Sinemamızın Sadibey’inin 50 yılı aşkın sinema sevdasını ve sinema yazarlığına, sektöre dair düşüncelerini dün bugün ekseninde konuştuk.
Sinema sizin için ne ifade ediyor?
Sinema zamanı mekân içinde donduran, en iyi ifade sanat bence. O nedenle de yedinci ve son sanat demişler.
Peki belgesel sinema ne ifade ediyor?
Belgesel sinema için gerçek sinema diyebiliriz. Hayatı olduğu gibi kayda alıyor, yorumluyor. Bilinmeyenlere karşı büyük bir cezbedici yanı var. Ve belgesel sinemanın kurmacada olduğu gibi A sınıfı, B sınıfı, C sınıfı yok. Amacı yaşamı belgeleyip insanları bilgilendirmek ve geleceğe aktarmak. İletişim araçları içinde en doğrusunu da o yapıyor.
Sinemaya ilginiz nasıl başladı? Amacınız bir sinefil mi olmaktı sadece? Yoksa sinema sektöründe bir şeylere imza atmak da var mıydı? Yönetmen, oyuncu, yapımcı vb.
Biz TV öncesi kuşak olduğumuzdan kendimizi bildiğimiz zamandan beri sinemaya ilgi gösterdik ve çok sevdik. Sinefil olmayı amaçlamadım, sadece sinemayı çok sevdim. Hem seyretmesini hem hakkında okumasını. Sinemada izlediğimi hatırladığım ilk film Özen Film ithalatı, siyah-beyaz “Kendi Kendine Küçülen Adam” adlı filmdir. 1960’lı yıllarda 10’lu yaşlarımda Paşabahçe Yeni Sinema’da izlediğimi hatırlıyorum. Onlarca yıl sonra Özen Film, Beyoğlu Sinepop’ta tekrar gösterdiğinde çocuklar gibi sevinmiştim. Çok önceleri bir kısa film senaryosu yazmaya çalışmıştım, bakın yazdım demiyorum, yazmaya çalışmıştım. Film yapmak haddim değil, çok zor iş. Klasik söylemdir ülkemizden hemen herkes bir kendi işini, bir de sinemayı çok bilir. Ben hiçbir zaman öyle olmadım. Film çekmek hiç kolay değildir, çekseniz bile pazarlaması da başlı başına maharet ister. Kıramadığım ve sevdiğim bir arkadaşın ricası üzerine bir filmde ciddi ciddi diyaloglu bir rolde oynadım. Başka da kısmet olmadı. Sinema yazarlarını sektörün gerçek sahipleri olarak görürüm. Bizler kamera arkasının arkasıyızdır. Hemen herkes, yapımcısı, oyuncusu, teknik elemanı gün gelir sinemayı bırakır, çeker gider. Bizler tutkuyla ve maddi getiri beklemeden sevdiğimizden sinemanın canlı belleğini oluştururuz.
İşte ben de sizin sinemaya ilişkin 50 yılı aşan canlı belleğinizi okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
1969 yılında Sinematek Derneği’ne üye olduğumdan bu yana hiç kesintisiz hemen her hafta sinemalarda gösterime giren 2-3 filmi izlediğim gibi, sinema hakkında ne bulsam okurum. Buna eskiden gazetelerde çıkan film ilanları dahil. Daha sonra duayen yazarımız Atilla Dorsay müptelası olunca yazdıklarını rehber kabul edip, tavsiye ettiği filmleri izlemeye başladım. Hiçbir şey anlamadığım filmleri, Dorsay tavsiye ettiği için 2. kez gördüğüm çok olmuştur. Aklıma gelen ilk örnekler Fellini’nin Satrycon’u ve Roma’sı olmuştur. Keza Tommy, vs. gibi filmler. Sinema hayatımın her bölümünde vardır. Misalen sizin adınız Semra’yı unutmamak için hemen sinemadan bir isim hatırlarım, aklıma Semra Sar’ı getiririm ve sizin de adınız unutulmazlar arasına girer.
Demek beni Semra Sar üzerinden hatırlıyorsunuz.
Sadece Semra Sar değil, belgesel sinema denince de aklıma Semra Güzel Korver geliyor. Baktığım her yeri, 3/4 oranındaki klasik film çerçevesinden görüyormuşum gibi algılarım. İddia ediyorum eşyalara, cisimlere, canlılara, -ne derseniz deyin- dokunmadan baktığımız sürece gözlerimizin gördüğü her şey görüntüden ibarettir. Yeryüzüne indiklerinde sinema olsaydı eminim kutsal kitaplar “Önce söz vardı” yerine “Önce görüntü vardı” şeklinde başlayacaktı. “Önce sureti görürüz, sonra ses o suretten çıkar” veya “Görüntü sesten daha hızlı yol alır” mı desem pek iddialı olur bilemiyorum.
Sinema yazarlığı serüveni nasıl başladı?
Sinema konusunda yazmaya başlamadan önce ve yazarlıkla 6-7 yıl birlikte götürdüğüm çalışma hayatımda, o zamanki adı Etibank’tan Türkiye Elektrik Kurumu’na evirilen müessesede önce büro elemanı, sonra harita teknisyenliği yaparak hayatımı kazandım. Kendimi sinema yazarı olarak görmesem de mecburiyetten öyle oldu. Sinemayı çok severim. Hiç film ayrımı yapmam, misalen yerli 3. sınıf kült filmlerimizden bir gün “Parçala Behçet”i izlesem, ertesi gün Fellini’nin “Amarcord”unu, ne bileyim Bunuel’in “Tristana”sını seyrederim. Böyle bir sinema severken 1989 yılında Saim Yavuz sinemalarda ücretsiz dağıtılan haftalık Sinema Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. İlk sayısında okurlara sinema hakkında “aklınıza ne gelirse yazın” diye çağrı yaptı. O yıllarda sinema alanında çok da dergi, gazete vs. yoktu. Ben de oturdum 4-5 sayfalık bir mektup gönderdim. Ki bu mektupta sinemalardaki yangın söndürme cihazlarının son kullanım tarihlerinin geçtiklerinden bile bahsettim. Sinemaların girişlerinin çok şatafatlı olduğundan bahisle, çıkış koridorlarının neden pislik içinde olduğunu sorguladım. Aklıma ne gelirse yazdım. Ondan sonra tabi ki anlaşıldığı üzere başıma iş aldım. Dergiden her hafta yazı istemeye başladılar. Hiç aklıma gelmeyen bir şey. Mecburen her hafta, 15 günde bir yazı göndermeye çalıştım. Yani benim yazarlığım oldukça özel bir durumda oluştu. Dergiye yazdığım ilk yazı sektörde çok ses getirdi. Hatta sinemacılar dergi sahibine, “Bu yazıyı sen takma isimle yazmışsın, kimse bizim sektörün teferruatlarını bu kadar bilemez.” bile demişler.
Şahsi internet sitesi açan ilk SİYAD üyesisiniz. 2005’te sadibey.com’u kurmaktaki vizyon ve misyonunuz neydi?
Evet, SİYAD üyeleri içinde ilk ben web sitesi açtım. Aslında o da mecburiyetten oldu. O zamanlar Avşar Film’in basın tanıtım işlerini yapıyordum. Şirketten ayrılıp küçük çapta film dağıtım şirketi kuran arkadaşlar da sağ olsunlar kendi filmlerinin tanıtım işlerini bana verdiler. Onları da kırmamak adına yardım etmeye başladım ve çok yoğunlaştım. O sırada sevgili oğlum da Bilgi Üniversitesi’nin bilgisayar bölümünden mezun olmuştu. Benim çektiğim sıkıntıyı görünce, “Sana web sitesi kuralım babacığım, oradan dağıtırsın bülten ve görselleri.” dedi ve kurduk. Malûm ben bir taraftan da dergilere yazı yazdığımdan film şirketlerinin hemen hepsinden vizyon filmleriyle ilgili bülten, görsel, vs. her şey geliyor. Sinemayı da çok seviyorum. Bir yandan web sitesi üzerinden kendi çalıştığım firmaların filmlerinin tanıtım materyallerini basına gönderirken, diğer şirketlerden gelen yazılı bilgi ve görselleri de yok etmeye gönlüm razı olmadı, siteye yüklemeye başladım. Birkaç yıl sonra baktım ki yavaş yavaş güzel bir birikim oluyor. Nitekim bugüne geldiğimizde 15 yılın sinemalarda vizyona çıkmış bütün filmleriyle ilgili her türlü bilgi var sitede. Keza filmlerin vizyona çıkış tarihleri, festival ve yarışmalarla ilgili bilgiler, fotoğraflar, afişler her şey var. Fotoğraf adedimiz 190.000’i geçti. Herhangi bir misyon yüklenmeyi amaçlamadık ama işi severek ve doğru bilgi vermeye gayret ederek yapmaya çalıştığımızdan öyle tanınmaya başladık. Bazen film şirketleri geçmişteki kendi filmleriyle ilgili bilgileri bile sordukları oluyor. Basın gösterimlerinin bile kaydını tutarız. Hangi tarihte, hangi film, hangi sinemada basına gösterilmiş hepsi kayıtlarımızda vardır. “Ne âlâka, ne gereği var” diyeceksiniz.
Hayır demeyeceğim. Belge, bilgi, arşiv, bellek çok önemli kavramlar benim için.
Doğru tabi sen bir belgesel sinemacısın. Biliyor musun, günün birinde şirketin birisi 2-3 yıl önceki basın gösterimini ne zaman, hangi sinemada yapıldığını bize sormuştu. Sebebi de ithal ettikleri filmin masraflarını belgeleyip satın aldıkları firmaya bildireceklermiş. Anlaşmalarında masraf paylaşımı da varmış. Yani her bilgi bir gün geliyor lazım oluyor. Bugünlerde zorlanmaya başladık. Yağmur gibi bilgi geliyor. Bazılarını mecburen yükleyemiyoruz. Zaman buldukça yüklemek isteriz tabi ki. 2005’ten bu yana sinemalarda gösterilen filmlerin seansları ve gişe hasılatları da sitede bulunuyor. Bazen yüklemekte geciktiğimizde Kültür Bakanlığı’ndan bile sordukları oluyor.
Sinema yazarlarının örgütlenmesinin önemi nedir, ne tür bir gelişme sağlar sektöre?
Örgütlenme her şeyde olduğu gibi tabi ki sinema yazarlarında da iyidir. İnsanlar kendilerini daha güçlü hissederler, nasıl derler, “Birlikten kuvvet doğar.” Hep söylediğim gibi kanaatimce sinema sektörünün gerçek sahibi sinema yazarlarıdır. Çok az arkadaşımız sinemadan ekmek yer ama sinemaya olan tutkumuz sektör insanlarından çok daha fazladır. Neticede maddiyat düşünmeden bu işi sürdürüyoruz. Sinemanın belleği sayılırız. Çok film seyrettiğimizden ve konuyla ilgili sürekli araştırma yaptığımızdan sektöre kılavuzluk yaptığımız da söylenebilir.
Bu kadar profesyonelce emek ve zaman harcayıp kazanç elde edememek de hiç etik ve anlaşılır değil öte yandan. O zaman gençlere bu mesleği önermiyorsunuz yani. Sonuçta geçimlerini sağlayamayacaklar. Elbette bu işten kazanç elde edenler de var. Hobi olarak ya da arada ikincil bir iş olarak mı yapsınlar…
Bu kadar emek ve zaman harcayıp kazanç elde edememek etik sayılmaz ama bir işi severek ve tutkuyla yapmak da parayla ölçülecek bir şey değil. Sinema yazarlığı veya eleştirmenlikten para kazanmak çok zor. Günümüzde sosyal medya ortamında hemen herkes filmler hakkında yazmaya başladı ve eleştirmen oldu. Neyse ki benim film eleştirmenliği gibi bir iddiam yok. Filmleri sinema salonunda izlemeye teşvik edici yazılar yazıyorum. Gençlere tavsiyem ilgi duydukları ve sevdikleri mesleklerle ilgili eğitimlerini mutlaka tamamlasınlar, ondan sonra sinemaya olan ilgileri devam ediyorsa bir yerlerde film eleştirisi yazıları yazsınlar. Yaptıkları meslekten maddi, yazdıkları yazılardan manevi kazanç sağlamış olurlar. Kazanç demek her zaman para, mal veya mülk değil. Benim gibi sinemaya dışarıdan gelmiş, üniversite tahsilini yarıda bırakmış birisine ülkenin en prestijli üniversitelerinden Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin Sinema Emek Ödülü vereceğini söyleseler, şahsen, bizzat, kendim inanmazdım. Ama verdiler ve ben bu mânâlı ödülü Beyoğlu Emek Sineması’na adadım. Hadi buradan da arabeske geçelim ve “Parayla saadet olmaz, mühim olan insanlık” diyelim. Neticede arabesk de sinema filmlerinde ayrı ve özel bir kategori olarak görülüyor ve 1980’lerde birçok sinema sektörü insanının geçimlerine katkıda bulundu.
Evet bir çok “Emek Ödülü” aldınız. Malatya ve Kayseri Film Festivalleri’nden de aldınız. Festivallerde jüri üyelikleri yapıyorsunuz ve zaman zaman bildiğiniz, tanıdığınız arkadaşlarınızın da filmleri oluyor. Jüriliğe bakış açınız nedir? Jüri değerlendirmelerini nasıl buluyorsunuz? Zaman zaman imtiyazlı tutumlar oluyor mu sizce?
O konudan çok rahatsızım. Festivalleri düzenleyen arkadaşlardan gelen teklifleri kıramıyorum. Ne kadar adil davranmaya çalışsam da tanıdığım sanatçıların filmlerine karşı daha hoşgörü ile davrandığımı sanıyorum. Ama neticede jürilerin verdiği kararlardan şüphe duymamak gerekir. Mümkün olduğunca hak yememeye gayret ederiz.
Valla bunu cesurca itiraf eden benim tanıdığım ilk kişisiniz. Kime sorsan “Olur mu öyle şey, tanıdıklara torpil geçmek falan…” der.
Zaman zaman bu nedenle jüri üyeliği tekliflerini geri çevirmeyi düşünürüm ama neticede o da bir hizmet. Bazen bakıyorum -ki sen de biliyorsun,- sinemayla hiç ilgisi olmayan kişileri veya bir-iki film yapmış kişileri jürilere alıyorlar, o nedenle 50 yıldır bu meseleyi yakından takip eden biri olarak “Neden yapmayayım?” diyorum ve kabûl ediyorum. Sen de jürilik yapıyorsun, bu da ayrı bir hizmet. Sektörde bilgi, deneyim, görgü sahibi insanların jürilik yapması önemli.
Önemli tabi. Sadece jürilerin seçimlerinin de bir seçim olduğunu, mutlak olmadığını hatırlatmak isterim. Her jüri kendi akıl, bilgi, deneyim, görgü, etik, estetik ve kalbinin atışına göre beğeni dağıtır.
Jürilerden söz etmişken festivallerin dünü ve bugününü nasıl yorumlarsınız? Festivaller bir endüstriye dönüştü dünyada. Türkiye’de de bir şenlik havasından endüstriyel bir işletmeye dönüşüm süreci hız aldı. Bunun getiri ve götürüsü nedir sizce?
Menfi mânâda söylemiyorum ama festivaller, iyiden iyiye dağıtım şirketlerine alternatif ticari bir sisteme dönüştü zannımca. Eskiden tek şehirde yapılan festivaller, şimdilerde onlarca şehirde yapılır hale geldi. Teknolojik gelişimin de kışkırttığı bu oluşumlarda, seçilen 8-10 filmlik bir paket, Kültür Bakanlığı’ndan alınan desteğin de yardımıyla şehir şehir dolaştırılarak festival adı altında seyirciye sunuluyor. Vizyona giren filmleri takip edenler, bazı küçük şehirlerde düzenlenen festivallerde gösterilen filmlerin neredeyse yarıdan fazlasının aynı dağıtım şirketlerine ait olduğunu da pekala fark ediyor. Tekrar edeyim menfi olarak algılanmasın, bazı festival düzenleyicilerinin tek festivalle yetinmediklerini, aynı düzenleyicinin iki, üç, dört festival yaptığını da görüyoruz. Sanki orada da bir tekelleşme oluşmaya başladı. Bazılarının festivalleri “Benim festivalim” şeklinde bile lanse ettiklerine şahit oluyoruz. Netice olarak memleketimizde bir film festivalleri enflasyonu olduğunu da söyleyebiliriz. Gönül her festivalde bırakın yüzbinleri, milyonlarca sinemasever görmek istiyor ancak ülkemizin en büyük film festivali olduğunda hemfikir olunan İstanbul Film Festivali’nde son yıllarda 150.000 seyirciye ulaşıldığı övünülerek duyuruluyor. Bu seyircinin tekil seyirci adedi olmadığının hepimiz farkındayız. Gösterimlere gittiğimizde hemen her seansta onlarca tanıdığa rastlıyoruz. Dolayısıyla herkesin günde 2-3 film seyrettiğini varsayarsak -ki bazıları 4-5 film izliyor- İstanbul Film Festivali’nin bile kemikleşmiş 30 – 40 bin seyircisi var.
Sektöre girişinizden bugüne sinemaya dair en çok hangi değişimler sizi olumlu ve olumsuz etkiledi? Dün ve bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
En çok sinema salonlarına dair değişimler sinemanın sosyolojisini etkiledi kanımca. Müstakil sinema salonları mutlaka daha iyidir ama, AVM’lerdeki sinema kompleksleri hayatımıza girdikten sonra salonların teknik ve yapı olarak şartları çok iyileşti. Sinema salonları genellikle amfi tiyatro şeklinde yapılara kavuştu. Düz salonlarda hep arkamdaki seyircinin görüş açısını kapattığım zannıyla koltuğa büzüşerek otururdum. Şimdilerin sinema salonlarını o bakımdan çok güzel buluyorum. Keza eski zamanlarda soğukta, paltoyla ve üşüyerek çok film seyrettiğimizi hatırlarım. Genç sinemaseverler bilmez, TV öncesi çağlarda sinemalar görsel eğlencenin zirvesi olduğundan -hadi itiraf edelim- biraz kendilerini kasarlardı da bilet aldığımız yetmezmiş gibi biletlere bir de yardım pulu eklerler, hem yer gösterilmesine para verirdik, hem de tuvaletler paralıydı. Zamanında insanlar oluk oluk gelirken, sinemaların her bir personeli bile kendini tabiri caizse kral gibi görürdü. Filmlere gelirsek eski zamanların popüleri olsun, sanat filmi olsun daha farklı tat verirdi. Sanki şimdilerin filmleri teknik açıdan mükemmel olsa da filmlerde eski samimiyet ve sıcaklık yok gibi. Belki toplumun bozulmasının sinemaya yansımasıdır, bilemem.
Dünden bugüne sinema yazarlığı nasıl bir yol izledi? Bugün sinema yazarlığının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
70’ler ve 80’lerde sinema yazarları, sinemaseverlerin bir tür önderleri gibiydi. Kendimden biliyorum, Atilla Dorsay, Sungu Çapan, Onat Kutlar, Kâmi Suveren, Ali Gevgilili, Tuncan Okan, Nezih Coş, Engin Ayça gibi yazarlarımızın yazdığı ve önerdiği filmleri izlemek bir kuşak olarak bizlerin sinema kültürü edinmemizde en büyük yararı sağlamıştır. Ki sonradan tanışma onuruna ulaştığım bu arkadaşlarımız o zamanlarda en küçük bir tereddüdü gidermek için bile yazılı kitaplara başvururlardı, kitabı gerekirse baştan hatmederlerdi. Şimdilerde yazanların bazıları tereddüt ettikleri bilgilerde Google amcaya soruyorlar, ne gelirse yazı içine yapıştırıyorlar. Film şirketleri bile öyle yapmaya başladılar, gelen bültenlerin bazılarının Google çevirisiyle yapıldığı açıkça belli oluyor. Kötü bir öngörü ama yakında çevirmenler de işsiz kalacak. Sinema yazarları, sektörü en uzun süre takip eden insanlar. Yönetmenler, oyuncular, teknik ekipler, bir bakıyorsun sinema filmi çekiyor, bir müddet sonra, dizi, reklam, müzik sektörüne geçebiliyorlar. Sinema yazarları öyle değil, sinema yazarlığını bırakıp, yemek, tiyatro, müzik veya siyaset yazarlığına geçen nadirdir. Neticede sinema yazmak insana maddi kazanç sağlamasa da süreklilik vasfı kazandırıyor. Sinema yazarlarının, futbol kulübü tutmak gibi yönetmen, film şirketi, oyuncu tuttuğunu sanmıyorum. En fazla beğendiği kişinin beğenmediği filmine eleştiri yazısı yazmaz diye düşünüyorum. Bir ara hemen her gazetede film eleştirisi bulunurdu. Keza 4-5 tane aylık sinema dergisi yayınlandığını da hatırlıyorum. Günümüzde bilindiği gibi en güçlü mecra internet ortamı oldu. Orada da sürekliliği devam eden birkaç dergi ve birkaç web sitesi var. Yeni meraklılar heyecanla başlıyorlar, bir-iki yıl sonra vazgeçiyorlar.
Peki sinemaya dair her yazana sinema yazarı diyebilir miyiz?
Bence memleketimizde sinema yazarı çok az. Arkadaşların büyük bir çoğunluğu sadece film eleştirisi yazıyor. Sinema tarihi ve araştırma üzerine çok az arkadaş emek sarf ediyor. Mesela sinema salonları üzerine yazı yazanlar desek, 2-3 kişi ancak çıkar. Ben hiçbir zaman kendimi film eleştirmeni olarak görmedim, haddim değil, ancak sinema konusunda aklıma ne gelirse yazarım. Şu sıralar sosyal medya ortamının verdiği ilhamla hacimli bir şekilde uzun yazılar yazmasam da bir cümlelik fikirleri bile es geçmiyorum, hemen not ediyorum. Biz fanatik sinemaseverler sektörün her konusuna ilgi duyduğumuzdan en küçük söylentileri, yazıları bile ilgiyle dinleriz ve okuruz. Daha önce benim sitede yazan rahmetli Orhan Ünser’den de rica ederdim. “Bir paragraf, bir cümle dahi olsa yaz.” derdim. Sektör insanları, içinde yaşadıklarından başlarından geçenleri önemsemiyorlar, oysa bize her şey ilginç ve güzel geliyor. Masal gibi okuyor ve dinliyoruz. Sinema dünyası filmiyle, salonuyla, oyuncularıyla, figüranıyla çok ayrı bir dünya.
Sizce sinema yazarı, sinema eleştirmeni kimdir? Aralarındaki farkı nasıl açıklarsınız? En beğendiğiniz sinema yazarı ve eleştirmenini sorsam?
Sinema yazarı, sinema ve filmcilik sektörünün her konusunda inceleme ve deneme ve tarih yazısı yazan kişidir. Eleştirmen adı üstünde filmleri eleştiren yazardır. Sadece bizim eleştirmenlerin filmleri vizyona çıktığı haftada eleştirmelerini ticari amaca hizmet etmek gibi görüyorum. Tanınmış birkaç eleştirmen arkadaş ilk haftasında yazamadıkları eleştiriler için hayıflandıklarında ikinci, üçüncü haftasında yazmalarını önerdiğimde zamanı geçti diye cevap aldığımı hatırlıyorum.
Son olarak kendinize sorulmasını istediğiniz bir soruyu sorun ve yanıtlayın lütfen.
Sinema salonlarında film seyrini sonlandıracağı konuşulan internet platformları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Pandemi başladığında yoğun bir şekilde internet platformlarına yönelim oldu. 10 aydır bu mecralarda her hangi bir film izlemedim. Bir sinemasever olarak sinema salonlarında film seyrinin sonuna geldiğimiz karamsarlığına kapıldım. Fakat çok sevdiğim oğlum Netflix aboneliği hediye edince son zamanlarda birkaç film izledim. İyi ki izlemişim, çünkü internet ortamında yüzlerce, binlerce filme bir tıkla ulaşabiliyorsunuz. Kapı çaldığında, sütçü geldiğinde bir tıkla filmi durduruyorsunuz. Yarım saat sonra izlemeye devam ediyorsunuz. İyi bir şey ama sıkıldığınızda filmi yarıda bırakıyorsunuz. Sinemada bu olmuyor; kapı çalmıyor, sütçü gelmiyor, sıkıldığınızda yarıda bırakmıyorsunuz seyre devam ediyorsunuz ve sonra beğeniniz tekrar yükselebiliyor ve film bittiğinde “İyi ki yarıda bırakmamışım, seyretmişim” diyorsunuz. İnternet ortamda sıkılıp yarıda bıraktığınız film ise gitti gider ve hâlâ da gidiyor. İnternet ortamında izlediğim birkaç filmden sonra, pandemi neticelendiğinde insanların sinema salonlarına tekrar döneceklerine ve birçok filmin yüksek hasılat yapacağına inanıyorum. Nasıl ki okula gitmek istemeyen küçük çocukların bile artık okulların açılmalarını istemeleri gibi sinemada film izlemek yine görsel seyir olayının en önde gelen zevki olacak.
Kabul ediyorum sorular biraz fazlaydı. Derinlemesine bir söyleşi olsun istedim. Çok teşekkür ederim.
Rica ederim. Gerçekten de belgesel bir söyleşi oldu. Semra Güzel’den gelen hiçbir şey fazla gelmez. Sorular güzel olunca cevaplaması da çok keyifli oluyor. Her zaman, her şeyi sorabilir. Başarılar ve güzellikler daima onun olsun.
Bu röportajın ilk versiyanu 30 Ocak 2021 tarihinde cinedergi.com’da yayınlanmıştır. Semra Güzel Korver’li fotoğraflar için Görüntü Yönetmeni Zafer Sevener’e teşekkür ederiz.
(31 Ocak 2021)
Semra Güzel Korver