Birkaç saatliğine gerçek dünyanın kasvetli gri renginden sıyrılın… Yönetmenliğini, karikatürist-illüstratör Cihat Hazardağlı’nın yaptığı Suluboya sizi fırça darbeleri, maketler, heykeller ve Fazıl Say’ın şahane müzikleri eşliğinde sanat ve yaratıcılık dolu benzersiz bir sinema deneyimine çağırıyor. Birçok ünlü oyuncuyu bir araya getiren The Watercolor / Suluboya Türkiye’de yapılan ilk dijital film olma özelliğine sahip… Filmin konusu ise şöyle; 12 yaşındaki Marco babasının girişimiyle sokak ressamlarıyla tanıştırılır ve onların büyüttüğü güzel genç bir kızdan resim dersleri almaya başlar. Marco bu güzel kıza aşık olur; zamanla karşılıksız aşkı, cinselliği, dostluğu ve sanatın gerçek anlamını öğrenir…
Sinemamız adına heyecan verici bu yapım dijital salonların sınırlı olması nedeniyle ancak bir hafta vizyonda kalabiliyor. Yani bugün son gün… Başka zaman, bir yerlerde izleyicilere ulaşacak diyor Cihat Hazardağlı ve bu kısa zamanda filmi izleyenlere çok teşekkür ediyor…
Beyazperde de suluboya, daha önce sinemada alışık olduğumuz bir teknik değil… Belki dünyada benzeri vardır ama Türk sinemasında ilk kez karşılaşıyoruz… Nasıl karar verdiniz böyle bir teknikle film çekmeye?
Bu tarz çalışmaları aynı kefeye koymadan önce tekniği iyi takip etmek gerekir. Bunu şimdiye kadar takip ettim. Benim teknik çalışma detayımda yapan yok. Video ile çekip suluboya filtresi vermeye çalışmışlar ama arka plân titriyor. Adam video çekmiş üsten boyamış veya skaner darkley farklı efeklerden yapılmış çalışmalar var. Kulak buruncu ile göz doktorunu aynılaştırmak gibi… İşte bunun zor ve emek isteyen ve bir tekniği olduğunu bildiğimden yapmaya karar verdim. Guaşla klâsik çizgi film yaparsınız ama suluboyayı her karede asla. Bütün yabancı art dergilerini sürekli takip ettim. Olsaydı da bende uğraşmasaydım. Ama gazeteci (sen değil) okumuyor, bilmiyor, ‘yapıldı’ diyor. Bu tekniklerden anlayanlar da hayrete düşüyor. Zaman içine kıyaslamalar olacaktır.
Ayrıca film Türk sinemasının alışık olduğumuz yapısından da farklı bir yerde duruyor… Siz filminizi nasıl yorumluyorsunuz?
Siz galiba filmi dikkatli izlemişsiniz. Nihayet… Çok şükür… Ben bu filme ilk başladığımda her ülkeden 10 kişi izlese bana yeter dedim, dolaştım. Bu bir denemedir. Bu tarz filmler daha çok yapılacaktır. Teknoloji önce militarizme hizmet eder en son sanatçıya… Bir defa teknik olarak epey yol aldı bu ülke ama sineması birkaç kişinin çabası dışında aynı. Bir defa ben televizyondan seyrettiğim şeyi neden sinemada izleyeyim ki… Bu halk anlamaz, halkına hakaret edeceksen ona kötü işler yaparak hakaret etme. Bu halk iyi şeylerden anlar ama ticarette sabır yoktur. Ona göre denk bütçe yapacaksınız. Nasıl bağımsız Amerikan Sineması varsa, Türkiye’de de tröstleşmenin önü kesilmeli. Benim filmim bir denemdir.
Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz? Her işte sabır gerekli ama bu proje için biraz daha fazlasına ihtiyacınız olmuştur sanırım…
Bunu hiç ticari beklentilerle yapmadım. Sevdiği iş yapanlar asla çalışmazlar… İşlerimin arasında deneme yanılmalarla yaptım. Burada herkes bunu tek bilgisayarda yaptığımı zannediyor. Bu filmde her şey boyandı. Özel yazılımla filtremi buldum. Fotoğraf makinesi ile kaliteyi yakaladım. Bu bize mahsus acelecilik… Hollywood’da normal bir film 3 yıldan ön bitmez. Bir yıl sadece senaryoyla uğraşırlar. Sabırsızsanız zaten bu işlerle uğraşmayın.
Birbirinden değerli oyuncular filme ayrı bir tat veriyor… Filmi ilk anlattığınızda oyuncular nasıl yaklaştılar, ne gibi sorular sordular?
Hepsi ama hepsi inanılmaz ve karşılıksız destek verdi. Fazıl Say’da aynı şekilde… Son gününe kadar yanımda oldular. Bence Tuba Ünsal bu filmle oyunculuğunu ispat etti. Halûk Bilginer’in yardımcısı, “Halûk Bilginer kontart imzalamadan sete adım atmaz” dedi. Daha yeni imzalaştık. Güven dostluk ve farklı bir işte buldular kendilerini. Bir yönetmenin yaşayacağı en büyük keyfi yaşattılar. Hepsinin resimleri Wallpaperlarda… Hepsi dostum, arkadaşım, çabamın destekçisi oldu. Sağolsunlar.
Film boyunca Savaş Dinçel’i daha duygusal bir şekilde izliyoruz. Filmde de gerçek hayatta olduğu gibi ilk önce onu kaybediyoruz… O sahne ölümünden sonra mı öyle karar verildi yoksa zaten öyle mi plânlamıştı?
Hepimiz bir gün öleceğiz ama sanatçı ölümün elinden bir şeyleri kurtaran adamdır. O bizimle olamadı, belki de oldu… Ama biz onu andık en azından. Savaş Dinçel bir karikatüristtir ve yüzü evrensel çizgilere sahiptir. Filmde ölmesi tamamen tesadüf… Yani biz çektikten aylar sonra aramızdan ayrıldı.
Büyük ressamlar hayatları boyunca hep zorluk çekmişlerdir. Çoğu en güzel eserlerini kiralarını ödeyebilmek uğruna satmış ya da çok cüzi paralarla resim yaparak kendilerini geçindirmeye çalışmıştır… Biraz da onları yad ediyoruz sanki sokak ressamlarıyla…
İşte film konusuyla biçimiyle de sanatın zorluklarını anlatıyor. Çocukluğumda Ankara’da birkaç ressamın hazin hikâyelerine şahit olmuştum. Bu hikâye, o alt yapı ile yazıldı. Belki de bu yüzden ressam olmadım, karikatürü seçtim, TV Programcılığı okudum. Hatta hep sinema hayali kurdum. Şimdi ev kadınları kocalarının parasıyla evde ressam oluyorlar.
Yine sanatçıların zorluklarla dolu yaşamları bana biran Achero Manas’ın Noviembre filmini anımsattı… O filmde de gerçek sanatın sokakta yapılabileceği ve parayla satın alınamayacağı fikri üzerinde duruluyordu… Siz ne düşünüyorsunuz?
Sanat sokaktan çıkar, saraya gider ve halka sonra ulaşır. Bütün cazcılar, repçiler sokaktan gelir… O filmi izlemedim. Sokak hikâyeleri sinemanın, sanatın özünü oluşturur. Benim filmim de bir bant kurulup işci gibi çalıştırılıyor. Çin’de bant kurulup yağlı boya tablolar yapıyorlar.
Filmin masalsı yapısı var. Bir de telâffuzlar da ağır ve tane tane… Bu konuşmalar çocukların da daha rahat anlaması için bu şekilde yapıldı?
Hayır, tamamen teknik bir zorluktan oldu… Bu fotoğraf makinesi ile çekildiği için hızları ayarlamakta zorluk çektik. Ama bu sene çıkan kameralar bu zorluğu aşacak. Evet, duru bir anlatım istedim ama biraz ağırlaştırdı. Zaten en çok eleştiriyi ağırlığından aldı. Televizyon için biraz hızlanacak…
Filmin dilinin İngilizce olması bazı tartışmalara yol açtı… Sizin, “Ben bu filmi Türkiye için yapmadım, bu yüzden dili İngilizce” gibi bir çıkışınız olduğu söylendi… Aklıselim bir şekilde düşünürsek aslında bir evrensellikten bahsettiğinizi anlamak zor değil… Sizce de öyle değil mi?
Bakın, Türk sineması yönetmenleri oyuncuları ve senaristleri ile dünyaya açılmalı. Ben açılırım açılamam. Türk sinemasında İngilizce de -‘de’nin altını çiziyorum- filmler yapmalı diyorum. Cem Yılmaz yapmalı, Yılmaz Erdoğan yapmalı… Evrensel konuları işlemeliler. O kadar paralar kazanıyorlar ama adları Edirne sınırında hâlâ. Yapmalılar, gerekirse para kaybetmeliler benim gibi. Artık teknik imkânsızlık diye bir şikâyet duymuyoruz. Bol paraları var, deneme yapmalılar. Ben borçla bu filmi bitirdim. Ama onlar binlerce işlenmiş konuları işleyip para kazanıyorlar. Üstelik sinema adına bana hiç bir şey vermeden. Burada kendi dilinde sinema yapıp dünyaya açılmış elbette binlerce isim var. İnternetten sonra, İngilizce evrensel dil oldu. Boolywood, Hollywood’a da hangi dille girdi?
Film büyük bir hayalgücünün ürünü… Sinemada hayal gücü deyince Tim Burton ilk akla gelenlerdendir… Siz takip eder misiniz Tim Burton sinemasını, ya da etkilendiğiniz başka isimler oldu mu?
Tim Burton’u bilmeyen sinemayı bilmez… Onun stop motionları dahicedir ama ben herkesten etkilendim… Zaten onun için ayrı bir yol denedim. Benim teknik olarak kullandığım hayal gücümün sınırlara çarpmaması. Film Venedik’te, Londra’da geçiyor. Su, suluboya ile çok örtüştü. İşte yaptığım yenilik ise, bunu denedim. İstanbul’da yaşıyorum. Üç sokak ressamını bir arada görmedim ki hiç… Bu tarz teknikler hayal gücünün sınırlarını da zorlayacaktır. Özellikle animasyon Türkiye’de sınıfta kaldı. O kadar yetenekli genç var ki. Bu arada Suluboya perşembe günü vizyondan kalkıyor. Bunun nedeni Dijital salonların sınırlı olması. Zaten anlaşmada bir haftalıktı. Başka zaman bir yerlerde izleyiciye ulaşacak… İzleyenlere teşekkür ediyorum…
(19 Kasım 2009)
Gizem Ertürk
Teşekkürler..