Neden Türk Sineması?

Semih Kaplanoğlu’nun 2010 Berlin Film Festivali’nde ‘Bal’ filmiyle en büyük ödülü almasının ardından, 2014 Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ yapıtıyla Altın Palmiye’ye uzanması akıllara ‘Neden Türk Sineması?’ gibi bir soru getirdi.

Son dönem Türkiye’de çekilmiş sinema filmlerinin uluslararası ilgi ve buna bağlı olarak da başarı göstermesi bir rastlantının sonucu muydu, yoksa bilinçli bir gelişmenin ürünü olarak mı ortaya çıkıyordu.

“Rastlantı mı?” sorusunu önce ölçülü bir analizin karşısına koymak gayesiyle rastgele düşünülmüş bir varsayım olarak kabul edelim.

Cannes, Berlin, Venedik gibi primer film festivallerinin son dönem programlarına bakıldığında dünya sinemasının estetik yoğunluklu sanat filmleri açısından sıkıntılı bir dönem geçirdiği gözlemleniyor. Konuların tekrarı, arka plân platformlarının yapaylığı, bu dünyaya ait değilmiş gibi duran, reel yaşamdan uzaklaştırılarak aşırı kültleştirilmiş oyuncu profilleri, eğlenmenin, katalize olmanın ötesinde farklılık ve özsellik arayan izleyiciye pek çekici gelmiyor.

Yeni Türk filmindeki farklılık

Başarılı görülen ‘Bal’ ve ‘Kış Uykusu’ filmleri örnek alındığında ise; konu seçiminde gerçeklik, arka plânın doğal içselliğinden gelen sade durağanlık, görsel durağanlığa düşünsel dinamikler kazandıran oyunculukta yeni duruşlar, fark arayışlarının dünyasını oluşturuyor.

‘Bal’ ve ‘Kış Uykusu’ filmlerinin yukarıda sayılmaya çalışan farklı özellikleri bile bu büyük ödüllerin rastlantı olamayacağını ortaya koyuyor.

Diğer yandan ölçülü bir analize virtüel uyarlamalara ev sahipliği yapan coğrafyanın da diğer dünya coğrafyalarından, en azından algı alanında, biraz farklı olduğunu eklemek gerekiyor.

Algılayıcısı üzerinde düşünce fırtınası koparabilen film, edebiyat, tiyatro, resim gibi uyarlamalı tüm sanat yapıtlarının, ya çok buhranlı bir zaman diliminde, ya da aşırı homojen olmayan toplumsal yapılanmaların içinden çıktığı kabul edilir. Bu iki kategorinin aynı anda buluşması durumu ise sanat alemi için, hem üreten hem tüketen açısından bulunmaz bir nimettir.

Sanat türdeş olandan hoşlanmaz

Kendi içinde ister kültürel ister ekonomik nedenlerden olsun devamlı ayrımlaşma süreci yaşayan toplum kesimleri, birbirleri üzerine düşünce üretme gereği duyar. Öteki üzerine düşünce üretme dürtüsü aslında bu ayrımlaşmanın ana dinamiğidir. Bireyin ise heterojen yapı içinde farklı kesimler tarafından dillendirilen intersubjektif söylemler arasında kendine ait bir yer bulamadığı durumda asıl yabancılaşma başlar. Hatta bireyin bu yabancılaşma hali ‘Bal’ filminde anlatılmaya çalışıldığı gibi bir babanın öz evlâdından bile ebedi uzaklaşma şekline dönüşebilir. Parantez açarak konuşmak gerekirse Semih Kaplanoğlu’nun ‘yabancılaşmayı’ işleyen üçlemesinden ‘Yumurta’da konu anne iken annenin tüm yabancılaşma işaretlerine rağmen öldükten sonra bile halen ‘yaşıyor’ olması karşısında ‘Bal’daki babanın ‘yaşıyor iken’ ölmesi, yok olması, yabancılaşma olgusunun kendi içinde de farklı algı kategorileri oluşturduğuna işarettir. Özetle, toplum içinde başka söylemler arasında kendine ait söz bulamayan birey giderek yalnızlaşma durumuyla karşı karşıya kalır. Bu yalnız oluşun yabancılama eşiğinde düşünce üretme uğraşısında bulunan bireyin başkalarına göre ‘gayri insani’ çabası sanatsal içeriğin konusu olunca, toplumun büyük kesimlerinin ‘en büyük ödül bizim’ fenomenine indirgediği faaliyet ortaya çıkar.

Ama asıl kayıtlara geçilmesi gereken sonuçların merkezinde, bulunduğu durumdan kendi ölçeğinde çıkış yolları deneyen bireyin, yeni alternatifler peşinden gitmesinin açıldığı alan ve hatta kendisi için yeni bir dünya kurma çabasının getirdiği bütünsellik olmalıdır. ‘Kış Uykusu’nda ‘kaçış’ ile ‘varolanı kabullenme’ arasında gidip gelerek bütün dış dünyaların muhasebesini yapmayla, ‘Bal’daki babası kaybolan çocuğun köy mescidine girip elektrik düğmesine bastığında, cami kubbesinde resmolunan, içinden mucizeler çıkacak sanki yeni bir evren doğuyormuş izlenimiyle ışıksal görselliğin anlatmaya çalıştığı nüanslar gibi…

Böylelikle Türk sinema filminin ilgi ve değer görmesinin en arka plânında toplumsal parçalı değişiminin çok hızlı olması, bu değişimi düşünsel anlamda yakalamaya çalışan sanatçıların sadece kendi bulundukları coğrafyaları değil, tüm dünya kazanımlarını irdeleyerek değerlendirmede bulunmaları ve ayrıca sinema görselliği için büyük önem arz eden çekim mekânı bakımından Türkiye topoğrafyasının, ne çok dar, ne de sınırları kontrol edilemeyecek büyüklükte fantastik kurgulamaların ürünü olan mekânların aksine tüm koordinatları algılanabilir ölçüde, ‘Bal’daki ormanlar, ‘Kış Uykusu’ndaki güzel atlar ülkesi Kapadokya’nın fantastik görünümlü fakat çok yönlü gerçeklik arz eden manzara örneklerinde olduğu gibi, doğal platform oluşturmasının ayrı bir etmen olarak durduğunu saymak gerekir.

(12 Haziran 2014)

Ali Mercimek
Gazeteci – Yazar

Ayazda Kalmış Yüreklere Bir Neşter Daha

Üzerinde dumanı tüten yanmış otların görüntüsüyle açılıyor ‘Kış Uykusu’. Peribacalarının çevrelediği bozkırın ortasında yapayalnız ‘Aydın’ı görüyoruz daha sonra. Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki başeseri ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın Kırıkkale bozkırından çok farklıdır buraları. Kış ortasında turisti, macera peşindeki krosçu konukları eksik olmayan kar altında beyaz bir şatoyu andıran Othello adını verdiği oteli işletiyor eski tiyatrocu Aydın. Otel dışında babadan kalma mülkleri ile kendi krallığını kurmuştur Kapadokya’da. Küçük krallığının kibirli, alaycı, bencil hükümdarı olmaktan hoşnut, ‘Bozkırın Sesi’ isimli yerel gazete için köşe yazıları hazırlar. Anadolu kasabalarındaki estetik yoksunluklar ya da maneviyat üzerine ahkâm keser makalelerinde. Bir yandan da Türk Tiyatrosu Tarihi başlıklı kitabının ön hazırlıklarıyla uğraşır. Tüm kibrine rağmen yazıları beğenilsin, takdir edilsin ister. Olgunlaşma enstitülü genç bir öğretmen kızın övgü dolu okur mektubu onu heyecanlandırmaya yeter. Soğuk ve karlar altına gizlenmiş bu münzevi hayat dışarıdan görüldüğü gibi huzurlu değildir oysa. Kendinden genç karısı Nihal ile ilişkileri mesafelidir. Eşinden ayrıldıktan sonra baba ocağına dönen kız kardeş Necla’nın mutsuzluğu iklimin sertliğiyle uyum içindedir. Othello Oteli sakinlerinin gecikmiş hesaplaşmaları, birikmiş borcunu epeyce geciktirdiği için icraya verilmiş bir kiracının öfkeli küçük oğlunun attığı taşla tetiklenir.

Kış Uykusu’nun yönetmen ve eşi Ebru Ceylan’ın ortaklaşa kaleme aldıkları hacimli senaryosu, Ceylan’ın bir önceki çalışması gibi Çehov öykülerinden ve yazarın son döneminin oyun karakterlerinden esinlenmiş. Usta oyuncu yazar Ercan Kesal’ın kişisel anıları ve tıp doktorluğu birikiminden büyük ölçüde destek almış güçlü metniyle Orta Anadolu bozkırında bir cinayetin izini süren ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’, klâsik polisiyenin normlarını ters yüz ederek geniş bir karakter analizine girişmiş, doktoru, savcısı, polisi, inzibatı, muhtarıyla kasaba eşrafı ve bürokrasisinin kalbine neşter atarken finaldeki unutulmaz metaforla çağdaş toplumumuzun vicdanını otopsiye yatırmıştı.

Ceylan’ın ’Kış Uykusu’ndaki ağırlıklı seçimi bu defa varlıklı küçük burjuva karakterler. Ülkemiz aydınlarını temsil eden entelektüel Aydın, ‘Üç Kızkardeş’in ağabey Andrey’i gibi hayallerini gerçekleştirememiş, kız kardeşi ve çevresindekilerin yüksek beklentilerini karşılayamamıştır. Mutsuz kız kardeşin eleştiri okları dayanılacak gibi değildir. Aydın’ı korkaklıkla, risk almamakla suçlar. Şiirsellik adı altında vıcık vıcık duygusallıktan fazlası değildir yazdıkları. Herkesin kabul ettiği değerleri yücelterek kendini beğendirme kaygısı taşıdığını haykırır yüzüne.

Nihal de alacaktır eleştirilerden payını. Aydın’dan kopacak ne cesareti vardır, ne de gidecek daha iyi bir yeri. Tutsak edilmiş yılkı atı olmayı gönüllü kabullenmiştir Nihal. Genç kadının yardımseverlik tutkusunu, hayatı boyunca hiç çalışmamış bir insanın tesellisi, mânâsızca bir debelenme olarak değerlendirir sinik kız kardeş. Nitekim gururlu maden işçisinin (kısa bir rolde çok başarılı Nejat İşler) beklemediği davranışı tokat gibi çarpacaktır Nihal’in yüzüne.

Acı çekmemek için kendini kandırmayı tercih eden, vicdan, ahlâk, ilkeli olmak sözlerini ağzından düşürmeyen, buna karşılık kader olarak kabul ettiği çevresindeki yoksulluğa kibirle yüz çeviren küçük burjuvaların hesaplaşmalarını aralıksız diyaloglar halinde anlatıyor, üç saati aşkın sürenin büyük bir bölümünü kapalı mekânlarda geçen uzun tartışmaların emrine sunmaktan çekinmiyor Ceylan. Çehov, Dostoyevski, Shakespeare, Voltaire alıntılarının kullanıldığı, tiyatro ve edebi lezzet taşıyan uzun diyaloglarla yüklü üç küsur saatin nasıl geçtiğinin hissedilmemesi kuşkusuz üstün bir yönetmenlik becerisi. Başta Haluk Bilginer ve Demet Akbağ olmak üzere tiyatromuzun saygın isimlerinden oluşan güçlü oyuncu kadrosu bu cesaretin karşılığını veriyor ve uzun sorgulama sekansları filmin gerilimini düşürmüyor.

‘Kış Uykusu’ adaletsiz sınıf ilişkileri üzerine, babasının icra memurlarınca tartaklanmasına şahit olmuş çocuğun öfkeli buz gibi bakışlarını ustaca kullanan gözlemler taşıyor. Büyüyünce polis olmak istiyor küçük çocuk. Yoksun çocukluğunun ve ailesinin değişmez kaderinin ancak iktidarın ve gücün yanında olmaktan geçtiğinin farkında. Yoksul yığınların polis çocuklarını iktidarını korumak için kullanmayı seçmiş, onları destan kahramanı ilân eden yöneticilerin ülkesinde Ceylan’ın bu politik referansı son derece yerinde.

Ceylan’ın değişmez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin emeğini taşıyan kusursuz sinematografisi de eksik değil bu güzel filmde. Kapadokya’nın masalsı güzelliğinden, peribacalarına oyulmuş mekânlarda üşüyen ruhları ısıtamayan alevlerin ışık oyunlarından ustaca yararlanıyor yönetmen. Filmlerinde genellikle müzik kullanmadığı halde, bu defa Schubert’in (La majör, D. 959 Piyano Sonatı II. Bölüm Andantino) lirik ezgisiyle ısıtmaya çalışıyor ayazda kalmış yürekleri. Hem de eserin kusursuz icralarından virtüöz Alfred Brendel’in yorumuyla.

(12 Haziran 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com

SineMardin Midyat’ta

30 Mayıs’ta başlayan ve 06 Haziran’da sona erecek olan 9. SineMardin Uluslararası Film Festivali, Midyat’a yazlık sinema götürdü. Midyat’ın ünlü ve önde gelen mekânlarından Gelüşke Konağı’nın bahçesine perde kuruldu ve Midyat’ın 3 Yezidi köyünün ileri gelenlerine ve Midyatlılara Aso Haji’nin yönettiği Işığın Toprakları: Laleş (Lalişa Mihrani – Lalish Mihrani) adlı belgesel film gösterildi. Yönetmen filmiyle, daha önce hiçbir şekilde yabancıların girişine izin verilmeyen ve Yezidilerin Mekke’si olarak kabul edilen Laleş’e erişim izni alarak bu gizemli ve kapalı toplumun çoğunlukla yanlış anlaşılmış inançlarına empatik bir anlayış getiriyor.

SineMardin Midyat’ta yazısına devam et

Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı

Seth MacFarlane’in yönettiği ve Seth MacFarlane, Charlize Theron, Amanda Seyfried ile Liam Neeson’ın oynadığı Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı (A Million Ways to Die in the West), 06 Haziran 2014’de UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Albert, bir silâhlı çatışmadan geri çekildikten sonra vefasız kız arkadaşı onu bir başka erkek için terk eder. Kasabaya gelen gizemli bir kadın ise Albert’ın cesaretini bulmasına yardım eder. İkili birbirine aşık olmaya başlar ama kadının kötülüğüyle nam salmış kanun kaçağı kocası intikam arayışıyla kasabaya geldiğinde çiftçinin yeni keşfettiği cesaretini test etmesi gerekmektedir.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Facebook
  • Fragman
  • IMDb

9. SineMardin Uluslararası Film Festivali’nde Bugün: 05 Haziran Perşembe

Bu yıl 9. kez kapılarını açan SineMardin Uluslararası Film Festivali devam ediyor. Festival kapsamında 05 Haziran Perşembe günü (bugün) SineMardin Gösteri Salonu’nda 12:15’de Parviz; 14:15’de Ömer (Omar) ve 19:15’de Günahın Dokunuşu (A Touch of Sin) gösterilecek. Hany Abu Assad’ın yönettiği Ömer’in konusu şöyle: Ömer, Filistin’i ayıran Tecrit Duvarı’nın bu tarafında yaşayan ve bir özgürlük savaşçısı; diğer tarafına geçtiğinde ise sevgilisi için her türlü fedakârlığa hazır bir aşıktır. Ömer, gizli aşkı Nadia’yı görmek için her atılan kurşunlardan kaçmaya bile alışıktır. Ancak Filistin ne basit bir aşk hikâyesini ne de sert bir direnişi kaldıracak durumda değildir.