösterimi çıkışında arayıp “Saat 15:00’te söyleşi için bekliyoruz” dediğinde saat 13:00’e geliyordu… Ancak onun karşısına oturduğumda alçakgönüllü tavırları ve sımsıcak gülümsemesi (ne de olsa bir Akdenizli) beni çok rahatlatmıştı. Yoğun programı arasında yaklaşık yarım saat sohbet edebilme şansım oldu. Sorularımı büyük bir içtenlikle cevaplandırmıştı. Sohbetimiz bittiğinde “Keşke Türkçe bilseydim ve sizinle uzun uzun sohbet edebilseydim” demesi beni gerçekten çok mutlu etmişti. Venturo Pons’un ülkemizi tekrar ziyaret etmesini ve yeni filmlerini merakla bekliyoruz…
Filmlerinize teatral bir hava hakim, bu anlamda tiyatro geçmişinizin sinemanıza etkisini öğrenebilir miyiz?
Tiyatro sayesinde oyunculara nasıl davranacağımı öğrendim. Yani onlarla daha iyi iletişim kurmam açısından çok yaralı oldu. Yaratmak istediğim atmosfere onları sokabilmem gerekiyor. Onlara ne istediğimi anlatmak ve onlardan en iyi geri dönüşümü almam için iletişim çok önemli. Tüm bunlar bana tiyatronun kazandırdıkları. Diğer taraftan da sinema ve tiyatro çok farklı iki sanat dalı. İyi bir hikâye, güçlü bir anlatım ve çok iyi bir rol dağılımı. Benim de yönetmen olarak yapmak istediğim bunları en mükemmel şekilde birleştirebilmek.
Hikâyenizi anlatırken zaman zaman bir anda bizi gündelik yaşamdan koparıp fantastik bir boyuta taşıyorsunuz… Bunu yaparak varmak istediğiniz nokta nedir?
Esas olan hikâyemi adamakıllı anlatabilmek. Hikâyemi ne kadar ilginç kılabilirsem izleyici o kadar içine girebiliyor. Beni etkileyen, bana dokunaklı gelen şeyleri anlatmaya çalışıyorum bu yüzden. Hikâye üzerinden sinematografik olarak seyirciye aktarabilmek mesele.
En karamsar hikayede bile bir “umut” teması hakim. Bunu en yoğun olarak Ölmek ya da Ölmemek’te gördük. Umut etmenin sizin için anlamı nedir?
Ben buna inanan, hep umut eden bir insanım. Hayatımda her şeyi mücadele ederek kazandım. Kimse bana bir şey hediye etmedi. Bir şey elde edebilmek için mücadele eden insanlara saygı duyuyorum. Bu yüzden filmlerimde hep onların hikâyelerini anlatmaya çalışıyorum. Her şeye rağmen hayata tutunan insanları da bu yüzden seviyorum. Ancak bahsetmek istediğim şey para değil. Manevi şeyler için yapılan mücadele. İnsani yönlerimize katkıda bulunacak mücadeleler… Benim karakterlerim hep mutluluk arayışı içerisindedir. Genelde bunu beceremiyorlar. (gülerek) Ama bunu becerememek de oldukça insani.
Filmlerinizdeki ağırlıklı konulardan biri de kadınlar. Kadınların zaaflarını, komik ya da sinir bozucu yanlarını ele alıyorsunuz; onları bu kadar iyi nasıl tahlil etmeyi başardınız?
Bunun sırrını ben de bilmiyorum (gülerek). Gözlemlemeye olan merakımdan kaynaklanıyor olabilir. Yılların getirdiği birikim mi desek (gülerek). Yani yaşadıkça bunları kendiliğinden anlatmaya başladığınızı görüyorsunuz. Zaten İspanya’da beni kadın oyuncuları çok iyi çekip çeviren bir yönetmen olarak tanıyorlar. Bu üstümde böyle kaldı (gülerek).
Her Şeyin Aslı’nda ilk sahnede bir taşa “Baba” dedirtmeye çalışan bir adam görüyoruz. Son sahnede de mantar cininden dilek dileyen bir adam var. Bu öykülerin mesajı nedir?
Bu gönüllük üzerine bir hikâye. Minimalist bir anlatım bu. Hikâyede üç bölüm var. Kadın – erkek ilişkilerinin anlatıldığı realist bir bölüm var. İlk ve son bölüm de fantastik. Son hikâye de şüphe üzerine. Hayatın iki yüzü gibi. Yani bir şeyleri yapmak için duyduğunuz gönüllülük. Diğer taraftan da sizi geri çeken tereddüt. Bu yüzden taş hikâyesinde gönüllülük, mantar cini hikâyesinde de tereddüt var. Her ikisi de iyi değil. Yani ne çok gönüllü olmak ne de çok tereddüt etmek.
Barcelona adlı filminizde faşizme yaptığınız vurgu dikkat çekiyor…
Faşistler Barcelona’ya geldiğinde insanlar “Yaşa Franko!” diye bağırıyorlardı. Belki savaşı kazandılar ama barışı kaybettiler. İspanya’da iç savaş 1939 yılında bitti. Batının özgürlüğe ulaşan son ülkesi Portekiz ile faşizm ile hesaplarını bizden 1 yıl önce kapattı. Filmde bu geçiş döneminin sıkıntılarını anlatmak istedim.
Son olarak size Türk Sineması hakkındaki düşüncelerinizi sormak istiyorum.
Çok değil. Birkaç film gördüm sadece. Fatih Akın’ı tanıyorum esas olarak. Aynı denizi paylaşıyoruz Türkler ve İspanyollar olarak. Ancak sinemasal olarak birbirimizi pek de tanımıyoruz. İtalyanlar ile de aynı durum geçerli. Komşu olarak nitelendirdiğimiz ülkelerin bile filmlerini göremiyoruz. Bu gerçekten çok üzücü. Böyle özel gösterimlerin, festivallerin olması gerçekten çok önemli. İletişimi ancak bu şekilde sağlayabiliyoruz. Bu filmlerin adamakıllı dağıtımı yapılsa insanlar ilgi gösterirler. O da yapılmıyor. Yani bu etkinlikler olmasa halimiz harap. (gülerek)
*****
Film Eleştirileri:
Her Şeyin Aslı
Venturo Pons, Her Şeyin Aslı’nda kadın – erkek ilişkilerine çok farklı bir bakış açısı geliştirmiş. Bir taşa -pa (baba) dedirtmeye çalışan bir adamı izliyoruz. Önce bize tam bir kaçık gibi görünüyor ve onun haline kahkahalarla gülüyoruz. Taşı alıp kucağında sevmeler, onunla karşılıklı yemek yemeler… ve tek bir sözcük -pa! Sonra adam öyle bir lâf ediyor ki gülüşmeler yerini derin bir sessizliğe bırakıyor: İnsanlar her zaman minerallerin sözel yeteneği küçümserler. Çok da doğru ve yerinde bir tespit. İnsanlar genellikle rasyonel gerçekliklere değer verirler. O yüzden elindeki taşa baba dedirtmeye çalışan adam bize komik geliyor. Sonra adam taşı fırlatıyor ve taş şehirden, ülkeden, uzaydan… sonsuz bir yola doğru yol alıyor. Sonra da kalabalık bir caddenin ortasına düşüveriyor. Ve düşerken çıkardığı sesi tahmin etmek hiç de zor değil: Pa! İşte Vantura Pons böyle deneysel bir anlatımla karşılıyor bizi Her Şeyin Aslı’nda.
Sonra kadın – erkek ilişkilerinde hiç de yabancısı olmadığımız durumları bir nevi skeçler halinde izliyoruz. Öyle güzel yakalamış ki kadın ve erkeklerin zaafını… Sanki dev bir aynası var ve bize doğru doğrultmuş. Üstelik çok da zekice harmanlamış. En bel altı replikleri bile bayağılığa kaçmıyor.
Pons’un mercek altına aldığı kavramlar ise şöyle; irade, bilgelik, dürüstlük, samimiyet, teslimiyet, rekabet, tutku, karşılıklı anlayış, ego, garez, kıskançlık, aşk sadakat ve süphe…
*****
Ölmek ya da Ölmemek
Bambaşka hayatların ve farklı insanların bir noktada buluşması… 21 Gram ve Paramparça Aşklar Köpekler ve Babil üçlemesini anımsatan bir film.
Ölmek ya da Ölmemek’te Venturo Pons bizi sorgulamaya davet ediyor. Sorgulanan kavramlar bir çoğumuzun tabusu olan Tanrı, kader ve ölüm üzerine… Tanrı gerçekten var mı? Kaderlerimizle oynayabilir miyiz? Ya da kader gerçekten var mı? Ölüm engellenebilir mi? Kısacası hayatınızın yönetimi Tanrıda mı yoksa sizde mi diye düşündürüyor. Verilmek istenen mesajda hiçbir çaba göstermeden işleri Tanrıya adamanın faydasız olduğu… Venturo Pons hikâyesini anlatırken oldukça cesur görünüyor.
Filme senaryosunu karısına anlatan bir adamı dinleyerek başlıyoruz. Adam anlattıkça sözler yerini görüntüye bırakıyor. Biz de kahramanlarımızın hayatlarını tanımaya başlıyoruz.
Filmin karakterleri anlatıcımız ve onun karısı, motosikletli genç çocuk, onun akıl hastası annesi, iki polis, bağımlı bir adam ve onun ablaları, öldürülmesi için kiralık katil tutulan başka bir adam ve bir komşu.
Film motosikletli çocuğa bir polis arabasının çarpması ile başlıyor. Arabadaki iki polisten kadın olan kafayı oldukça sıyırmış bir karakter. Yani polislerin egoist ve saldırgan tarafını temsil ediyor. Devriye arkadaşı ise durumu dengelemek istercesine yaratılmış iyi huylu, yardımsever bir polis. Böylece polisleri eleştirirken hepsi de öyle değil ama şeklinde bir parantez açılmış. Ancak bu noktada motosikletli çocuğun “Siz polissiniz kırmızı ışıkta geçme özgürlüğünüz var, peki size kim ceza yazacak?” replikleri zihinlerde yer ediyor.
Filmde tüm karakterlere iki seçenek sunuluyor. İlki ölüm… Motosiklet kazasında ölen çocuk, haberi alınca intihar eden akıl hastası anne, ablalarının rehabilitasyon talebini reddederek aşırı dozda uyuşturucu alarak hayatına son veren çocuk, boğazına yemek tıkanan çocuğun annesinin ilginç tepkisizliği sonucu can vermesi, hastane odasındaki adamın ani ölümü, kiralık katili tarafından vurulan adam ve anlatıcımızın hikâyesini anlatırken kalp krizi geçirip ölmesi… Hepsi ölüyor ve tüm ölümler siyah beyaz olarak çekilmiş.
Sonra ekran renkleniyor. Bu renklenme hayati ve her şeye rağmen yaşamanın mümkünlüğünü simgeliyor. Bu kez de motosikleti çocuk polisler tarafından zamanında hastaneye yetiştiriliyor. Hastane odasında yanında yatan adam fenalaştığı sırada düğmeye basarak onun hayatını kurtarıyor. Hayatı kurtulan adam da boğazına yemek kaçan çocuğu kurtararak zincirleme bir hayat kurtarma vakası gerçekleşiyor. Motosikletli çocuğun annesi hap içip intihar etmek yerine hastaneye oğlunun yanına gidiyor. Bağımlı çocuğu ziyarete gelen ablası, yanındaki küçük yeğeninin çekmecesinden hapları gizlice çalıyor. Böylece onlar gittikten sonra hapları bulamayan çocuk ablalarını arayarak tedaviyi kabul ettiğini söylüyor. Kiralık katili tarafından öldürülmek üzere olan adam ona yalvarmak yerine onu öldürürse hayatı boyunca yaşayacaklarını yüzüne vurarak katilini vazgeçiriyor. Kalp krizi geçiren anlatıcımız karısı tarafından ambulansın aranmasıyla hayatta kalıyor.
Filmin asıl amacı da zaten her şeye rağmen hayatta kalabilmenin önemi ve bu yetiye ne durumda olursa olsun her insanın yapacak gücünün var olması. Bu anlamda yer yer didaktik ve klişe örneklerle de olsa mesaj gözümüze sokuluyor. Bir de hikâyede çok fazla karakterin var olması filmin sonlarına doğru acaba nasıl toparlayacak telaşına düşürüyor. Telaşa mahal olduğunu da son bölümlerin apar topar geçiştirilmesi ile görüyoruz. Yani gelişme bölümünün çok fazla yayılması yönetmenin filmi toparlamasını zorlaştırmış. Ancak her şeye rağmen bir dili, estetiği ve derdi olan bir film olduğunu anlıyoruz. (Röportaj ve eleştiriler Aylık Mirror Dergisi’nin Temmuz 2008 sayısında yayınlanmıştır.)
(17 Temmuz 2008)
Gizem Ertürk