Eskisi Gibi Olmayacak: Hitchcock

Sinemanın gerilim ustası Alfred Hitchcock’un 1960’larda yaptığı “Sapık” ve “Kuşlar” korku-gerilimleri, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark ettiren önemli filmlerdendi. Ustaya, bu iki önemli filmiyle saygı sunmak istedik.

İngiliz doğan, Amerikalı ölen yönetmen Alfred Hitchcock, 13 Ağustos 1899’da Londra’da doğdu, 29 Nisan 1980’de Los Angeles’ta öldü. Sessiz dönemde sinemaya girdi. Onun sineması, İngiltere ve Amerika dönemi diye ikiye ayrılıyor. İngiltere döneminde çektiği 1929’daki “Blackmail-Şantaj” ve 1935’deki “The Thirty-Nine Steps-39 Basamak” akla hemen geliyor. 1940’ta “Rebecca” filmiyle Hollywood’a taşındı. 1948 yapımı “The Robe-Ölüm Kararı”, onun ilk renkli filmiydi. Hitchcock’un bu filmdeki en büyük hayaliyse hiç kesme yapmadan olayları yansıtmaktı. O dönemde negatifler en fazla on dakika olduğundan zorunlu olarak her on dakikada bir kesme yapmak zorunda kaldı. 1950’lerde çektiği filmler de önceki filmleri gibi sinemanın mücevherleriydi. 1950’ler, iki siyah-beyaz gerilimi “Stage Fright-Sahne Korkusu” ve “Starnger on a Train-Trendeki Yabancı” filmleriyle başladı. 1953’te siyah-beyaz “I Confess-İtiraf Ediyorum”, 1954’teki renkli “Dial M for Murder-Cinayet Var”, yine aynı yıl “Rear Window-Arka Pencere”, 1955’te renkli “To Catch a Thief-Kelepçeli Âşık”, 1956’da renkli “The Men Who Knew Too Much-Tehlikeli Adam”, yine aynı yıl siyah-beyaz “The Wrong Man-Lekeli Adam”, 1958’de renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu”, 1959’da “North By Northwest-Gizli Teşkilat” unutulmazdı. Onun filmleri, germeyi ve korkutmayı sonsuza kadar sürdürecekler. 1960’larda “Marnie-Hırsız Kız”, 1966’da “Torn Curtain-Esrar Perdesi”, 1969’da “Topaz” filmlerini yaptı. 1972’de “Frenzy-Cinnet” ve 1976’da “Family Plot-Aile Oyunu” filmlerini yaptıktan sonra sinemaya son noktayı koydu.

“Sapık…”

Alfred Hitchcock’un 1960 yapımı siyah-beyaz korku-gerilimi “Psycho-Sapık”, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyordu. Paramount’un sunduğu film Robert Bloch’un romanından uyarlanmış. Senaryoyu da Joseph Stefano yazmış. İnsanın sürekli diken üstünde tutan çığlıklı müzikleri, Hitchcock’un kadim bestecisi Bernard Herrmann yaratmış. Kamerayı filmin virtüözü yapansa usta kameraman Joseph L. Russell. Filmde kararma-açılma ve zincirlemeli geçişler kullanılırken, çarpıcı kaydırmalı çekimler de öne çıkıyor. Özellikle vince takılı kamerayla yapılan çekimler. Biliyorsunuz, “crane” kelimesi İngilizcede “vinç” anlamına geliyor.

Film, özel ön jeneriğiyle başlıyor. Hermann’ın çığlığa dönüşen gerilimli müziği duyulurken, çizgiler ve yazılar bıçağı hissettirerek yansıyor perdede önce. Sonra bir şehir üstünde açılıyor. Phoenix, Arizona. Cuma günü. Öğleden sonra. Saat ikiyi 43 geçiyor. Aralık ayı… Şehri panoramik olarak yansıtan kamera, onca binanın içinde bulduğu otelin penceresinden içeri girip az önce sevişmiş Marion Crane (Janet Leigh) ve sevgilisi Sam’in (John Gavin) konuşmalarına tanıklık ettiriyor. Fritz Lang usta, 1931 yapımı siyah-beyaz “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kara filminde de kamerayı durmadan öne kaydırıyor ve küçük pencereden kamerayı hiç kesme yapmadan içeri sokarak toplantı halindeki gangsterleri yansıtıyordu. Marion ve Sam, parasızlıktan evlenemiyorlar. Can sıkıcı böcek ilâcı satan dükkânda çalışan Sam’in borçları var. Üstelik Sam başka şehirde oturuyor. Marion, öğle tatilinden sonra çalıştığı emlâk ofisine gelince her şey değişmeye başlıyor. Patronu Lowely’yle Tom ofise geliyorlar o sırada. 40 bin dolarlık bir satış yapılmış. Parayı Marion’a teslim etmeden önce kart horoz Tom, şöyle bir kur yapıyor çekici Marion’a. Tom, para daha fazla mutlu olmanı sağlamıyor diyor önce genç kadına, sonra da daha mutsuz olmanı önlüyor diye de ekliyor. Marion da parayı alıyor.

Parayı bankaya yatırma yerine evine götüren Marion, valizlerini dolduruyor ve arabasıyla şehri terk ediyor. Bu anda duyulan sakin ama kışkırtıcı müzik insanın zihninde dolaşıyormuş gibi hissediliyor. Yaylılar huzurlu gelirken, nefesliler daha kışkırtıcıydı Marion evinde valizlerini hazırlarken. Trafikte patronuyla bile göz göze geliyor Marion. Patronunun ve Tom’un neler konuşacağını da zihninde yaşıyor Marion. Aslında o, birçok defa buna benzer kâbusu çağrıştıran dış sesleri zihninde yaşıyor. Seyirci dış ses olarak duyuyor bu konuşmaları. Anayolda arabasını kenara çekmiş uyuyan Marion’ı kuşkucu devriye polisi uyandırıyor ve ardından da tedirgin etmeye başlıyor. Bu anlar gerçekten insana sıkıntıyı hissettiriyor. Marion’ın yaşadıklarını. Polisi atlattığını düşünen Marion, başka bir şehre geliyor. İkinci el araba satan bir yerde Arizona plakalı arabasını Kaliforniya plâkalı olanıyla değiştiriyor. Bu anlardaki gerilimin usul usul yükselişi, insanı gerçekten kasvetin içine çekiyor. Marion’ın lavabodaki anları da sinematografik olarak çarpıcıydı. Dar mekânda kamera yukarıdan bakarken, Marion ikiye bölünmüş gibi algılanıyor aynaya yansıyan görüntüsüyle. Bunun anlamıysa, Marion’ın duşundan hemen önce zihinlerde karşılığını buluyor. Çarpıcı kamera açıları ve kurgu filme estetik açıdan zenginlik sunarken sinemaya da çok şey katıyordu. Gerilime de. Arabayı değiştiren Marion telâşla oradan giderken, şüpheci polis de mekâna geliyor. Sonra da Marion’a takip ediyormuş gibi ana yola çıkıyor arabasıyla polis.

Polisin yarattığı gerilimi savuşturan Marion, yağmur altında gecenin derinliğinde ışıklı tabelanın olduğu yere doğru direksiyonunu kırıyor. Fonda yaylılar sesi yükseliyor, alttan da piyona tınıları duyulmaya başlıyor. Kadınla erkeği çağrıştırıyor sanki bu iki tını. Bates Motel, yeni anayolun dışında kalmış izbe bir yer. Motel, gotik bir atmosferin içinden çıkmış kasvetli bir mekân. Tepede de bir karanlık malikâne var burada. Resepsiyona girdiğinde hiç kimseyi bulamıyor. Ortaya birden Norman Bates (Anthony Perkins) çıkıveriyor. Islanmış Marion bir an önce oda tutmak istiyor. Yiyecek bir şey de umut ediyor. Hiç müşterisi olmayan motelin defterine Marie Samuels adıyla kayıt yaptıran Marion, lobide tuhaf Norman’la diyalog bile kuruyor. Norman, ölü kuşları doldurmaktan hoşlanan asosyal bir insan. Annesinden başka kimsesinin olmadığını söylüyor. Odasına çekilen Marion, gazeteye sardığı bir deste parayı yatağın başucundaki komidinin üstüne bırakıp trajedisine, banyoya giriyor. Bu banyo sekansı, sinemanın da en özel anlarındandı. Hitchcock usta bu stilize duş sahnesini bir haftayı aşkın sürede çekmiş. Marion soyunuyor, duşu açıyor, duşun yüzgecinden sular yağmur gibi Marion’ın yüzüne doğru akarken, içeri bir kadın giriyor, elindeki bıçağı Marion’a saplıyor. Marion çığlıklar altında aşağı doğru kayarken, banyonun perdesi de kopuyor, sulara karışmış kan da küvetin deliğine doğru akıyor. Kamera, Marion’ın gözlerinden geriye doğru yavaşça kayıyor, banyodan dışarı çıkıyor, hızla komidinin üstünde arasında para olan gazeteyi gösteriyor. Kısa bir zaman sonra Norman geliyor. Korku içinde Marion’ın kanlar içindeki cesedine baktıktan sonra sakince Marion’ı duş perdesine sarıp banyoyu da temizliyor. Marion’ı ve eşyalarını, gazeteye sarılı gazeteyi de arabaya koyup, arabayı yakınlardaki bataklığa sürüyor. Arabayla içindeki Marion yavaşça bataklıkta çökerken, film bambaşka yöne giderek psikolojik suça dönüşüyor görüntü kararırken. Filmin finalinde psikiyatrın söyledikleriyle, Norman bir şizofren. Kişiliği ikiye bölünmüş. Ölmüş annenin ruhu yavaş yavaş Norman’ı ele geçiriyor. Norman hayatında ilk defa bir kadına, Marion’a ilgi duyuyor. Kişiliğin yarısı kıskanç anne, Norman’a suçlar işletiyor. “Oedipus Kompleksi” gibi. Freud’a da ihtiyaç var. Annesinin sesiyle de konuşan Norman, travesti gibi kadın kıyafetleri giyiyor ve elindeki bıçakla suçlar işliyor. Parayı da Marion’la beraber bataklığa gömen Norman’ın para değil, tutku suçu işlediğini söylüyor doktor Fred (Simon Oakland). Diplerde kalmış bazı gerçeklerse final bölümünde dışarı çıkıyor.

Marion’ın kız kardeşi Lila (Vera Miles), bir haftadır haber alamadığı için Sam’in çalıştığı dükkâna gidiyor. Peşinden özel dedektif Arbogast (Martin Balsam) geliyor. İkisi de Marion’ı arıyor. Gecenin içinde moteli bulan Arbogast, Norman’ı sıkıştıran sorular sormaya başlıyor. Kayıt defterindeki Marie Samuels isminden Marion’ın motele geldiğini fark eden Arbogast, yol üstündeki telefon kulübesinden Lila’yı aradıktan sonra yine motele, trajedisine dönüyor. Fonda da çello tınıları duyulmaya başlıyor. Norman ortalarda görünmüyor. Lobide gözü doldurulmuş kuşlara takılıyor. Sonra da tepedeki eve doğru yürüyor Arbogast. Kapıyı açıyor, usulca içeri giriyor. Merdivenlere yöneliyor. Kadın elbiseleri giyinmiş Norman, elinde bıçağıyla Arbogast’a saldırıyor. Vince takılı kamera, merdivenlerde geriye doğru acıyla giden Arbogast’ı öne doğru kayarak izliyor. Hitchcock bu filminde öğretici stilize çekimleriyle kaydırmalı çekimlerin nasıl olacağını kameramanlığı hayal edenlere ders gibi gösteriyor. Bu sahnedeki ışık düzenlemeleri de insanı kasvetin içinde bırakıyor. Duyulan müzik de acı hissini veriyor. Elbette Arbogast’ın yeri de bataklık oluyor. Hitchcock, Arbogast’ı arabayla bataklığa atılışını göstermiyor, zihinde yaşatıyor. Ardından Lila ve Sam, Fairvale kasabasının şerifine gidiyorlar. On yıl önceki bazı şeyleri öğreniyorlar. Şerif Al (John McIntire), Norman’ın babası öldükten sonra annesinin bir erkekle evlendiğini, motelin de üvey babanın fikri olduğunu söylüyor. Anne, adamın başka bir kadınla evlendiğini öğrendikten sonra adamı zehirlemiş ve ardından da intihar etmiş. Sonra karanlık eve taşınıyor kamera. Norman, annesinin sesiyle konuşuyor. Vince takılı kamera dalgın dalgın öne doğru kayarken, Norman, annesini kucaklamış merdivenlerden aşağı indiriyor. Ertesi gün pazar. Lila, Sam, şerif ve karısı kiliseden dışarı çıkıyorlar. Ardından Lila ve Sam motele gidiyorlar. Motele kayıt yaptırdıktan sonra araştırmaya başlıyorlar. Sam Norman’ı oylarken, Lila tepedeki eve doğru gidiyor ve gerçekler ortaya çıkıyor. Lila’nın eve doğru giderken, kamera öne ve geriye doğru kayıyor. Gerilim yükseliyor. Lila evin içinde yürürken, Hitchcock bu anları koşut kurguyla yansıtıyor. Lila, temiz ve düzenli yatak odasına giriyor. Oda bomboş. Evin içinde dolaşan Lila, bir odaya giriyor ve Norman’ın annesinin mumyalanmış haliyle karşılaşıyor. Bu filmde kullanılan müzikler, kamera hareketleri ve ışık düzenlemeleri de her şeyi bütünlüyor. Bu film, ocak 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Bizleri, estetik anlamda kederlere sürükleyen Yeşilçam’ın yeni yönetmenleri, “Sapık”tan bir şeyler keşfetmeli ve sinemaya yaklaşmalılar artık. Televizyon dizisi estetiğinde filmler çeken Yeşilçam’ın yeni yönetmenleri, sinemadan, Hitchcock’tan, Welles’ten, Godard’dan, Kubrick’ten, Antonioni’den, Tarkovski’den, Kieslowski’den, Haneke’den, Yılmaz Güney’den bize ne, ille de televizyon estetiğinde filmler çekmeye devam ederiz diyorlarsa onlara naçizane bir önerimiz var. Hollywood’un büyük stüdyolarından 20th Century Fox’un dizi kanalı FX’te Kanada yapımı “Endgame” adında bir dizi yayımlanıyor. Senaryosu, kamera kullanımı ve kurgusu yaratıcı, sinemanın kıyılarında dolaşıyor. D-Smart’ın Dizismart Premium kanalında da Kanada dizisi “ReGenesis” yayımlanıyor. Bu dizinin de senaryosu, kamera kullanımı ve kurgusu çarpıcı. Yine de bunlardan bize ne diyorlarsa, estetik ötesi berbat yerli dizileri izlemeye devam etsinler ve bizim zamanımızı da almasınlar. İlk mağlup edilmesi gereken kibir değil miydi?

“Kuşlar…”

Alfred Hitchcock’un 1963 yılında “technicolor” renklerle çektiği “The Birds-Kuşlar”, korku-gerilim sinemasına o vakitler yeni fırsatlar sunmuştu. Şimdi bile öyle. Hollywood bile günümüzde bu seviyeye ulaşmıyor. Universal’ın sunduğu Daphne du Maurier’in romanından uyarlanan filmin senaryosunu Evan Hunter yazmış. Çarpıcı, korkutucu ve gerilim yüklü fotoğraflarsa kameraman Robert Burks’ten. Filmin hikâyesi, San Fransisko ve Pasifik kıyılarında geçiyor. Etkileyici ve büyüleyici doğanın içinden çıkan kuşların terörü insanı gerçekten ürpertiyor. Kargaların ve martıların masum olmadığına ikna oluyorsunuz. Film baştan sona gri bir gökyüzünün altında kasvetli bir atmosfer yaratıyor. İç mekânlar çoğu anda güven hissi vermese de, özellikle dış mekânlar daha tedirgin edici bu filmde. Kasvetin içine düşmüş gibi hissediyorsunuz.

San Fransisko şehrinin içinde sarışın ve güzel Melanie Daniels’ı (Tippi Hendrin) takip eden kamera, şehrin etkileyici caddelerinden anlar da yansıtıyor. Melanie, evcil kuş satan dükkâna giriyor ve yolunu aşkla buluşturacak avukat Mitch Brenner’la (Rod Taylor) karşılaşıyor. Mitch, 11 yaşındaki kız kardeşine doğum günü için muhabbetkuşu satın almaya gelmiş. Mitch gittikten sonra başka bir yerden muhabbetkuşları alan Melanie, dedektif gibi araştırma yaparak Mitch’in nerede yaşadığını öğreniyor. Bodega Bay’e giden Maleanie, Mitch’in kız kardeşinin adını postaneden öğrenemiyor ama, postacı onu ilkokul öğretmeni Annie Hayworth’a (Suzanne Pleshette) gönderiyor. Bu iki güzel genç kadın kısa da olsa dostluklarını geliştiriyorlar. Arkadaş edinme konusunda kadınlar ilham verici. Mitch’in kız kardeşinin adının Cathy (Veronica Cartwright) olduğunu öğrenen Melanie, kiraladığı tekneyle Mitch’in evine yaklaşıyor, kafesteki kuşları eve bırakıyor, tekneyle giderken Mitch onu fark ediyor. Peşinden kasabaya gidiyor. Kıyıya yaklaşan Melanie’ye bir martı saldırıyor. Bu da filmin bildik aşk hikâyesinin olmadığını hatırlatıyor. Annie’nin evinde bir gece misafir kaldığında, Mitch’le Annie’nin dört yıl önce büyük yaşadıklarını da öğreniyor Melanie. Mitch’in annesi Lydia (Jessica Tandy), Mitch’in âşık olduğu kızlar gibi Annie’ye de karşı çıkmış. Annie, Lydia’nın kendisini neden sevmediğini tam bilemese de, ortada “Oedipus Kompleksi” olduğuna da inanmıyor. Lydia, filmin derinliğinde istemeden korkusunu Lydia’ya anlatıyor. Kocası öldükten sonra yalnızlık korkusuna düşen Lydia, oğlunun hoşlandığı kızlara soğukluk göstermiş hep. Mitch’in, kendisini ihmal edeceği kuruntusuna düşmüş. Belki de en büyük korkusu, Mitch’e veremediği sevgisini o kızların vermesi. Lydia, bunları anlatırken, belki de Melanie’ye karşı sıcaklık hissetmeye başlıyordu. Melanie’nin babası, yüksek satışlı bir gazetenin ortağı ve bu yüzden de sosyete sayfalarının müdavimi olmuş bir güzel. Roma’daki vukuatı da hâlâ dillerdeymiş.

Evin bahçesinde Cathy’nin doğum günü sürerken, martılar çocuklara saldırıyor önce. Sonra da evin içini serçeler kuşatıyor. Lydia, sabah olunca alışveriş yaptıkları çiftliğe Ford kamyonetiyle gidiyor. Çiftlik sahibi Don Fawcett’ın kuşlar tarafından katledildiğini görüyor ve dehşete düşüyor. Melanie ve Mitch arasında aşk da başlıyor ilk öpücükle beraber. Elbette kuşlar da yavaş yavaş toplanmaya başlıyor. Kargalar ve martılar adeta müttefik olmuşlar. Okula giden Melanie, bahçede kuşların yavaşça toplandığını görüyor. Sınıfta derste olan Annie’yi uyarıyor. Telâşa kapılmadan çocukları götürmeye çalışsalar da akıllı kuşlar harekete geçiyor. Daha sonra kasabaya arabasıyla dönen Melanie babasından yardım istiyor. Kasabadaki Deke’in (Lonny Chapman) restoranı da müdavimleri olan bir mekân. Burada kuşbilimci Bayan Bundy (Ethel Griffies), kuşlar hakkında derin bilgiler sunuyor önce. Sonra da kuşlar, özellikle kargalar ve martılar harekete geçiyorlar. Kasabayı savaş alanına çeviriyorlar. Hareket eden her şeye saldırmaya başlıyorlar. Hatta benzin istasyonu bile infilak ediyor. Mitch, Melanie’yi alıp eve götürüyor ve tüm pencerelere tahtalar çakıyor. Bunlar kuşlarla savaş için yeterli miydi? Kuşlar, zeki ve üstelik ölümcül gagaları var. Gece korku içinde geçiyor. Kuşlar, boşluk buldukları her yerden gagalarını uzatıyorlar. Sabaha doğru her şeyin sakinleştiğini düşünen Melanie, aile uykudayken tavan arasına gittiğinde onu dehşet bekliyor. Filmdeki en gerilimli an, belki de final bölümüydü. Arabaya ulaşmak için dışarı çıkan Mitch’in yaşadıklarını seyrederken yaşıyorsunuz. Mitch’in, kuşların arasından attığı her adım kalp atışlarınızı çoğaltıyor. Herkes arabaya bindiğinde film bitse de sonucun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Kuşlar daha ne yapacak, diye tedirginlik içinde kalıyorsunuz. Hitchcock, kuşların tüm saldırı sahnelerinde seyircilerin korkularını dışarıya çıkartmayı başarabilmiş. Bir kâbusun ortasında kalmış gibi. Bir şey daha yapıyor ve fonda müzik kullanmamış. Kuş sesleri, birer müzik gibi tüm perdeyi kaplıyor. Tarif edilemez bir tedirginlik yaşatıyor bu sesler. Filmdeki diyalogların da iyi yazılmış olduğunu belirtmeliyiz. Darısı Yeşilçam’ın başına diyelim. “Kuşlar”, Aralık 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

(11 Mayıs 2014)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com