Bu hafta gösterime giren ve yerleşik toplum düzeni ile dikte edilmiş çekirdek aile kurumu üzerine sürrealist bir mizah barındıran ‘The Lobster’ yönetmen Yorgos Lanthimos’u takip edenler için hiç de sürpriz bir çalışma değil. Yunan Yeni Dalgası’nın haşarı çocuğunun İstanbul Film Festivali’nde hepimizi hayran bırakmış 2009 yapımı üçüncü uzun metrajı ‘Köpek Dişi / Kynodontas’ ustalıkla kurduğu alternatif evrende, günümüz imgeleriyle kurulmuş ev ortamında aile kurumunu didikler. Yetişkinlik çağına gelmiş biri erkek üç kardeşin hâlâ çocuk muamelesi gördükleri bir evdir burası. Etrafı yüksek bitkiler ve çitlerle çevrili korunaklı yuvada baba dışındaki bireylerin demir kapının ardına adım atması yasaktır. Çocukların dış çevreden korunabilmesi için telefon ve televizyon benzeri aygıtlar kontrol altında tutulmuş, dil tersyüz edilmiş, kelimelere, şarkı sözlerine farklı anlamlar yüklenmiştir. Bu şekilde dış dünyadan izole edilmiş çocuklara ancak köpek dişleri düştüğünde evi terk edebilecekleri öğretilir. Evin diğer bireyleri ihtiyaçlarını belirler, baba onları dışardan temin eder. Dışarının düşmanlarla dolu olduğunun vurguladığı bu tuhaf ev giderek baskıcı bir yönetimin hakim olduğu memlekete dönüşüverir. Lanthimos zaman zaman bireylerin kafalarını kadraj dışında tutmak suretiyle bireyin kimliğini yok eden sistem eleştirisini olgunlaştırır.
Yönetmenin bir sonraki filmi ‘Alpler / Alpeis’ yalnız bireylerin aile kurma ya da bir aile ortamına dahil olma çabalarını gündeme getirir. Bu defa tersine kurduğu evren yine absürd, karakterlerin faaliyetleri yine çizgi dışıdır. Kendilerine Alp sıradağlarının yüksek tepelerinden birini isim olarak seçmiş ve bazıları hastanelerde çalışan ekibin faaliyeti, ölen bireyin yerine geçmek suretiyle yakınlarını kaybetmiş ailelerin acılarına deva olmak şeklinde özetlenebilir. Burada olaylar gruptan birinin bu yerine geçme durumuna kendisini fazlasıyla kaptırmasıyla sürpriz bir şekilde gelişecektir.
‘Köpek Dişi’nin sürpriz bir biçimde en iyi yabancı film dalında beş Oscar adayı arasına girmesiyle Lanthimos’un festivaller çevresinde sınırlı kalmış ünü uluslararası alana taşınır. Yaklaşık dört yıldan beri İngiltere’de yaşayan sinemacının bu ilgiyi fırsat bilerek İrlanda topraklarında çektiği ve yıldız oyuncularla çalıştığı İngilizce ilk filmi ‘The Lobster’. Auteur yönetmenlerin ülkeleri dışında ve farklı bir dilde çektikleri filmlerinin kendileri için pek hayırlı olmadığı düşüncesi yaygındır. Geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen bu son Lanthimos çalışması benzerleri denli olmasa da kısmen aynı kaderi paylaşıyor gibi. Üstelik herşey pek güzel, sinemacıya yakışır bir hınzırlıkta başlamışken.
Lanthimos’un ‘Köpek Dişi’nden beri birlikte çalıştığı Efthymis Filippou ile ortaklaşa yazdığı senaryo yine alternatif absürd bir dünya getiriyor önümüze. Bu kez ikiliyi üne kavuşturan önceki çalışmalarının tersyüz evrenlerini aynı film içine taşımayı denemiş yazarlar. Günümüz imgeleriyle kurulmuş yakın bir geleceği resmeden (İrlanda’nın County Kerry bölgesindeki dinlenme tesisi Parknasilla’da çekilmiş) ilk bölüm bekârlığın yasaklandığı bir düzende geçiyor. Karısı tarafından terk edilen David yeni bir eş bulmak üzere devlet yetkilileri tarafından kendisi gibi bekâr insanların kaldığı özel bir otele yerleştiriliyor önce. Burada kalanların ruh eşlerini bulması için sadece kırkbeş günleri vardır ve bunu başaramadıkları takdirde kendilerinin belirleyeceği bir hayvana dönüştürüleceklerdir. Filmin nedense dilimize çevrilmemiş özgün adı ‘İstakoz’ işte buradan geliyor. David’in başarısız olması durumunda yaptığı bu tercih denizi sevmesinden ve istakozların uzun ömürlü olmasından kaynaklanıyor. Otel’in katı kuralları ve David ile aynı kaderi paylaşanların eş bulma konusundaki çırpınışlarını kendine özgü gerçeküstü hınzır mizahıyla anlatırken bu defa dışses aracılığıyla fazla geveze ve açıklamalı bir yol tutturmuş Lanthimos. Bu da önceki filmlerinin sürprizli yapısını aratmıyor değil. Buna rağmen, bıyığı ve göbeğiyle hayli değişmiş (tam bir Yunanlıya benzemiş) Colin Farrell ve ve ona eşlik eden Olivia Colman, John C. Reilly, Ben Whishaw gibi yıldız yorumculara ilaveten yönetmenin eşi Ariane Labed ve yine gözde oyuncularından Angeliki Papoulia’nın yer aldığı bu otel hikâyesi faslı hayli göz doldurucu.
Büyü esasen ikinci bölümde bozuluyor. David’in otelden kaçarak ormana sığındığı ve burada evlilik karşıtı direnişçilerle buluştuğu kısım, filmin ilginç çıkış noktasını bir kenara bırakıyor, Léa Seydoux, Rachel Weisz gibi farklı bir ekiple ilki kadar ilginç olamayan başka bir hikâyenin peşine düşüyor. Lanthimos evreninden ‘Açlık Oyunları’ ormanına düştüğümüz hissini veren bu ikinci bölümde film ilginçliğini yitiriyor ve sarkmaya başlıyor. Herşeye rağmen Lanthimos’un yaratıcı dehasının izlerini taşıyan çarpıcı bir finalle toparlanıyor ‘The Lobster’. Ekipteki Yunanlı görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis ile kurgucu Yorgos Mavropsaridis’in özgün çalışmaları dikkat çekiyor. Özgün müzik kullanmayan Lanthimos’un ses bandında Beethoven, Shostakovich ve Stravinsky’nin klasik ezgileri pop tınılarına karışıyor, Avustralyalı rock grubu Nick Cave and the Bad Seeds ile pop şarkıcısı Kylie Minogue’un seslendirdiği nefis country ballad’ı ‘Where the Wild Roses Grow’ ile kulaklarımız okşanıyor.
(27 Aralık 2015)
Ferhan Baran
[email protected]