Foqua’nın son filmi, yapıma kaynaklık eden John Sturges imzalı ilk “Muhteşem Yedili”yle kıyaslanması bakımından önemli görünüyor. Son film, aynı zamanda “ölü bir tür” olarak nitelendirilebilecek western’in yeniden itibar kazanması yolunda bir adım olarak da nitelendirilebilir.
Orijinal film, bilindiği gibi Akira Kurosawa’nın “Shichinin no samurai” (“Yedi Samuray”, 1954) modeline sarılmakta ve Japon sosyal hiyerarşisinde apayrı bir yeri olan samurayların adalet anlayışını mercek altına alan bu klasiğin Vahşi Batı’ya uyarlanması anlamına gelmekteydi. Filmin bir başka önemli yanı, western’in sonbaharı olarak da adlandırılabilecek bir dönemde gündeme gelmesiydi.
60’lı yılların başlangıcında, popüler sinemada bir zamanların en sevilen türü gerçek anlamda can çekişmekteydi. Dünyada yaşanan toplumsal değişimler, western’in atmosferine sığmayacak/hapsolmayacak gibi görünüyordu. Başta John Ford olmak üzere türün ustaları, yeni dönemin koşullarına uygun bir yaklaşımı benimsediler ve işe, türdeki “kahramanlık” imgelemini değiştirmekle başladılar. Ford, “Kahramanın Sonu”nda, özenerek yaratığı şanlı maziyi elinin tersiyle iterek silahşörün kanunla sınavına, değişen Batı formunda yaklaştı; Peckinpah’ın anti kahramanları, ahlaki değerden yoksun görünüyorlardı. Penn, mitolojiyle hesaplaşmayı ilke edinirken, furyaya katılan Altman’ın “esas oğlanı” Warren Beaty, kasabadaki terk edilmiş kiliseyi geneleve dönüştürmekle meşguldü. Dönemin karşı kültür hareketlerini merkezine alan ilerici sinemacılar için western üretmek, gelenekle çatışmanın diğer adıydı adeta.
Bu koşulların kapısını aralayan filmlerden sayılabilecek ilk “Muhteşem Yedili”nin ana karakterleri, Mexico fonunda otoriteyle kapışan birer maceraperestti. Chris Larabee (Yul Brynner) serinkanlı, kararlı bir stratejistti; köyü koruma teklifini kabul etmesinin nedeni de, köyün “dileyin bizden ne dilersiniz” önerisiyle ona başvurmuş olmasıydı. Vin Tanner (Steve McQueen) öldürmeye fazlasıyla meyilli biriydi. Chico (savaş sonrası Almanya’dan masum, melek yüzlü sarışın temsilci Horst Buchholz) silahşörlere hayran toy bir delikanlı, Harry Luck (Brad Dexter) tek motifi para olan ve köyde gizli bir definenin gömülü olduğunu düşünen genç adam, Bernardo O’Reilly (Charles Bronson) Meksikalıları en iyi anlayan kişi olarak yarım kan Kızılderili, Lee (Robert Vaughn) intikamcı, şık bir silahşör, Britt ise (James Coburn) aşırı meydana okumalara hiç gelemeyen bir maceracı. Birer “devrimci” olarak yedi kahraman, liderleri Calvera (Eli Wallach) olan haydutlara karşı korumaya karar vererek büyük bir hesaplaşmaya gideceklerdi.
Sturges’in filmi, serinkanlı, profesyonel, insani ilişkilerin neredeyse dışında hareket eden bir silahşörün prototipini doğurmaktaydı. Sosyal çevresiyle, ortamla herhangi bir bağı kalmamış görünen, dahası desteklediği, yanlarında ya da karşılarında yer aldığı, uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları insanları ne tanıyan, ne de tanımak gibi bir derdi olan kimselerdi bunlar. Hayatlarını riske atmalarının arkasında öyle ideal bir motif aramak anlamsızdı. Bu yaklaşım, girişte sözünü ettiğimiz anti kahraman modelini desteklemek adına da önemliydi.
*****
Klasik sinemanın şimdikine oranla daha durağan ilerleyen olay örgüsü, son film ile kıyasladığımızda Sturges’in “Muhteşem Yedili”sinin lehine işlemiş gibi görünmekte; çünkü yeni film, hemen hiçbir silahşoru yeterince tanıma fırsatı sunmadan aksiyona başlamak niyetinde. Tiplemelerin içinde “maceracı” sayılabilecekler olsa da, ekibin niçin bir araya geldiğini anlamamız adına yeterli motivasyon da yok. Elbette burada bir parantez açmak gerekebilir: Bir örneğini “Diriliş”te de gördüğümüz “kötü adam”ın resmedilişi incelendiğinde, yeni-eski farkını görmemiz kolaylaşıyor. Kiliseyi basarak kasabalıya kan kusturan adam, “Tanrı’nın evinde” dinsel saygısızlığın doruğuna çıkıyor; hatta mekânı yakmakta sakınca görmüyor. Bu kolaycılık seyirciyi ne denli ikna eder, bilinmez; ama “sığ” bir dile sahip olduğu öngörülebilir. Benzer bir durum, Denzel Washington’un eylemcileri toplarken, intikam güdüsüyle hareket ettiğini anladığımız anlar için de geçerli. Bir başka deyişle, 60’ların umursamazlık maskesi altında, anlamlı bir uğraş için bir araya gelen, bir nevi örgütlülük bildirgesi taşıyan anti kahramanları gitmiş ve yerine, neden orada olduğuna dair derin anlamlar bulamadığımız tiplemeler gelmiş. Manzaranın “farklı olanların kaynaşması” gibi bir görüntü içermesinin ise, tarihsel arka plandan bütünüyle yoksun, inandırıcı olmayan ve şablon üzerinden ilerleyen yapısına girmiyorum bile!
Son dönemde, beyazperdede nostalji rüzgarları estiren ve çoğunlukla büyük bütçeli kimi westernlerle karşılaşıyoruz. Bunların arasında “3:10 to Yuma” gibi yeniden çevrimler ya da Brad Pitt’li “Jesse James”vari psikolojik yönü ağır basan filmler de var; ancak Kevin Costner’ın “Uzak Ülke”sini ayrı tutarsak, türün yeniden dikkat çekmesini sağlamaktan uzak görünüyorlar (Galiba Eastwood, “Unforgiven”la türün tabutuna son çiviyi esaslı çakmış!). Bu durum Foqua için de geçerli. Washington’la önceki filmlerde iyi bir ikili oluştumuş gibi görünseler de, türün yalnızca görkemli patlamalar, esaslı çatışma sahneleri ve sonu kanlı çatışmalardan ibaret olmadığını anlamamız dışında, çok da önemli bir işlev üstlen(e)miyor yeni “Muhteşem Yedili” ve bilmediği sularda boğulmaktan kurtulamıyor.
Tarihin bu diliminde westernlere ihtiyaç olup olmadığı sorusu ise daha bir süre havada asılı kalacağa benziyor.
(28 Eylül 2016)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
m_zamanlar@hotmail.com