Dünya sinemasında saygın yeri olan İran sineması, altyapısı ve dünyaca ünlü yönetmenleriyle coğrafyamıza onur veriyor. Bu saygın sinemaya birkaç filmle selâm göndermek istedik.
İran sineması, bugün dünyada saygın bir yerde. Bu kadim kültür, her devirde kültüre ve sanata katkıda bulundu. Sineması dünyaca tanınmış önemli yönetmen çıkardı. Altyapısı da sağlam olan İran sinemasında yönetmenler, iktidarların baskısına rağmen yaratıcılıklarını ortaya koyup, saygın ödülleri kazanıyorlar. Cafer Panahi, Mohsen Makkmalbaf, Abbas Kiarostami gibi büyük yönetmenleri var. Bu sinema araştırılmayı ve takip edilmeyi hak ediyor.
Makhmalbaf ailesi, İran sinemasının içerisinde özel bir yere sahip. Çünkü Mohsin Makhmalbaf önemli bir yönetmen. Eşi Marzieh Meshkini yönetmen. Bir de bunun üstüne kızları Hana da yönetmen. Samira da var, ama anne Meshkini değil. Meşkini’nin 2000 yapımı “Roozi ke zan Shodam-Kadın Olduğum Gün”den sonra çektiği 2004 yapımı “Sag-haye Velgard-Şaşkın Köpekler”de savaştaki Afganistan’a bakıyor. Taliban rejimi çökmüş ve ortalıkta Batılı koalisyon askerleri var. 1969 Tahran doğumlu yönetmen, arka plânda savaş izlerini yansıtırken, ön plândaysa iki çocuk aracılığıyla evsizliği ve yoksulluğu gösteriyor. Yoksulluk basit bir kelime değil. Dibine kadar vurmuş bir yoksulluk bu ve ötesi de yok. Meşkini, gerçek mekânlarda belgesel tadı veren ve dramatik yönü güçlü bir film ortaya koyabilmiş gerçekten.
Yedi yaşındaki kız çocuğu Gol-Gotai ve ağabeyi Zahid’in insanın yüreğine oturan hikâyesi anlatılıyor filmde. Onlar aracılığıyla tüm Afganistan’ın acılarını hissediyorsunuz. Afganlar, tıpkı Vietnamlılar gibi Batılıların kendilerine layık gördükleri trajedileri yaşadılar on yıllarca. Hindistan’dan kopan Afganistan, bir dolu aşiretten oluştuğu için istikrara bir türlü kavuşamadı. İşgâller başladı sonra. Önce Sovyetler, sonra da Amerikalılar geldi. Arada da Taliban’ın şeriatıyla ezildi bu toplum.
Film, elleri meşaleli çocukların kaniş cinsi bir köpeği kovalamalarıyla başlıyor. Bu köpek İngilizlerin olduğu için Taliban sempatizanı çocuklar köpeği infaz edip intikam almak istiyorlar. Köpek, canını kurtarmak için bir kuyuya sığınıyor. Bu kimsesiz güzel köpeği yine güzel bir kız çocuğu Gol-Gotai kurtarıyor. Köpek, iki kardeşin yoldaşı oluyor film boyunca. Ne ekmek, ne de başka bir şey yiyor bu güzel köpek. İngilizlerin mamalarıyla beslenmiş çünkü. İki kardeş, gündüzleri çöplükten odun parçaları toplayıp fırınlara satıyorlar. Odun karşılığında da ekmek alıp karınlarını doyuruyorlar. Geceleriyse hapisteki annelerinin hücresine gidip uyuyorlar. Anneleri hapiste olan çocukların babaları da koalisyon güçlerinin hapishanesinde yatıyor. Babaları da Taliban tarafından. Annenin hapiste yatmasının nedeni de Taliban’ın katı şeriat kanunları yüzünden. Baba beş yıl ortadan kaybolunca, anne çocukları evsiz barksız kalmasın diye bir adamla evlenmiş. Bu, şeriat yasalarına göre suçmuş. Gol-Gotai ve Zahid, annelerini affetmesi için babalarından şefaat diliyorlar ama ne yazık ki dinin katı kuralları üstün çıkıyor bu hayatlarda. Bir akşam çocuklar hapishaneye alınmıyorlar ve dışarıda kalıyorlar. Gidecekleri ve sığınabilecekleri hiçbir yer yok. Dışarısı soğuk ve güvenli değil. Yanlarında İngilizlerin köpeğiyle oradan oraya sürükleniyorlar. Evsizlerin sığındığı tabuttan evciklerin birinde bir gece kalıp donmaktan kurtuluyorlar ama sorunlarını çözmüyor bu. Annelerinin yanında olabilmek için tek bir yol kalıyor. O da hırsızlık yapmak. Tabuttan evcikleri kiralayan çocuğun önerisiyle konusu hırsızlık olan bir filme gidiyor kardeşler. Vittorio de Sica’nın 1948 yapımı siyah-beyaz “Ladri di Biciclette-Bisiklet Hırsızları” filminde bisikletlerin nasıl çalınacağını öğrenen iki kardeş, sinemadan çıktıktan sonra bir bisiklet çalıyorlar. Sonrasında her şey daha kötüye gidiyor kardeşler için. Yönetmen Meshkini, İtalyan sinemasının içinde doğan “Yeni Gerçekçilik” akımından beslendiğini gizlememiş. “Şaşkın Köpekler”, sizleri ağlatmadan yüreğinizde ince bir sızı hissettiriyor. Müzikleri Muhammed Rıza Dervişi yapmış. Kamerada da İbrahim Ghafori, Maysam Makhmalbaf var.
Kaplumbağalar da Uçar…
Kuzey Irak. Türkiye sınırındaki otuz haneli Kürt köyünde yüzlerce Kürt mülteci çadırlarda kalıyor. Türk askerleri de gözetleme kulelerinden Kürtleri gözetliyorlar gece gündüz. Kış ayları. Savaş yaklaşıyor. Evet, İran sinemasının yetiştirdiği 1969’da Bane’de doğmuş İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi, 2000 yapımı “Zamânî Barâyê Asbhâ / Dema Hespên Serxweş-Sarhoş Atlar Zamanı” filminden sonra bir defa daha perdelerimizi onurlandırmıştı. Belgesel sinemadan gelen Ghobadi, anlattığı insanların, mekânların ve coğrafik bölgenin
ruhunu perdeden seyircisine ulaştırmayı başarıyor. Daha da ileri, sanki perdeden içeri girip, o coşkunluğu ve trajediye dokunuyorsunuz. 2004 yapımı “Lakpost-ha hem pervaz mi-konend / Kûsî jî Dikarin Bifirin-Kaplumbağalar da Uçar”, insanın duyarlılığını çoğaltan ve suçluluk duygusu veren bir yapıt. Saddam despotizminin çizmeleri altında ezilen, üzerlerine kimyasallar atılan, köyleri yakılan bu halk, şimdi mutluluğa ve huzura kavuşabilecek miydi? Ghobadi, savaş öncesinin Kürtlerine, kamerasını içten ve coşkulu bir biçimde çeviriyor. İnsana kederli bir mutluluk veriyor film. O acıların ve trajedilerin içinde bile mizahı ortaya çıkartabilmiş yönetmen.
Köydeki mülteci kampında iki kolu kopmuş Hengav (Hiresh Feysal Rahman), kız kardeşi Agrin (Avaz Latif) ve Agrin’in gözleri görmeyen gayri meşru bebeği Riga da var. İki kardeş Halepçe’den gelmişler bu kampa. Daha bir çocuk olan Agrin sürekli kâbuslar görüyor. Köylerini basan Saddam’ın askerleri birçok insan gibi ona da tecavüz etmişler. Agrin hamile kalmış ve Riga’yı (Abdülrahman Kerim) doğurmuş. Abisi Hengav kampta “kahin” olarak anılıyor ve mayın toplamada uzmanlaşmış. Filmin ana karakteri on beş yaşlarındaki Satelite (Soran Ebrahim), Hengav’ı bir rakip olarak görüyor. Satelite, bir televizyon anteni uzmanı. Köyün tüm antenleri ondan soruluyor. En önemli işi de çocuklara mayın toplatıp hurdacıya satmak. Aslında Satelite de, Hengav ve Agrin gibi kimsesiz. En yakınında olan iki insan, bir ayağı kopmuş Peşo’yla (Saddam Hüseyin Feysal) Satelite’ye sürekli sorular soran sevimli çocuk Şikruh. Kürt köyünde Kürt mültecileri anlatan bu film, gerçekliğe fazla müdahale etmeden, var olan gerçekliği uç noktada dramatize etmeden yansıtabiliyor perdeden. Çok hassas Agrin karakterini bile duyguları sömürmeden, melodramın tuzaklarına düşmeden doğrudan gerçeklikle yansıtabiliyor yönetmen. Kürt köyünde mülteciler var. Onlar, Kürt olsa bile mülteci. Satelite, Hengav’dan tümüyle nefret etmiyor, çünkü onun kız kardeşi Agrin’e içten içe vurgun. Agrin, Satelite’nin kendine doğru esen temiz aşkına kalbini kapar sürekli. Çünkü o kendini “kirli” hissediyor. Agrin, “piç” dediği bebeği Riga’dan kurtulmak istiyor hep. Agrin’in trajedisi, tüm trajedilerin üstüne çıkıyor filmde. Finalde Saddam devrilip, ABD’liler kuşatıyor Irak’ı. Başka bir trajedi başlıyor. Ghobadi, tüm acıların ve trajedilerin içinde gerçekten unutulmaz karakterler yaratmış. Satelite, Şikruh, Peşo, Hengav, Agrin gibi. Bu belgesel tat veren film, sinemanın özel yapıtlarından. Estetik düzeyi de insanı çarpıyor. Bu fotoğraflar Şehriyar Assadi’den. Müzikleri de Hüseyin Alizadeh yapmış.
1957’de Tahran’da doğan Mohsen Makhmalbaf, Abbas Kiarostami gibi İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden. 2005 yapımı “Sex & Philosophy-Seks ve Felsefe”, doğrudan doğruya aşk ve felsefesi üzerine bir film. Makhmalbaf’ın filmi müthiş bir girişle açılıyor. Birbirinden bağımsız anlar olsa bile, filmin girişiyle final bölümünün birbirine bağlanması ancak büyük yönetmenlerin yaratabileceği bir zanaat. Sanki bu filmde John’un uzun rüyasını seyrediyorsunuz. Giriş bölümüyle final bölümü kısır döngüyü yaşatıyor. Makhmalbaf’ın filminde öyle muhteşem anlar var ki. Usta, bu filmiyle hem aşka hem de sinemaya saygı sunmuş. Makhmalbaf, “Aşk yeryüzünden siliniyor mu” diye soruyor. Modern insan hiçbir şeyi, aşk da dâhil derinlikli yaşayabilir miydi? Aşkın gizemi bitmiş miydi? Ya sinema? Negatifler yok olursa sinema nereye gidecekti? Her şey dijitalleşecek miydi? Makhmalbaf’ın bu filminde sinema adına yarattığı anlar ve derinlik duygusu bir daha yaşanabilecek miydi? “Seks ve Felsefe” filmi, aşk ve sinemaya bir ağıt gibi sanki.
Müzik hocası John (Daler Nazarov), kırk yaşına girmiş. Şehrin içinde ağaçlıklı yolda üstü açık Amerikan arabasıyla yol alırken (arabasında mumlar da yanıyor), sevgililerini tek tek arıyor. İlk aradığı Meryem. Ona mesaj bırakıp bir gülle yaşadığı yere davet ediyor. John’un yaşadığı yer orman içinde hem ev hem de dans okulu. Meryem (Mariam Gaibova), John’un mesajını dinler. O an Makhmalbaf, kamerasını şiir yazıyor gibi sağa ve sola çevirerek gezindiriyor. John’un sonraki aradığı sevgilisi Farzana (Farzona Beknazarova), hüzünlü bir genç kadın. John ona, “Hüznünü bırak da gel” der. Sonra Tahmineh’i (Tahmineh Ebrahimova) arıyor. Ardından da bu üç genç kadından daha olgun Melahat’ı da (Melohat Abdulloeva) davet ediyor doğum gününe. Seyirci, ilk anlarda John’un yüzünü hiç görmüyor. John, yol alırken arabasına âmâ akerdeoncuyla yaşlı kadını alıyor, müzik dinliyor. Sevgiller de tek tek John’un mekânına, dans okuluna geliyorlar. Farzana’nın ayaklarındaki ayakkabıların biri kırmızı, diğeri beyaz. Meryem gülle geliyor. Tahmineh kendini getiriyor sadece. Kırmızı şarap getiren Melahat, gramafondaki plâğı da çalıyor. Hem kırmızı şarap hem müzik filmin başrolünde sanki. Kırmızı şarap, Makhmalbaf’ın üzerine kamerayla şiir yazdığı muhteşem bir şey. Aslında Makhmalbaf, Tacikistan’da çektiği bu filminde, İran’da yapamayacağı her şeyi yapmış. Kadınlar alabildiğine özgür ve kendilerini giysilerin arkasına gizlemiyorlar. Danslar ve müzikler onlar için. Kadınlar gibi, şarabı da bol bol yakın plânla çekmiş yönetmen.
John’un mekânında öğrenci kızlarla dans yapan sevgililer de John’la yaşadıkları aşkları bir daha yaşıyorlar. Makhmalbaf, hem geçmişe hem şimdiye sık sık dönüş yapıyor filminde. Önce Meryem’le tanışması ve aşkı yansıyor John’un. Meryem bir hostes. John havaalanına geldiğinde hiç yolcusu olmayan uçağa biniyor ve Meryem ona “Hoşgeldiniz” diyor. John etkileniyor. Ama, Meryem’in gözlerinde soğukluğu da fark ediyor. Cebinden, mutlu anlarını kaydettiği kilometre saatini çıkartan John, aslında Meryem’le mutlu anları az olmuş. John’a göre her aşk bir rastlantı. Farzana’yla tanışması da öyle oluyor. Bir şairle şiir üzerine konuşup kırmızı şarap içtikten sonra dışarıda şairle dolaşırken Farzana’yı fark ediyor birden. Sonra onun peşinden gidiyor. Farzana, römork-evine çekiyor John’u. Şarap içiyorlar. Konuşuyorlar. Hüzün yüklüdür Farzana. Üçüncü sevgilinin adı Tahmineh. Adı gibi gizemli, sürprizli ve en güzeli Tahmineh. Onunla da tanışmaları rastlantıdan başka bir şey değil John için. O gün ishâl olmasa, o anlar yaşanmayacak ve ayrılık da olmayacaktı. Tahmineh bir doktor. Kendini, Tacikçeden çok Rusça daha iyi ifade eden John, en derin aşkı Tahmineh’le yaşıyor. Onunla şehirde dolaşıyor, yağmur altında şairin şiirini dinliyor, ona süt banyosu yaptırıyor ve en çarpıcı ayrılığı da onunla yaşıyor John. Şehirde dolaşırken kilometre saatini satın aldığı antikacıya götürüyor Tahmineh’i John. Antikacı, Lenin’in tablolarını haraç mezat satıyor acı biçimde. Antikacı John’a Tolstoy’un, Çehov’un kilometre saatlerini gösteriyor, ama Tahmineh Stalin’in torunununkini istiyor John’dan. Tahmineh, gizemiyle birçok erkeği tutkuyla kendine bağlayabilecek bir “aşk tanrıçası” gibi. Evet, sonuncusu. Daha olgun olan Melahat’la yaşanmış anları yansıtmıyor yönetmen. Ayrılığı, bitişi simgeliyor Melahat. Aşktan geriye kalan sadece yalnızlık mıydı? Rastlantıyla bulunan aşk, bittiğinde geride yalnızlık bırakıyordu sadece.
Gerçeküstücü anlatımı olan filmde, kamerayı öne ve geriye sıkça kaydıran usta, bu filminde çoğunlukla kamerasını yana doğru pek kaydırmamış. Ama, sabit kamerayı sağa ve sola sürekli çevrindirmiş. Makhmalbaf, çoğu anda oyuncularını çerçevenin içerisinde dramatik yapıya uygun olarak hareketli oynatmış. Bu yüzden oyuncu performansları çarpıcı. Dans bölümleri dışında da sinema adına özel anlar var. Farzana’nın römork-evinde yaşanan anlar sinemanın armağanı. Sanatseverlerin belki de hayatları boyunca unutamayacağı çok özel çekilmiş bir anı da var. Vince takılı kamera, yukarıdan sürekli öne doğru kayarak, John ve Tahmineh’i izliyor. Bu sekans, sadece görsel çarpıcılığıyla değil, bir ayrılığı da seyirciye tanıklık ettiriyor. John’un arabasında geçen tüm anlar da sinema sanatı adına özel sahneler. Görüntüler Ebrahim Ghafori’ye ait. Müzikleri Daler Nazarov ve Nahid Zeinalpur ortak yapmışlar. Bazı müzikler aşina gelecek.
İran İslam Cumhuriyeti’nin yasakladığı 2007 yapımı siyah-beyaz ve renkli animasyon filmi “Persepolis”, 1979’dan günümüze kadar İran’a sosyopolitik açıdan bakıyor. “Persepolis”, İranlı kadın grafik roman yazarı Marjane Satrapi’nin kendi hayatından anımsadıkları üzerine. “Persepolis” de bir grafik roman. Satrapi, Fransız yönetmen Vincent Paronnaud’yla beraber bu animasyon filmini ortak yönetmiş. Satrapi, 1969 yılında Tahran’da doğmuş ve uzun zamandır Paris’te yaşıyor. Paronnaud’ysa, 1970 yılında La Rochelle’de doğmuş. Film, 1979 yılında açılıyor. On yıllardır süren şah dönemine karşı halk ayaklanması başlıyor. Her taraf tam bir savaş meydanına dönüyor. Ardından, Humeyni iktidarı ele geçiriyor. Halk, baskıcı şah yönetimininden kurtuldukları için bayram yapmaya başlıyor. Ama bu kısa sürüyor. İran İslam Cumhuriyeti, düş kırıklığını hemen gösteriyor halka. Kaosun içinden iktidarı ele geçiren mollar, şeriat kanunlarıyla yeni baskıcı bir yönetim oluyor. İslami değer en önemli değer. İnsanları ötekileştiriyor. İslam polisi, faşistçe halka hayatı cehennem ediyor. Kız çocukları bile örtünüyor. Çok geçmeden Irak, İran’a saldırıyor. Böylece yaklaşık on yıl sürecek bir trajedi de başlamış oluyor. Bu trajedinin garip değil, gerçek tarafı savaş sonrasında ortaya çıkıyor. Batılı ülkeler, savaş boyunca her iki ülkeye de silah satmış. Kazananı olmayan bu savaşta kaybeden iki gariban halk olmuş. Elbette gerçek kazan da var. O da Batı.
Tüm bunlar olurken, küçük Marjane ve ailesinin de hikâyesi öne çıkıyor filmde. Marjane on yaşında. Vücudu güzel kokması için göğsüne yasemenler koyan büyükannesini, çok sevdiği Anuş amcasını, anne-babasını ve devrimi anımsıyor Marjane. Amcası, tıpkı dedesi gibi İranlı bir demokrat. Dede gibi amca da komünist diye yıllarca hapiste yatmışlar. Dede, baba şah, amcaysa oğul şah döneminde pek hapisten çıkmamışlar. Şah devrilip yeni bir iktidar gelse de Satrapilerin kaderi değişmiyor ve amca yine hapse giriyor. İslâm polisi de göz açtırmyor halka. Her yerdeler. Neredeyse yatak odasındalar. Anne-baba Satrapiler, kızları Marjane’yi hemen Avrupa’ya gönderiyorlar. Avusturya-Viyana’da rahibeler okuluna yazdırılan Marjane, okulun İran’dan farksız olduğunu görüyor ve kendini okuldan attırıyor. Sonra başka okula giden Marjane, büyümeye de başlıyor. Viyana’da hayatının erkeğine aşık oluyor. Ama hemen düş kırıklığına uğrayıveriyor. Çünkü aşık olduğu erkek bir eşcinsel çıkıyor. Ardından bir başka aşk. Entelektüel görünümlü ve yazar olma hayaliyle yanıp tutuşan bir gence aşık olan Marjane, aşk konusunda düş kırıklıkları yaşıyor. Marjane, entelektüel bulmadığı Viyana’da Batı’nın önyargılarını ve ikiyüzlülüğünü de keşfediyor. Sonra yine Tahran’a dönüyor Marjane. Bu cephede de bir değişiklik yoktur. İçine kapanmalar, iletişimsizli ve depresyondan sonra yine Avrupa yolları gözüküyor Marjane’ye. Bu sefer yol Paris. Belki de Paris’e gitmesi, onun hayat yolunu da açan bir karar oluyor. Viyana’da bulamadığı entelektüelizm ve sanat, hayata dair yeni keşifler yaptırıyor Marjane’ye.
“Persepolis”, gerçek anlamda bir muhalif film. Sadece İran’a değil, dünyadaki tüm baskıcı rejimlere eleştiri getiriyor. Batı’daki önyargılara ve ikiyüzlülüğe de sert eleştiri gönderiyor “Persepolis…” Her şeyiyle dürüst ve samimi bir film olduğu için de Fransa, 2008’de Oscar aday adayı seçti “Persepolis”i. Filmi gördükten sonra “Persepolis”e Batı’nın İran’a bir oyunu olarak yorumlayamayız herhalde. İçtenliğini en başından sonuna kadar hissettiriyor bu film. Persepolis ne demek? Neden bu film kendine bu adı seçmiş? Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M. Ö. 6 yüzyılın sonlarına doğru Pers kralı Darius tarafından kurulmuş. M. Ö. 331’de Büyük İskender Persleri yenerek Persepolis şehrini yakmış. Yangın yerine dönen İran’la metafor kurulabilir belki.
Mart 2001… Talibanlar, Afganistan’ın Bamiyan Vadisi’ndeki binlerce yıllık antik Buda heykellerini bombalayarak yerle bir ettiler. Hana Makhmalbaf’ın 2007 yapımı “Buda as Sharm Foru Rikht-Utanç” filmi, Buda heykellerinin bombalanmasıyla başlıyor. Hana Makhmalbaf, 1988 yılında Tahran’da doğdu. Bu filmi yaptığında daha yirmi yaşında bile değildi. Babası ünlü İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf. Anne de adı duyulmuş bir yönetmen Marzieh Meshkini. Makhmalbaf’ın yönettiği “Utanç” filmi, ilham verici. Hem hikâye anlatımıyla hem de görselliğiyle. Bu film, 2008’deki 27. İstanbul Film Festivali’nde “Genç Ustalar” bölümünde de gösterilmişti.
Bu film, altı yaşındaki kız çocuğu Baktay’ın bir gününü anlatıyor. Yoksul Afganlar, mağaralardaki odalarda hayatlarını sürdüyorlar. Baktay, ailesiyle bu mağaraların odalarında kalıyor. Baktay, annesi su almaya gittiğinde komşularının oğlu Abbas’tan (Abbas Alijome) okulda öğrendiği hikâyeleri dinliyor. O da okula gitmek istiyor. Ama, bu o kadar kolay mı? Abbas’ın önerisiyle yumurtaları alıyor onları bakkala verip defter alarak okula gitmek istiyor. Sonunda başarıyor ve erkeklerin olduğu sınıfa gidiyor. Elbette hoca onu kızların olduğu derenin öte tarafındaki okula gönderiyor. Baktay, yolda Talibancılık oynayan çocukların ellerine düşüyor önce. Çocuklar, Talibanlardan ne görmüşseler bunları Baktay’ın üzerinde deniyorlar. Hatta recm bile etmeyi düşünüyorlar. Çocukların esir aldığı yalnızca Baktay değil. Başka kız çocukları da var. Sonunda Baktay, çocukların ellerinden kurtulup kızların gittiği okulu buluyor. Hayat öyle zor ki. Yönetmen Makhmalbaf, bu zorlukları altı yaşındaki bir kız çocuğunun gözleriyle ve bakış açısıyla yansıtabilmeyi başarıyor “Utanç” filminde. Filmi seyrederken, bir toplum hakkında en azından birazcık sosyolojik bilgi edinebiliyorsunuz. Çünkü, Taliban yönetimi altında kadın olmak, dünyanın en zor işi. Çocuk olsanız bile neredeyse. Baktay, Abbas’la eve dönerken Talibancılık oynayan çocuklara yine yakalanıyor. Abbas, Baktay’ın ardından “Ölürsen özgür olursun” diye haykırıyor. Gerçekten bu sözün çok derin anlamı var. Makhmalbaf, kamerayı küçük Baktay’ın bakış hizasında tutuyor genelde. Seyirci de Baktay’ın bakış açısıyla yorumluyor dış dünyayı. Filmin kamera kullanımı ve kurgusu da estetik olarak iyi. Filmin kameramanlığını da Ostad Ali yapmış. Fonda duyulan ezgiler de insanın yüreğine oturuyor. Müzikleri Tolibon Shakhidi yapmış. Baktay’ı oynayan Nikbakht Noruz’un küçük, ama altın değerindeki oyunculuğu da kolay unutulacak gibi değil.
Orijinal anlamı “Nadir’in Simin’den Ayrılması” olan, 2011 yapımı “Cudaye Nadir az Simin/Nader and Simin, A Separation-Bir Ayrılık”, Tahran’daki bir mahkemede, orta sınıftan Nadir’le Simin’in boşanma davası üzerine açılıyor. Simin, yurtdışına yerleşmek istemeyen kocası Nadir’den ayrılmak istiyor. Hâkim, boşanma nedenlerini yeterli bulmadığından boşanamıyorlar. On dört yıllık evliliklerinden de on bir yaşında Termeh adında bir kızları var. Nadir’in yurtdışına gitmemesi için nedenleri var elbette. Yaşlı babası Alzheimer hastası ve ona oğlundan başka bakacak kimsesi yok. Simin, annesinin evine taşınırken, Nadir kendisi bankada işteyken babasına bakılması için bir bakıcı tutuyor. İşte her şey bundan sonra raydan çıkıyor ve seyirciler için de beklenmeyecek yerlere kadar gidiyor hikaye. Raziye, dört yaşındaki kızıyla bakıcılık işine başvuruyor. Hamile olan Raziye, bu işe işsiz kocası Hocat’tan habersiz başvurmuş. Dinine bağlı Raziye, işin ayrıntılarını bilmeyince zorluklar da başlıyor. Bir kadın, yaşlı olsa da yabancı bir erkeğin tüm bakımını yapabilir mi? Bir yandan dini baskılar, bir yanda işsiz köşker kocasının bu işten haberli olmaması Raziye’yi ikilemlere sürüklüyor. Ama yoksulluk her şeyin önüne geçiyor sonunda. 2011’deki 61. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” ve 2012’de 84. Akademi’den “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanan bu ilk İran filminde yönetmen Asghar Farhadi, hikâyesinde boşluklar bırakmış. Yönetmen, filmin bir yerinde boşlukta kalanları dolduruyor. Belki de bu filmin kurgusu ve hikâye anlatma biçimi sinema yoluna düşenlere ilham verebilir. “Bir Ayrılık” filmini seyrederken, gerçekten önemli bir yapıt karşısında olduğunuzu hissediyorsunuz.
Olayların gelişimi gerçekten tahmin edilemez gibi. Filmin açık uçlu son sahnesi de bu başyapıt filmin değerini çoğaltıyor. Filmdeki anlar, karakterlerin o sahnedeki yansıyışları ve hikâyedeki küçük ayrıntılar, bu “Bir Ayrılık” filmine bağlanmamıza yardımcı oluyor. Hikâyenin içinde gelişen küçük bir ayrıntı, bir an hikâyenin ortasına oturuveriyor ve derin trajedilere sürüklüyor. Trajedi her zaman kanlı olmaz. Hocat ve Raziye’nin belirsiz geleceği de bir trajedi. Neyin ne olduğunu bilmediği ve görmediği bir olay anının sonrasındaki gelişmeler seyirci için gerçek anlamda sürpriz. Yönetmen, bu filminde hem gerçek adalet hem de seyircilerin zihinlerindeki adaletle, yani vicdandaki adalet duygusunu sürekli çarpıştırıyor. Mahkeme anları, sinemada gördüğümüz mahkeme sahnelerinden daha çarpıcı. Çünkü yönetmen, belirlediğimiz gibi seyirciyi de zihinsel anlamda sürekli muhakeme içinde bırakıyor. Filmdeki tüm mahkeme ve Nadir’in evinde geçen sahneler sinematografik açıdan etkileyici. Ama, alt sınıftan Hocat’la Naziye’nin evinde geçen final bölümündeki “kan parası” sahnesi insanı yüreğinden vuruyor. Final anıysa bu muhteşem filmin armağanı oluyor. İnandırıcı ve ayrıntılı oyuncu performansları da mükemmel. Kameraman Mahmoud Kalari’nin çerçeveleri, öncelikle iç mekânlarda seyirciyi büyülüyor. Fonda duyulan Sattar Oraki’nin tınılarına da kulak vermek gerek.
(30 Eylül 2013)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com