Neredeyse dört aydır evden dışarı çıkmadığım için, geçen gün farkettim, ben yerimde oturuyorum ama beynim benim yerime gezip dolaşıyor. Aklına estikçe geçmişe geleceğe gidip geliyor. Gittiğim yerlerde, gidemediğim yerlerde, fırsat olsa da yeniden gitsem dediğim yerlerde fır dolanıyor. Bir gün 19. yüzyılda geziyor, bir gün 15. yüzyılda, bir gün orada, bir gün burada.
Kimi zaman bir mavi yolculuk öğleden sonrasında püfür püfür esen rüzgârı yüzümde hissederken, güvertede uzanmış heyecanlı bir roman okurken buluyorum kendimi. Üç dört gün önce de David Lean’in 4 saate yakın süren Arabistanlı Lawrence filmini bir kez daha izlerken, Birinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Filistin çöllerinde buldum kendimi. 1917 yılında 17 yaşında mezun edilen ve cepheye gider gitmez yaralanıp İngilizlere esir düşen dedemin izini sürdüm.
Sonra rotamız Roma’ya döndü. İtalya’da hayatın yavaş yavaş normale döneceğinin açıklandığı günlerde, halka açılacak ilk yerlerden birinin kitapçı dükkânı olacağını öğrenince, bir heyecan aldı beni. Roma’da buldum kendimi.
İtalya merak ve tutkusu bende dokuz, on yaşlarındayken Audrey Hepburn ve Gregory Peck’li “Roma Tatili” filmini gördüğüm zaman başladı. Bunu çok iyi biliyorum.
Sonradan uzun bir yoldan da olsa, mesleğim olacak gazetecilik kıvılcımı da ilk o filmle çaktı sanırım.
“Come prima”, “Luna Rossa” “Dio come ti amo” gibi duygusal şarkılar da, güzel bir ekmek kadayıfı dilimi üzerindeki kaymak gibi, sonunda beni İtalyanca öğrenmeye kadar götürdü.
Audrey Hepburn büyüleyici bir kadın. Buna kimsenin bir itirazı olacağını sanmam. Gregory Peck, benim küçük kız çocuğu kafamla bile, Roma’da görevli Amerikalı dış muhabir rolünde karizmasının zirvesindeydi. Her ne kadar karizma sözcüğünü o sırada bilmiyor olsam da.
22 yaşındaki Audrey Hepburn’u bize armağan eden, ünlü Fransız yazar Colette*. 50’li yılların başı. Colette o sırada 70’li yaşların sonuna geliyor. Monaco sahilinde tekerlekli sandalyesinde gezdirilirken, siyah tek parça mayosunun içinde ceylan gözlü, bu incecik, hatta sıska, kırılgan genç kadını görünce “İşte benim Gigi’m” diye çığlığı basıyor.
Broadway’de sergilenecek oyun için Audrey’i Amerika’ya götürüyorlar. Provalar başlıyor ama Audrey bir felâket. Sahnede sesi duyulmuyor. Dansçılığı var ama hiç sahnede oynamamış.
24 Kasım 1951 gecesi perde açılıyor ve bir mucize gerçekleşiyor. Audrey Hepburn izleyiciyi büyülüyor. Bir hafta içinde Hepburn’un adı büyük harflerle oyunun adından önce yazılıyor giriş kapısının üstündeki neon ışıklı kocaman tabelaya.
Audrey’in annesi Hollanda asıllı bir barones, babası İngiliz ve Avusturya kökenli zengin bir bankacı. Londra’da yaşıyorlar. Annesiyle babası hiç geçinemiyor, boşanıyorlar. Baba onları terk ediyor. Audrey terk edilme travmasını hayatı boyunca atlatamadığını söylüyor.
Çocuklukta yaşanan anne ya da baba travmalarının, daha sonra hangi zirveye çıkılırsa çıkılsın, hangi zenginlikler kazanılırsa kazanılsın, kolay kolay atlatılamaması, Cary Grant, Tony Curtis, Marilyn Monroe örneğinde olduğu gibi dünyaca ünlü birçok ismin de ömür boyu ayağında can yakıcı, ağır prangalar oluşturuyor.
1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başlayınca, annesi Audrey’i alıp, daha rahat olabilecekleri umuduyla Londra’dan Hollanda’ya taşınıyor. Ama Nazi ordusu Hollanda’yı işgal edince çok zor bir beş yıl geçiriyorlar. Aile tüm servetini yitiriyor, açlık çekiyorlar. Hastalanıyorlar.
Audrey 15 yaşındayken mesaj taşıyarak ve bale yapıp para toplayarak Hollanda direniş hareketine destek oluyor. Savaş bittikten sonra tekrar Londra’ya dönüyorlar. Audrey hayatını kazanmak için dansa ve modelliğe başlıyor.
1989 yılında UNICEF İyi Niyet Elçisi atanınca, savaş sonrasında kendisini besleyen ve tedavi eden örgüte bir nevi gönül borcunu ödüyor. Dünya çocuklarının meleği oluyor.
Colette, “İşte benim Gigi’m” diye 1951 yılında onu ışıkların önüne çıkarana kadar, Audrey İngiltere’de birkaç filmde oynasa da bir varlık gösterememiş.
“Gigi” müzikali sürerken, William Wyler’ın çekeceği “Roma Tatili” filminde asi “Prenses Ann” rolü için düşünülen Elizabeth Taylor ve Jean Simmons müsait olmadığı için, Audrey Hepburn’la deneme çekimi yapılıyor. Yönetmen Wyler doğallığından etkilenerek tecrübesizliğine rağmen rolü ona veriyor.
Audrey ilk önemli Hollywood filminden dünya çapında bir yıldız olarak çıkıyor. 1953 yılında en iyi kadın oyuncu dalında Oscar, Altın Küre ve Bafta ödüllerinin üçünü birden alarak görülmemiş bir başarıya imza atıyor. Bir anda dünyanın en tanınmış, en sevilen yıldızlarından biri oluyor. Adını herkese öğretiyor.
“Zamansız” bir film olarak nitelenen “Roma Tatili”nin bir özelliği de tamamen Roma’da dış mekânlarda ve Cinecitta’da çekilmiş olması. Film “1953 yılı Roması’nın aynası” olarak niteleniyor.
Hâttâ turistlere “Roma Tatili” filmi çekim yerlerini ziyaret için İspanyol Merdivenleri’nden başlamak üzere on onbeş duraklı çeşitli turlar sunuluyor. Tabii ki hepsi koronavirüs öncesi dönemde.
Ben böyle bir tura katılmadım, ama Roma’ya ikinci gidişimde filmden aklımda kalan bir lokantanın peşine düştüm. Vespa motosikletle Roma’yı turladıkları gün, Audrey Hepburn yani kaçak “Prenses Ann” ile Gregory Peck yani gazeteci “Joe Bradley”in gittiği, gazetecilerle politikacıların iç içe olduğu, her kafadan bir sesin çıktığı tıklım tıklım dolu lokantayı aramaya koyuldum. Benim aklımda kalan film karesi buydu.
Sora sora kendimi, Piazza del Parlamento’nun köşesinde, Vicolo Rosini 4 no’da, yerel lezzetler, geleneksel Roma yemekleri sunan “Trattoria Dal Cavalier Gino”nun (“Da Gino al Parlamento” da deniyor) kapısında buldum.
Heyecanım, hevesim kursağımda kaldı çünkü kapı duvar, lokanta kapalıydı. Kapıda kalakaldım.
Ertesi gün tam öğle vakti yine lokantanın önündeydim. Açık kapıdan görüyorum, içerisi tıklım tıklım. Beline bağlı bembeyaz önlüğü, otuz yaşların ortasında uzun boylu bir görevli kapının önünde belirdi.
“Doluyuz. Rezervasyonunuz yok. Rezervasyon yaptırıp yarın gelin,” dedi.
“Olmaz,” dedim. “Ben yarın memleketime dönüyorum. Dün de geldim kapalıydınız. Roma Tatili filminden hatırladığım bu lokantayı bulmak için çok uğraştım ben.”
Herhalde benim gibi gelip filmdeki lokantayı arayıp soran başkaları da vardı ki görevli hiç şaşırmış görünmedi.
“Bu o lokanta değil. O zaten sette çekilmiş,*” dedi. Sonra “Bekleyin burada bir dakika,” deyip içeri girdi.
İki üç dakika sonra geri geldi. Kapının hemen girişinde, sol taraftaki camekânın önüne konmuş tek kişilik masayı gösterek, “Bu hanım sizin masasına oturmanıza izin verdi. Geçin içeri. O da turist zaten,” dedi.
70 yaşlarındaki hanımefendiye teşekkür edip, çantam kucağımda, küçücük masanın karşı köşesine yerleştim. Artık ne kadar yerleşebildiysem. Derin bir nefes aldım. Çok konforlu bir durumda olmasam da arzu ettiğim şeyi gerçekleştirebildiğim için mutluydum.
Lokanta uğultulu havası, hararetli hararetli sohbet eden müşterileri, talepleri karşılamak için müşterilerin arasında ellerinde tabaklarla gidip gelen garsonlarıyla tam aklımda kalan film karesindeki gibiydi. Uzaktan kapının dibinden görebildiğim tavan süsleri ve iç dekor da şahaneydi.
Bu koronavirüs yüzünden bir süre daha evde fazla zaman geçireceğiz, seyahatlere de pek gidemeyeceğiz gibi görünüyor. Böyle bir hafta sonunda, hâlâ sinemanın en başarılı romantik komedilerinden biri kabûl edilen “Roma Tatili”ni izlemek keyifli bir seçenek olabilir.
Olay, dilimlenmiş bir elma ya da portakal tabağıyla veya bir iki bardak demli çayla daha da zenginleştirilebilir. Unutmayın, artık tarih olan 1953 Roması’nı izlemek de işin cabası.
* Not: Peşine düştüğüm lokanta sahnesi, “Roma Tatili Yürüme Turu” programına göre, sanırım Pantheon’un yan tarafında, Via della Rotonda’nın köşesinde, varlığını artık şık bir giyim mağazası olarak sürdüren eski G. Rocca Cafe’de çekilmiş.
Kaynakça:
(15 Temmuz 2020)
Çiğdem Kömürcüoğlu