İletişimsizlik, Yabancılaşma, Yanılsama, Kadınlar: Antonioni

Modernizmin büyük sanatçılarından İtalyan usta Michelangelo Antonioni’nin “Cinayeti Gördüm”, “Zabriskie Point” ve “Yolcu” filmlerinin mekânlarında dolaşmak istedik.

Modernizmin sınırlarındaki iki yönetmen, Michelangelo Antonioni ve Jean-Luc Godard, sinemaya bambaşka bakışlar sundular ve insanları sarstılar filmleriyle. Postmodernizmin sınırlarına gelirken son defa aynada kendilerine baktı insanlar. 1960’larla beraber değişim ve dönüşüm başladı. Refah toplumunun yanılsama olduğu fark edildi. Şiddet ve özgürlük isteği çoğaldı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Antonioni, Ferrara’da 29 Eylül 1912’de doğdu. Film çekmeden önce yıllarca film eleştirmenliği yaptı. Antonioni, 1943-44 yılları arasında “Gentel del Po-Po’nun İnsanları”nı yaptı. 1953 yılında “Cronaca di un Amore-Bir Aşkın Güncesi” filmiyle sinema yoluna düştü. Sinemanın en özel dörtlemelerinden 1960’da “L’Avventura-Macera”, 1961’de “La Notte-Gece”, 1962’de “L’Eclisse-Batan Güneş” ve 1964’te renkli olarak çektiği “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl” filmlerini yaptı. 1960’ların ortasından itibaren İtalya dışında da filmler çekmeye başladı usta. Antonioni, İtalya’da 1983’te “Nostalghia-Nostalji” filmini çekmeye hazırlanan Andrey Tarkovski’yle de bir araya gelmişlerdi. Tarkovski, bu buluşmada biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Antonioni’nin, 30 Temmuz 2007 yılında uzun hayatı son buldu.

Antonioni filmlerinde, klâsik anlatımın geçişli kurgusunun karşısında geçişsiz kurguyu kullandı çoğunlukla. Geçişli anlatımlarda yoğun olarak “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme”, “silme”, “gibi noktalama geçişleri oluyor. Hatta açı-karşı açı” kullanılıyor. Seyirci, yabancılaşma yaşamadan bir mekândan diğerine, bir zamandan diğerine geçiş yapıldığını anlıyor ve zihninde kaosu yaşamıyor. Antonioni’deyse bu tam tersi. Filmi izlerken, seyirci zaman geçişlerini ve başka bir mekânda bulunmayı bir süre sonra algılayabiliyor bazen. Antonioni, çoğunlukla “kesme” kurgusu yaparak araya hiçbir şey almadan doğrudan başka sahnelere ve mekânlara geçebiliyor. Antonioni, kullandığı açıyı bir daha kullanmamaya çaba gösteriyor çoğunlukla bir de. Seyirci zihninde küçük bir kaos yaşayabiliyor böylece. Elbette yabancılaşarak. Modernizm, iletişimsizlik ve yabancılaşmaydı çünkü. Antonioni, senaryolarını yazmadan önce mekânları dolaşıp ondan sonra senaryoları yazıyordu. Zihninde oluşan hayali mekânlarla değil, somut mekânlar üzerinden hikâyelerini oluşturuyordu. Aslında Antonioni’de, karakter önemli değildi. Bir başka büyük İtalyan usta Federico Fellini’de olduğu gibi. Karakterler öne çıkmıyor. Önemli olansa, o karakterlerin o mekândaki o anki hayatlarıydı.

“Cinayeti Gördüm…”

Michelangelo Antonioni ustanın, İngiltere’de çektiği İngilizce ilk film, MGM’in sunduğu 1966 yapımı renkli “Blow-up-Cinayeti Gördüm” filmi, cinayete tanık olduğunu sanan bir moda fotoğrafçısının yanılsamaları peşinde dolaşıyor. Carlo Ponti’nin yapımcılığını üstlendiği film, Julio Cortazar’ın “Las Babas del Dialio” kısa hikâyesinden çekilmiş. Senaryoyu da yönetmenle beraber ünlü senarist Tonino Guerra ortak yazmış. Fonda duyulan caz tınıları da Herbie Hancock’un. Yönetmen The Yardbirds’ün sert rock müziğini de kullanmış az da olsa. Etkileyici ve ilham verici görüntülerse büyük kameramanlardan Carlo di Palma’dan. Filmde, sadece tek bir günde geçenler yansıyor, belirtelim.

Londra, sabah. Moda fotoğrafçısı Thomas (David Hemmings), işçilerle beraber fabrikadan çıkıyor. Fabrikaya işçi gibi girmiş ve vardiyadaki işçilerin siyah-beyaz fotoğraflarını çekmiş Thomas. Aslında o, çevresinden ve birbirinden güzel fotomodellerden boğulmuş. Bu yüzden farklı çalışmaların, beklenmedik anların peşinde dolaşmak istiyor. Emekçilerden ayrılan Thomas, cipteki çılgın gençlerin ortasında son model üstü açık arabasına biniyor ve fotoğraf stüdyosuna geliyor. Orada onu bekleyen işler var elbette. Antonioni, bu stüdyodaki kışkırtıcı ve baştan çıkartıcı fotomodel çekimi anlarını belgesel gibi yansıtsa da, yapay sanatın soğukluğunu yaşattırıyordu insana. Antonioni de bunun böyle olmasını istemiş sanki. Kırmızı şarabını yudumlarken çekimleri bitiren Thomas, hemen bitişikteki ressam Bill’in (John Castle) atölye evine uğruyor önce. Patricia’yla (Sarah Miles) yaşayan Bill, Thomas’a yanılsama hakkında bir şeyler mırıldanıyor yaptığı tabloya bakarken. Bill’in birkaç yıl önce yaptığı resim, yıllar içinde anlamlanmaya başlamış, bir şeye dönüşmüş. Thomas’ın bu mekânda parmakları arasında dolaştırdığı madeni paraya da dikkat kesilmeli.

Thomas, Londra’nın biraz dışındaki stüdyosunda çalışıyor. Gri gökyüzüyle siyahımsı binalar insanı kasvetli bir atmosferin içine bırakıyor. Dar sokaklar, alabildiğine sakin, hatta neredeyse ıssız. İnsan kendini yapayalnız hissediyor. Filmde, yoğun olarak gri tonlar öne çıkıyor. Işıklar da loş. Bu atmosferin içinde yansıyan diğer renkler gerçekten kontrast oluşturuyor. Bu grilik ve solukluk ortasında, kırmızı çift katlı belediye otobüsleri, kırmızı telefon vs. Her şey hem bir fotoğraf gibi, hem de bir resim gibi. Dış mekânlar genelde böyleydi. İngilizler bile Londra’yı aynen böyle belgesel ruhuyla kendi filmlerinde görmemişlerdir belki.

Bill’in yanından ayrılan Thomas, antikacı dükkânına uğruyor parka gitmeden önce. Orayı almak için patronunu ikna etmiş Thomas. Aksi bir adamla konuştuktan sonra dükkânın sahibini beklemek yerine dışarıda fotoğraf çekmeye başlayan Thomas, Maryon Park’a sürükleniyor. Yeşil bir cangılın içinde sanki kayboluyor Thomas. Seyirci de. Antonioni, Thomas parkta fotoğraf çekmeye başladığında kamera birden özgürce savrulur gibi çekimler yapıyor. Thomas’ın objektifinden yansıyormuş hissini vererek. Bu da mı bir yanılsamaydı? Fotoğraf makinesiyle bir genç kadın Jane’le (Venessa Redgrave) orta yaşlı bir adamı takip etmeye başlıyor. Onların romantik halleri ilgisini çekerken, Jane onu fark ediyor ve negatifi istiyor. Küçük konuşmadan sonra antikacı dükkânına dönen Thomas, güzel antikacıyı dükkânı devretmesi için ikna ederken kendine de büyükçe bir pervane satın alıyor. Bu pervane kısırdöngüye metafor yapıyor. Arabasıyla, arkadaşı Ron’un (Peter Bowles) yemek yediği restorana uğruyor. Thomas’ın basılmış fotoğraf kitabı da var. Thomas, fabrikada çektiği belgesel fotoğraflarını Ron’a gösterirken, az önce parkta çektiği ilginç fotoğraflardan da söz ediyor. Sonra Thomas stüdyoya döndüğünde birdenbire Jane ortaya çıkıveriyor negatifi Thomas’tan almak için. Jane, gizemli ve ilişkiye açık bir kadın gibi görünüyor. Ya da negatifi ele geçirinceye kadar. Thomas, Jane’in güzelliğini fark ediyor ve onun stüdyoda fotoğraflarını çekmeyi istiyor. İkisi de istediğine kolay ulaşamıyor. Gizemler, oyunlar ortalığa savruluyor. Kadınlar, zarif ve esrar dolu işte. Jane, üstündeki gömleği çıkarttıktan sonra elleriyle açıkta kalan göğüslerini salkıyıveriyor hemen. Thomas da üstünü çıkartıyor, ama saklanmaya değer bir şeyi yok elbette. Estetik olan gizemi hak ediyordu. Thomas evli miydi? Thomas’ın Jane’le konuşurken kullandığı kelimeler yanılsama yaratıyordu zihinde. Jane’e başka negatifi veren Thomas, parkta Jane’le adamın negatiflerini karanlık odada negatifleri banyo yaptıktan sonra büyük kâğıtlara siyah-beyaz fotoğrafları basıyor. Fotoğraflarda bir şeyler fark etmeye başlıyor. Fotoğrafa büyüteçle baktığında ağaçlar arasında tabancalı bir eli fark ediyor. Bunlar olurken stüdyoya sarı saçlı (Jane Birkin) ve siyah saçlı utangaç (Gillian Hills) iki güzel fotomodel kız geliyor. Eğleniyorlar. Antonioni ustanın bu anlardaki yansıttığı estetik çarpıcıydı. Çünkü bu orji kışkırtıcı, baştan çıkartıcı ve sonra da iticiydi.

Gece olunca parka giden Thomas, tabancılı elin olduğu yerde Jane’le olan orta yaşlı adamın cesedini görüyor. Yanında fotoğraf makinesi yok. Orada ışığı yanmayan neon da boşluktaymış gibi algılanıyor. Ve Sinema Dergisi’nin Kasım 1990’daki nüshasında, 1970’lerin başında Antonioni’yle yapılmış uzun mülâkatı yayımlamışlardı. Antonioni, insanların parktaki bu ışıklı tabelayı okumalarını istememiş, reklâm olmasın diye. Işık kaynağına da ihtiyaç hissetmiş. Bir de atmosferdeki romantizmin dağılmasını istemiş. Başkaca da anlamı yokmuş. Ama, gündüz de o tabeladaki yazı okunamıyordu. Harfler birbirine geçmiş gibiydi sanki. Büyük yönetmenler eserleri hakkında kendilerini ele vermiyorlar ve sürekli konuşarak da saçmalamıyorlar. Thomas, arabasıyla şehre gidiyor Ron’u aramak için. Gözü Jane’e takılıyor. Jane’in peşine takılıyor. Aslında Thomas’ın Jane’i mi arıyor, yoksa Ron’u mu, bilemiyorsunuz. Seyirci sokaklar, kalabalıklar ve binalar arasında Thomas’la beraber kayboluyor adeta. Thomas bir diskoya geliyor. Sert rock çalan The Yardbirds grubunun isyan eden müziğine gençler donmuş gibi tepki vermeyen gençlere tepki gösteren gitarist gitarını öfkeyle parçalıyor ve gençler kıpırdanmaya başlıyorlar rock ruhuyla. Gitarın sapıyla kendini dışarı atan Thomas sonunda Ron’a ulaşabiliyor. Otla kafası dumanlı Ron’a cinayeti anlatmaya çabalasa da kolay olmuyor. Thomas da kendini boş yatağa bırakıyor ve şafakla beraber Maryon Park’a gidiyor fotoğraf makinesiyle. Işıklı tabelaya yakın yerde cesedi bulamıyor. Dün sabahki gençler yine cipe binmiş sabah dolaşmalarını yapıyorlar. Gençler, tenis kortuna yöneliyorlar. İki genç, hayali tenis maçı yapıyorlar. Ellerinde raket ve top yok. Cesedin olmaması gibiydi. Thomas, hayali top kortun dışına çıktığında oyuna katılıyor ve belki de bugün yaşadıklarını düşünüyor. Gerçekliğin yanılsamasının olduğu filmde seyirciler yine de zihinlerinde kuşkular yaşıyorlar. Antonioni baştan beri yanılsamaları küçük ayrıntılarla aralara serpiştirse de. Bir gün Londra’ya yolunuz düşerse eğer Maryon Park’a da uğrayın Antonioni hatırası için. “Cinayeti Gördüm” filmindeki atmosferin içine girmeniz muhtemel. Park hiç bozulmamış. Londra, New York, Paris, Madrid gibi muhteşem şehirler koruma altında. Doğdunuz sokak yaşlandığınızda da hemen aynı bu şehirlerde. Bu film, Ekim 1971’de ülkemizde vizyona çıkmıştı.

“Zabriskie Point…”

Antonioni’nin İngilizce olarak Amerika’da renkli ve sinemaskop çektiği 1970 yapımı “Zabriskie Point” filmini MGM sunmuş. Filmin yapımcısıysa Carlo Ponti. Filmin senaryosunu Antonioni, Tonino Guerra, ünlü oyuncu-yönetmen Sam Shepard, Bernardo Bertolucci’nin senaristlerinden Clare Peploe ve Fred Gardner. Antonioni, filminde Pink Floyd, Rolling Stones, Kaleidescope, Jerry Garcia gibi grup ve şarkıcıların müziklerini kullanmış. Müziklerin çoğu Daria’nın araba radyosundan duyuluyor. Filmin görüntüleriyse Alfio Contini’den. Filmin hikâyesi, öğleden öce başlıyor, öğleden sonra bitiyor. Bir gün bile sürmüyor.

Film, devrimci üniversite öğrencilerinin tartışmalarını yansıtmadan önce kırmızılar içinde ön jenerik yazılarını sunuyor. Görüntü normal görüntülere dönüşürken, Los Angeles’ta siyah ve beyaz üniversite öğrencileri boykotu, eylemleri, baskıları, ayrımcılığı, ırkçılığı konuşuyorlar. 68 kuşağı, çiçek çocukları, eşitlik ve özgürlük savunucuları siyahlar. Amerika, Vietnam’la yıllardır sonu ne olacağı bilinmeyen bir savaşın içinde. Gençler, cephelere sürülerek ölürken, Amerika’da sivil hakların mücadelesi de sürüyor. Devlet, polisine inanılmaz, faşizmin sınırlarını zorlayan yetkiler vermiş ve kendisine karşı olduğunu düşündüğü herkesin üstüne inanılmaz şiddet yağdırıyor. Polis, üniversite kampuslarını basarak öğrencilere korkunç şiddet savuruyor. Elbette ilk önce biber gazı kullanıyorlar. Bu hiç değişmiyor. Sivil itaatsizlik göstermiş, kuralları ciddiye almamış ve sonunda üniversiteden atılmış yirmi yaşındaki Mark da (Mark Frechette) öğrenci toplantısına katılıyor. Sonra da kamyonetiyle hapishaneye gidip kefaletle serbest bırakılacak arkadaşını almaya gidiyor. Hapishanede inanılmaz disiplin, kurallar ve şiddet var. Mark, adını soran polise, “Karl Marx” diyor. Şiddet dışında bir şey bilmeyen polis Marks’ı nereden bilecekti ki? Mark, hapishaneye giderken, Antonioni, yollardaki trafik karmaşasıyla her tarafa serpiştirilmiş reklam panolarıyla kapitalizmin küçük belgeselini de yansıtıyordu. Kapitalizm, sadece tüket ve düşünme diyor sanki. Antonioni, bu anlarda kamerayı öfkeli kullanmış. Milyonlarca yılda oluşmuş harikalar da kapitalizmin inşaatlarıyla sonsuza kadar kaybolup gidiyor. Çevre çöküyor. Vietnam Savaşı’nı ve ırk ayrımcılığına isyan edenler tutuklanırken, kapitalistler borsada para basıyorlar. Devlet, zenginleri korumaya alırken, hukuk bertaraf edilerek faşizm kasveti toplumun üstüne karabulut gibi çöküyor polis gazlarıyla. Antonioni, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir devlet değil, şirket-devlet olduğunu söylüyor bu sol ruhlu filmiyle. Antonioni, Amerikan muhafazakârlığına da öfke gönderiyor gençlerden yana olurken. Muhafazakârları çıldırtan her şey “Zabriskie Point” filminde kutsanıyor.

Mark, hapisten çıkan arkadaşıyla önce silâh satan dükkâna gidiyorlar ve tabanca satın alıyorlar. Mark sonra boykotun ve işgalin olacağı atıldığı üniversiteye uğruyor. Kampusta polis şiddeti her yerde görülüyor. Kanlar içinde yerde yatan üniversite öğrencilerini gördüğünüzde yüreğiniz çıkacak gibi oluyor bu anlarda. Polis, binayı işgal etmiş öğrencileri dışarı çıkartabilmek için içeriye biber gazı atarken, bir tabanca sesi duyuluyor ve ardından resmi giyimli polis yere yığılıyor. Kim ateş etmişti? Mark mı, diye içinize bir kuşku düşüyor. Ateş edilmeden önce Mark, ayağındaki botundan küçük tabancasını çıkartıp polise doğrultuyordu. Gerçekliğin yanılsaması mıydı bu? Filmi ikinci defa gördüğünüzde gerçeğe dokunuyorsunuz filmde. Kaçan Mark, sakince küçük bir havaalanına geliyor, oradan küçük bir uçak Lilly 7’yi kaçırıyor ve özgürce gökyüzünde dolaşmaya başlıyor. Yolları kesişeceği Daria (Daria Halprin), üniversitede okurken, inşaat yatırımcısı Lee Allen’ın da (Rod Taylor) sekreteri. Üniversiten Buick arabasıyla Mojave çölünde Phoenix’e doğru yola çıkıyor. Ölüm Vadisi (Death Valley) burası. Ama önce Jimmy’yi bulması gerekiyor. Çölün ortasında bir kafeye uğruyor. Kafenin müşterileri yaşlı insanlar. Jimmy’yi bulamayan Daria dışarı çıkıyor ve televizyon haberlerindeki şiddeti taklit eden çocuklar Daria’yı korkutuyorlar. Oradan uzaklaşan Daria, gökyüzündeki Mark’la yolu kesişiyor çölde. Uçağı benzini bittiği için yaşlı bir tamircinin küçük pistine indiren Mark, oraya gelen Daria’nın arabasıyla yola düşüyorlar çölde benzinci bulabilmek için. “Ölüm Vadisi”nde özel bir yeri, Zabriskie Point’u keşfediyorlar. Bu çarpıcı yer, milyonlarca yılda oluşmuş. Borat ve alçı taşı yoğun burada. Doğal güçler tarafından toprak eğilmiş ve yukarı doğru çıkmış. Su ve rüzgârdan dolayı da erozyon da yaşanmış burada. Zabriski Point, sarı ve çorak çöle benzemiyor. Daha grimsi. Toprak çok ince, kayalar da çok sert. Burada iki genç birbirini tanımaya çalışıyor, sonra da sevişiyorlar. Onlar sevişirken, gerçeküstü bir anda başka gençler de yansıyor sevişen. Gençler çoğalıyor. Antonioni, gençlere savaşa gitmesin ipinden boşalmış gibi sevişsinler diyor sanki. Gençler enerji dolu, zeki, mizah yüklü ve yufka yürekli oluyorlar. Zabriskie Point’a bir karavanla tatile çıkmış bir aile geliyor. Adamın bölgeye bakarken manzarayı değil, yeşil dolarları gördüğünü fark ediyorsunuz.

Uçağın yanına gelen Mark ve Daria, uçağı rengarenk boyuyorlar. Uçağın bir tarafına “She-He-It”, diğer tarafına da “No Words” yazıyorlar. Yolları ayrılıyor. Daria çölde yoluna devam ederken, Mark da uçağı havaalanına götürüyor. Havaalanında polisler şiddet için konuşlanmışlar. Uçak piste indiğinde polisler uçağa ateş ediyorlar ve bir trajedinin daha yaşanmasına neden oluyorlar. Polislerden kimse hesap sormuyor. Çünkü onlar zenginlerin ve şirketlerin bekası için görevlerindeler. Daria çölde radyosunda Mark’ın öldüğünü öğreniyor, ardından da çöldeki patronunun yaptığı son otele gidiyor. Daria, orada boğulur gibi oluyor, kimseye haber vermeden arabasına gidiyor. Otele bakıyor. Zihninde, çeşitli açılardan oteli infilak ettiriyor Daria. Sonra da yalan üretim makinesi televizyonu paramparça ediyor. Peşinden de tüketim olan her şeyi. En sonunda da şirketlere eleman yetiştirmekten başka hiçbir işe yaramayan üniversitelerin kitaplarını havada uçuruyor Daria zihninde. Kapitalizm yenildi mi? 68 ruhu yaşanıyor hâlâ. Anarşist bu ruh özgürlüğü hatırlatıyor hep.

“Yolcu…”

Antonioni’nin, kimlik değiştiren bir adamın, kimliğine geçtiği adamın kaderini yaşamasını anlatıyor. Bu kader ruhani olan değil. Modernizmin insanı boşluğa düşüren yabancılaştırması. Filmin senaryosunu Antonioni’yle beraber Mark Peploe ve Peter Wollen ortak yazmışlar. 1938’de Londra’da doğmuş İngiliz sinema kuramcısı Wollen’ın “Sinemada Göstergeler ve Anlam” kitabı 2004 yılında Metis Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu kitabın yakınlarınızda bulunması iyi gelebilir. Wollen, yaratıcı yönetmen konusunda Fransız “Yeni Dalga” yönetmenlerinden farklı düşünüyor. Fransızların, yaratıcı yönetmene yaklaşımında yönetmenin senaryoyu da yazması öneriliyordu. Wollen, Anglo-Amerikan bakışla yaratıcı yönetmenin farklı türlerde filmler çekip, o filmlere kendi üslubunu katmasını savunuyordu. MGM de “50. Altın Yılı”nda Antonioni’yi iftiharla sunuyordu 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filmiyle. Bu filmin kameramanıysa Luciano Tovoli. Yapımcıysa Carlo Ponti. Seyirci, “Yolcu” filminde birçok anda zihinsel kaos yaşıyor. Mekânları ve zamanları karıştırıyor. Ama, bir zaman sonra algılamaya başlıyorsunuz elbette.

Amerikalı David Locke (Jack Nicholson), Afrika’da çatışmaları yakından takip eden, mülâkatları kamerayla belgeleyen bir gazeteci. Şimdi Çad’da. Film, David’in sessizlik ve mutlak gizemle yüklü buluşması üzerine açılıyor. Hiç konuşmadan kendini gerillalara ulaştıracak adama ulaşıyor bu sessizlik iletişimiyle. David, çölün içinde sıkılmışlığı da fark ediliyor. Sarı çöl kumlarıysa kederi çağrıştırıyor sanki. David, uzaktaki gerillalara ulaşmak için uzun yolu göze alamıyor ve cipine atlayıp öfkeyle geri dönüyor. Çöldeki otelinde sabah tanıştığı David Robertson’ın (Charles Mulvehill) odasına giden David, onu yatakta yarı çıplak yatarken buluyor. Öldüğünü anlıyor. Gözü, Robertson’ın çantasındaki Münih uçak bileti takılıyor. Önce Robertson’ın mavi gömleğini giyiyor. Tavanda da vantilatör dönüp duruyor. Sinema psikolojisinde mavi renk karmaşayı, vantilatör kısırdöngüyü çağrıştırıyor. Robertson’ın pasaportunu alan David, odasına gidiyor ve pasaportlardaki fotoğraflar değiştirirken, makaralı teybinden sabahki Robertson’la yaptığı konuşmaların kaydını dinliyor. Bu sahnedeki anlar çarpıcı ve sinema adına insanı heyecanlandırıyor. Kamera, şimdiki andan geçmiş ana kesme yapmadan geçiyor. Kamera, David’den ayrılarak sola doğru çevriniyor (pan yapıyor), oda duvarını geçiyor, ardından da odanın dışındaki mavi gömlekli Robertson yansıyor pencereden. Odada yarı çıplak olan David de kısa bir an sonra kareli kısa kollu gömleğiyle Robertson’ın yanına geliyor. Antonioni, bu kesmesiz kurgusuyla, Tarkovski ve 1972 yapımı bilimkurgusu “Solaris”e bir saygı gönderiyordu sanki. Bu sahnenin sonundaysa, David’in odasının içindeki Robertson’dan sağa doğru dönen kamera, masada yarı çıplak oturan David’i gösteriyor. Tarkovski’nin kamerası “Solaris”te 360 derece kendi çevresinde dairesel dönerken, Antonioni’nin kamerası da “Yolcu”da sadece 90 derece dönüyor, belirtelim. David, işini bitirdikten sonra gezgin işadamı sandığı Robertson’ın cesedini kendi odasına taşıyor. Sonra da Robertson’ın öldüğünü söylüyor resepsiyondaki insanlara.

Birdenbire Londra. Antonioni, hiç kesme yapmadan David’i Londra’da gösteriyor. Robertson’ın kimliğine bürünen takma bıyıklı David, sıkıldığı hayattan yeni maceraların içine düşüyor gönüllü sürgünüyle. Artık özgür müydü David? Gözü bankta kitap okuyan mimarlık öğrencisi genç bir kadına (Maria Schneider) takılıyor önce. Genç kadın bir an ona bakıyor ve sonra kitabına gömülüyor. Kamera, birden öne doğru kayıyor bu anda. Beşten sonra kamera kaydırmalarını saymayı bıraktık. Final bölümündeyse kamera, uzun ve özel kayacaktı öne doğru. Antonioni bu filminde sıkça çevrinme (pan) yaptırıyordu kamerasına. Sonra Münih’e geçiyor David. Havaalanında tanıması gereken adamları tanımıyor. Kiraladığı arabayla doğrudan kiliseye gidiyor. Evlilik törenini izledikten sonra kilisede sıraya oturup bekliyor. Havaalanında tanımadığı biri siyah, diğeri beyaz iki adam kendisiyle iletişime geçiyor. Adamlar, Robertson sandıkları David’e para veriyorlar. Çünkü Robertson bir silah kaçakçısı ve Afrikalı direnişçi örgüte silahlar satmış. Parayı alan David, lokantada yemek yerken, Robertson’ın defterinde Daisy’nin notu gözüne çarpıyor. Notun altında da 1973 yazıyor. David, Münih’te son gününde erkek olduğunu sandığı Daisy’ye telefon ettikten sonra birdenbire Barselona’da teleferikte buluveriyor kendini. Bu sahnelerdeki kurgu da çok özeldi. Münih’te kameranın sağından koşarak çıkan David, sonraki sahnede kameranın solundan nefes nefese Barselona’da teleferiğe biniyordu. David, Münih’ten Barselona’ya zıplıyordu sanki. David’in geride bıraktığı Rachel (Jenny Runacre) yavaş yavaş bu tuhaf hikâyeye dâhil oluyor. Rachel’la, David üstüne televizyon belgeseli için uğraşan yapımcı Martin (Ian Hendry), David’in gerillalarla yaptığı röportajı izlediği sahnede ekrandaki görüntü o ana dönüşüyor ve seyirci David’in bulunduğu mekâna gidiyor. Gerçekliğin başka boyutuna geçiliyordu bu geriye dönüşle, Rachel, kocasının bulunduğu yere gitmiş o görüşmenin olduğu zamanı hatırlıyordu. Tarkovski’nin “Solaris” filminde de benzer bir an vardı ve yansıyan görüntü o anın içinde olmaya dönüşüyordu psikolog Kris’in gençlik görüntüleriyle.

Askerler, direnişçi bir insanı kurşuna diziyorlardı deniz kıyısında. Bu anlar, Rachel’la belgeselcinin stüdyoda izledikleri David’in Afrika’da kaydettiği haber-belgesel olduğunu fark ediyorsunuz. Bu görüntüler insanı gerçekten sarsıyordu. Bu anlarda renklerse koyu tonlardaydı. Martin, Rachel’in araştırmalarıyla David’in son günlerini öğrenmek için Robertson’ı bulmak umuduyla Barselona’ya geliyor. David kalabalık içinde onu fark ediyor ve kaçarken kendini mimar Gaudi’nin tamamlayamadığı binanın içinde buluyor. Rastlantı onu Londra’da gördüğü mimarlık öğrencisi genç kadınla karşılaştırıyor. Adını ve hangi ülkeden olduğunu bilmediğimiz, adeta kimliksiz bu mimarlık öğrencisi genç kadın, mimarisiyle öne çıkmış şehirleri yaz tatilinde dolaşan bir turist. Gaudi tutkunu. Antonioni, Barselona şehrinin ruhu olmuş Gaudi’ye onun eserlerini göstererek saygı sunuşu da yapmış bu filmiyle. Barselona, Gaudi demek çünkü. David’le mimarlık öğrencisi, David’in kiraladığı üstü açık arabayla Endülüs yollarına düşüyorlar. David trajedisine mi yol alıyor? Sarının ve Emevi mimarisinin ruh kattığı bu bölge trajediyle de buluşan bir yer. Çünkü David’in peşinde birileri var. Münih’te para aldığı gerilla Achebe (Ambroise Bia), biri beyaz diğeri siyah iki adam tarafından ortadan kaldırılıyor. Adamlar, Robertson sandıkları David’in peşindeler. Elbette Rachel da. David, bozulan arabayı tamir ettirmek için kasabada kalıyor. Mimarlık öğrencisi genç kadını otobüsle Almeira’ya yolluyor. Yolladığını sanıyor. Otel odasına yerleşen David, onca yorgunlukla kendini yatağa bıraktıktan sonra kamera belli belirsiz öne doğru yavaşça kayıyor, Citroen arabadan Barselona’da Achebe’yi öldüren iki adam çıkıyor, beyaz olanı mimarlık öğrencisinin yanına gidiyor, bir şeyler konuşuyorlar, adam otelin girişine yöneldiğinde kamera odanın demir parmaklıklarından dışarı çıkıyor, kamera dışarıda aylak aylak kayarken, mimarlık öğrencisi telaşla gelen polis arabasına doğru yürüyor, arabada polislerle beraber Rachel da var, kamera onları takip ediyor, otelden içeri girerken, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor David’in odasının penceresine geliyor, polis Rachel’a yatakta uzanmış David’i tanıyıp tanımadığını söylüyor, o da tanımadığını belirtiyor. Antonioni, bu sahneyi yaklaşık yedi dakika hiç kesme yapmadan yansıtmış. David’in öldürüldüğünü görmüyorsunuz. İçinize kuşku da düşüyor bu uzun sahneden sonra. Antonioni, bu sahneyle Fritz Lang’ın 1931 yapımı siyah-beyaz kara filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” filmindeki bir ana saygı gönderiyor. Lang usta, uzun plânla hiç kesme yapmadan kamerayı yavaşça öne kaydırarak kamerayı küçük pencereden içeri sokmuş ve içeride toplantı halindeki gangsterleri yansıtmıştı. “Yolcu” filminde başka ustaların ve filmlerinin hatırlatması, Antonioni ustanın postmodern bir film yaptığıyla itham edilmemeli. Antonioni, onların içini boşaltıp anlamsız bir taklit yapmamış. Tersine kendi üslubunu katmış o sahnelere. Modernizmde saygı sunuşunu çalmak olarak yorumlamamalı. Görüntü, akşam çökerken fondaki İspanyol gitarının tınısıyla Hotel de la Gloria’nın üzerinde kapanıyor hayat devam ederken. Elbette zihindeki şüphe de sürüyor. Bu film ülkemizde Aralık 1981’de vizyona girmişti.

(13 Nisan 2014)

Ali Erden

[email protected]