40. İstanbul Film Festivali Haziran ayı içinde sinemalarda ve çevrimiçi gösterimlerle izleyicilerine ulaştı. Pandemi nedeniyle toplu film izleme rutinime henüz dönmemiş bir yazar olarak, Haziran ayında çevrimiçi sunulan filmleri izlemeyi sürdürdüm. Bu yazı, çevrimiçi seçki dahilinde yer almış filmler üzerinedir.
Uluslararası Yarışma seçkisi Bulgar yapımı ‘Şubat / Février’ ile başladı. Kamen Kalev imzasını taşıyan film, yönetmenin büyük babasının yaşamından esinlenmiş. Ana karakterin sırasıyla 8, 18 ve 82 yaşlarını ele alan üç ayrı bölümden oluşan yapım, insan-doğa ilişkisinin kutsallığı ve yalnızlığı üzerineydi. 8 yaşındaki Petar, dedesi ile birlikte köyden uzakta çobanlık yaparken rutin hayatından kaçmak ve kendi dünyasını kurmak arzusundadır. 18 yaşına geldiğinde evlendirilir ve ertesi gün askere uğurlanır. Karşısına çıkan martılar onun için özgürlük sembolüdür, ancak çocukluk hayallerini büyük ölçüde yitirmiş ve onun için çizilmiş hayatı kabullenmiştir artık. Filme adını veren Şubat ayı yaşlılığı, kara kış günlerini temsil etmektedir. Vahşi doğanın ortasında yapayalnızdır bu döneminde. Cannes 2020 etiketini taşıyan film 16 mm çekilmiş. Diyaloglar son derece sınırlı. Buna karşılık güçlü görselliğiyle hipnotize edici bir deneme bu. Bulgaristan’ın en yetkin sinemacılarından biri olan Kalev’in yeni çalışmaları merakla beklenmeye değer.
Yarışma filmlerinden ‘Kod Adı: Nagazaki / Kodenavn: Nagasaki’, dünyanın bir ucundaki hayatta olup olmadığını bilmediği biyolojik annesini bulmaya çalışan bir genç adamın hikâyesini olabilecek en oyuncaklı biçimde anlatan sıra dışı bir belgesel çalışmaydı. 27 yıl önce kendisini terk edip Norveç’ten ülkesi Japonya’ya dönen annenin peşine düşen Marius Lunde, çocukluk arkadaşı yönetmen Fredrik S. Hana ile birlikte bu yolculuğu benzersiz bir film fırsatına dönüştürüyor ve bu maceranın her adımını farklı film türlerinden esinlerle belgeliyor. Gerçek ile kurmacayı ustaca bir potada eritmeyi başaran yapım, samuray filminden kara filme, korku sinemasından canlandırma sinemasına alışılmadık bir sörf denemesi, temelinde hüzünlü bir arayış öyküsü anlatıyor.
Yarışma seçkisinde yer almış olan bir diğer film, İngiliz yapımı ‘Sansür / Censor’, 80’li yıllara damgasını vurmuş kanlı kesme biçmelerden oluşan (slasher) video filmlerin görsel atmosferi üzerinden ilerliyordu. Sansür kurulundan Enid, piyasayı sarmış ve büyük ilgi gören bu tür kanlı video filmleri piyasaya sunulmadan önce denetlemekle görevli bir kurgucudur. Genç kadın dağıtım onayı verdiği filmlerden birindeki yöntemle işlenmiş bir dizi cinayetle sarsılır önce. Ama asıl şoku, izlediği filmlerden birinde kendi geçmişiyle ilişkilendirdiği şiddet sahneleri gördüğünde yaşayacaktır. David Lynch, Harmony Korine ve Quentin Tarantino hayranı genç yönetmen Prano Bailey-Bond’un bu ilk uzun metrajı, gerçeküstücü ve hipnotik atmosferiyle hem çarpıcı hem de dış basında söz edildiği gibi ‘tuhaf bir biçimde rahatsız edici’ bir yapım.
Yarışma filmlerinden ‘İnsan Faktörü / Human Factors’ çekirdek aileyi didikliyordu. Film, işleri yüzünden bunalan ve araları bozulan Jan ile Nina’nın hafta sonunu çocuklarıyla birlikte aileden kalma yazlıkta geçirmeleriyle başlıyor. Eve birilerinin girdiğinin anlaşılmasıyla uzak aile fertleri önce birbirlerine kenetleniyor, ama sonrasında anlattıklarının birbirini tutmadığı anlaşılıyor. Yönetmen Ronny Trocker ‘toplumun güncel medya çağından nasıl etkilendiğini ve bunun aile denen mikro-evrene etkisinin ne olduğunu yansıtmak istediğini’ belirtmiş bir söyleşisinde. Yer yer Haneke’nin aileye bakış açısını anımsatan bu huzursuz dram, geriye dönüşleri ustaca kullanan kurgusuyla dikkat çekiyor.
Haziran seçkisinin en iyi filmlerinden, geçtiğimiz Berlin Film Festivali’nden Büyük Jüri Ödülü ile dönmüş olan ‘Çarkıfelek / Guzen To Sozo’, Türkçe yakıştırılmış adından yola çıkarak sihirli tesadüfler üzerine naif bir romantik dramdı. Daha önce İKSV festivallerinde gösterilmiş ‘Happy Hour’ ve Cannes’da ana seçkide yer almış ‘Asako I & II’ filmlerinden tanıyıp sevdiğimiz yazar yönetmen Ryūsuke Hamaguchi, kendine ait üç kısa öyküyü biraraya getirdiği filminde, rastlantıların ve seçimlerin farklı kadınların hayatlarında bıraktığı derin izlerden yola çıkarak, yine çok sevdiğimiz meslektaşı Hong Sang-soo’dan esinler taşıyan hoş bir filme imza atmış.
Bu yıl Morhipo destekli ‘Galalar’ bölümünde yer alan ‘Doğal Işık / Természetes Fény’ İkinci Dünya Savaşı sırasında Macar birliklerinin işgali altındaki Sovyetler Birliği topraklarında yaşanan insanlık suçları üzerineydi. Elem Klimov’un ‘Gel ve Gör’ filmi ile hafızamıza kazınmış benzer bir toplu katliamı engelleyemeyen asteğmen Istvan’ın ahlaki çıkmazı, suçluluk ve vicdan muhasebesiyle karanlığa gömülmüş öyküsü Pal Zavada’nın aynı adlı romanından esinlenmiş, Berlinale 2021’den en iyi yönetmen ödülüyle dönen Dénes Nagy tarafından yönetilmiş. ‘Dünyayı doğru değerlendirdiğimizi, hayattaki ödevimizi bildiğimizi sanırız. Bu algının nasıl da zayıf kaldığını göstermek istedim’ diyor Macar sinemacı.
Festivalin ‘Çiçek İstemez’ temalı bölümünde yer alan ‘Pilotun Karısı / Die Welt Wird Eine Andere Sein’ gerçek bir öyküden yola çıkan ve 5 yıl süren zorlu bir birliktelik üzerine. Türkiye kökenli tıp öğrencisi Aslı ile Lübnanlı göçmen Said türlü zorluklara karşın aşklarını korumaya özen gösteriyor. Said’in kimseye haber vermeden ortadan kaybolmasına kadar. Filmi izlemeyi düşünenler bundan sonrasını okumasın lütfen. Almanca özgün isminin karşılığı olarak ‘karısına bambaşka bir dünya bırakma ülküsüyle’ dünyayı sarsan ve değiştiren 11 Eylül faciasının aktörlerinden biri olmaya kadar gidecektir Said. Yönetmen Anne Zohra Berrached’in üçüncü uzun metrajı yakıcı içeriğine karşın, konvansiyonel sinema kalıplarının dışına çıkamamış orta halli bir yapım.
Galalar bölümünde gösterilen bir diğer Alman yapımı D‘Fabian veya Bok Yoluna Gitmek / Fabian Oder der Gang vor die Hunde’ Erich Kästner’in dilimize de çevrilmiş aynı adlı kült romanından yola çıkmış. Yayımlandığı 1931 yılında sansürlenen, Nazi döneminde ‘yoz edebiyat örneği’ olarak nitelendirilerek yakılan kitaplar arasında yer almış olan eser, büyük ekonomik buhran sonrasında ahlaki çöküşün dibini yaşayan Almanya’nın çarpıcı bir portresini çiziyor. Arşiv görüntüleriyle anlatısını güçlendiren dram tanınmış Alman sinemacı Dominik Graf’ın usta ellerine teslim edilmiş.
Festivalin açık havada gösterilen Ulusal Yarışma filmlerini izleme fırsatımız olmadı. Ancak Ulusal Kısa Film Yarışması ödülünü bileğinin hakkıyla alan ‘Suçlular’ sinemamız adına gurur verici bir çalışmaydı. 2021 Sundance Bağımsız Filmler Festivali’nde senaryo dalında Jüri Özel Ödülü kazanmış olan yapım, ‘Görülmüştür’ adlı ilk uzun metrajıyla beğenimizi kazanan Serhat Karaaslan’ın imzasını taşıyor. Bir Anadolu kentinde birlikte romantik bir gece geçirmek için otel arayan ancak evlilik cüzdanları olmadığı için şehirdeki otellerden geri çevrilen üniversite öğrencisi genç çiftin başına gelenleri konu ediyor film. Karaaslan daha ilk dakikadan itibaren gerilimi adım adım tırmandırmaya başlıyor. Sonunda bir Anadolu otelinde kâbus halini alan gece, ülkemizde gençlerin karşı karşıya kaldıkları sistematik baskının kanlı canlı temsili haline dönüşüyor. Zekice düşünülmüş küçük ayrıntılarla türler arasında ustaca sörf yapan 24 dakikalık bu denemeyi bir yerlerde bulup izlemenizi öneririm.
Kısa film demişken, bu yıl festivalin bir güzel sürprizi olarak, filmografisi tamamen kısa filmlerden oluşan Yunan sinemacı Konstantina Kotzamani’nin ‘Yunan Tuhaf Dalgası’ndan nasibini almış irili ufaklı 6 filmini peşpeşe izleme fırsatı bulduk. Bunlardan 2012 yapımı ‘Arundel’in mektuplar aracılığıyla üç karakteri birbirine bağlayan düşsel anlatımından, esinini Hristiyan mitolojisinden alan 2016 yapımı ‘Araf / Limbo’nun görsel mükemmelliğinden etkilendik.
(10 Temmuz 2021)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com