Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması, Başvurularında Son 15 Gün

Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından ilk kez 2006 yılında organize edilen ve bu yıl dördüncüsü hayata geçirilecek olan Uluslararası Bursa İpek Yolu Film Festivali kapsamında düzenlenen Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’na başvurular, 10 Ekim 2009 Cumartesi günü sona erecek. Türk sinemasını desteklemek ve film üretimini teşvik etmek amacıyla düzenlenen Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması’nda 12 film yarışacak. Yarışmaya katılması uygun görülen filmler, Ali Sönmez, Alin Taşçıyan, Ersan Çongar, İzzet Günay, Necip Sarıcı, Rıfat Bakan ve Ali Çalışır’ın belirlediği ön jürinin değerlendirmesine sunulacak. Ön elemeden geçen filmler ise 27 Ekim 2009 Salı günü yapılacak basın toplantısında duyurulacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ulusal Altın Karagöz Uzun Metraj Film Yarışması, Başvurularında Son 15 Gün yazısına devam et
  • Mazi Yarası

    Mazi Yarası bir melodramın taşlamasıdır. Bir kasabadaki sosyal yaşamın da gözlemini içerir. Politik yapının, ilişkilerin hiciv diliyle anlatıldığı bir taşlamadır Mazi Yarası. Filmde, komedi ve dram bıçak sırtında bir yerde duruyor. Hikâyede hiç beklenmedik şekilde gelişen çok bildik olaylar var ve beklenenler hiç de beklendiği gibi olmuyor.

    Ersin Bey’in çok ince bir espri anlayışı vardır. Mazi Yarası’nın mizahında tedirgin edici bir yan var, çünkü, söz konusu olan insanların geçmişlerinden taşıdığı yaraları, yara izleri. Ersin Bey o kadar ince bir çizgide, o kadar düzgün ve emin adımlarla yürümüş ki keşke onu tüm saygı ve sevgimle kucaklayabilsem.

    Karakter analizlerini çok derinlemesine yapan biriydi. Oyuncudan ne istediğini çok iyi biliyordu. Bizler de onun ve Annie Hanımın yaydığı güzel enerjiye teslim olmuştuk. Bu durumdan çok mutluyduk. Rüya gibi bir çekim süreci geçirdik. Olağanüstü mekânlarda çalıştık. Filmimiz Kültür Bakanlığı desteği ile ve küçük bir bütçeyle gerçekleştirildi ama tüm olanaksızlıklar filmimizin lehine oldu. Zira istenen etki ancak bu şekilde verilebilirmiş.

    60’lı yılların melodramlarına yapılan bu taşlamada sahnelerin, kadrajların, kamera hareketlerinin hepsi yönetmenimizin atıflarını barındırıyor. Ersin Pertan repliklerden, mimiklere, duruşlardan, davranışlara kadar filmin her yanına yayılan bir mizahı filmine sindirmiş. Bu mizahın benim sevdiğim yanı hiç çaktırmadan yapılıyor olması. Bu yapıda bir filmin içinde oyuncunun işi genellikle çok zordur ama hepimiz Ersin Bey’e kayıtsız şartsız güvendik ve ne dediyse yaptık.

    Filmimizi bizle ve seyirciyle beraber seyretmek istiyordu. Filmi izledikten sonra bunun nedenini anladım. Çünkü çok farklı bir film yapmıştı ve ne yaptığını bilen insanlara özgü bir güvenle kimin neyi ne kadar anladığına bakacaktı. Mazi Yarası’nın mizahı tek kelimeyle bıçak sırtı. Bunu bilerek baktığınızda çok değişik, şaşırtıcı bir filmle karşı karşıya olduğunuz ortaya çıkıyor. Çünkü film, 60’lı yılların melodramlarına bir taşlama olarak tasarlanmış bir senaryodan yola çıktı ve amacı ‘hiciv’.

    Yönetmenimiz yaşasaydı yapmak istediklerini daha iyi anlatırdı ama filminde seçtiği her kare, her mimik, her davranış biçimi, her köşe, her kadraj, birebir istediği ve uygulattığı şekilde yapıldı. Tüm teknik buna göre tasarlandı. Oyunculuklardaki gerçek-gerçeküstü arasında ve yine bıçak sırtında duran yapıyı kurmak için bizlerle çok uzun karakter analizleri yaptı. Samiye ve Başkan’ın ilişkileri çevresinde, politik ve sosyal bir yapı da var. Bunlar da hiciv diliyle anlatılıyor. Filmin akışına bırakın kendinizi, eğlenmekten çekinmeyin. Bu film kesinlikle çok şaşırtıcı, baştan sona hızla ve merak uyandırarak akan ve her sahnede -melodramlarda olduğunun tersine- beklenmedik bir etki yaratan çok esprili, hoş bir film. Alışık olmadığımız türden bir film.

    (05 Ekim 2009)

    Nilüfer Açıkalın

    Son Veda

    Yojiro Takita’nın yönettiği ve Masahiro Motoki, Ryoko Hirosue, Tsutomu Yamazaki ile Kazuko Yoshiyuki’nin oynadığı Son Veda (Okuribito – Departures), 02 Ekim 2009’da Warner Bros. dağıtımıyla Avşar Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Karısı Mika ile memleketine dönen Daigo, cesetlerin yakılmadan önce törensel olarak ‘tabutlanması’ işinde çalışmaya başlar. Ölümün çeşitli biçimleriyle karşılaşan Daigo yaptığı işin bir çeşit hayata saygıyı ifade ettiğini anlamaya başlar. Kocasının işi bırakmasını isteyen Mika, red cevabı aldığında ailesinin yanına döner. Daigo yalnız kalsa da yaptığı işin değerine inanmaya devam eder.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Kusursuz Bir “The İmam” Kopyası Seyrettiremediğim İçin Seyirciden Özür Diliyorum

    Keşke vizyona yetişecek diye The İmam filminin negatif kurgusunun seyircinin bilinçaltına işleyen teknik kusurlarına göz yummasaydım.

    Keşke; yapımcımın, “110 kopya bastırdım, batarım… VCD, DVD ve televizyon kopyalarını doğru kurgudan yaparız” sözüne inanmasaydım.

    Keşke; dört ay uğraşarak kusurlarından arındırdığım kopyayı Adana Altın Koza’dan alıp mahkemeye, bilirkişilere kendi elimle teslim etseydim. Çünkü yapımcılar kusursuz kopyanın kendilerinde olduğunu inkâr ettiler.

    Manevi eser sahibi olarak verdiğim hukuk savaşı sonunda mahkemeden kusurlu kopyanın oynatılmama kararını çıkartmıştım. Keşke; bütün kusurlu kopyaların toplatılıp yok edilme-yakılma kararını da çıkartmış olsaydım.

    Keşke; filmin yapımcısının uymasa da devlet kurumu olan TRT’nin ve yöneticilerinin mahkeme kararlarını uygulayacaklarına, kusurlu kopyaları oynatmayacaklarına güvenmeseydim.

    Keşke; eser sahipliğinden, filmin yönetmenliğinden doğan haklarımı yapımcıya, yayıncıya çiğnetmeseydim.

    Keşke; Mahkemenin TRT’de doğru kopyanın oynatılması yönünde verdiği tedbir kararına karşın kusurlu kopyanın oynatılacağı ihtimaline karşı uyanık dursaydım.

    Keşke; kamuoyunu, sinema seyircisini, sanatseverleri bilgilendirmek için daha fazla haykırsaydım… Yazılar yazsaydım, duvar ilânları assaydım…

    Sinema perdesinde, VCD- DVD kopyalarında, televizyon ekranında yönetmenine, yapımcısına, TRT yayıncısına iyi niyetiyle güvenen, teknik olarak kusursuz bir eser zanneden seyirciye doğru kopyayı ulaştıramadığım için özür dilerim…

    Mahkeme kararlarını dinlemeyenlerden, tedbir kararlarına aldırış etmeyenlerden daha güçlü olamadığım için özür diliyorum…

    Anlamadıklarım:

    Neden bir yapımcı filmin doğru kopyası varken kusurlu kopyasını seyirciye ulaştırmak için sürekli SUÇ işleme ihtiyacı hisseder.

    Anlamıyorum.

    Neden bir devlet televizyonu olan TRT bütün uyarılarımıza ve mahkeme kararlarına rağmen kusurlu bir kopyayı oynatmak konusunda SUÇ işlemeyi kendine vazife kılar.

    Anlamıyorum.

    Mahkemenin birinci aldığı karar “kusurlu kopya yayınlanmasın” diyor. İkinci karar da ise “kusursuz kopya yayınlanabilir” diyor. Bu iki kararın da aslında aynı cümleyi kurduğunu, bünyesinde binlerce kişi barındıran bir kurumda bu iki cümlenin aslında aynı olduğunu anlayacak kadar Türkçe bilen biri bulunamadı mı?

    Anlayamadım.

    Neden TRT bu iki kararı yorumlarken Yönetmenin söyledikleri yerine Yapımcının söylediklerini esas aldı? Yapımcının doğru söylemek için menfaati var: Sözleşme şartları ve alacağı gösterim ücreti. Yönetmenin buradaki tek menfaati kusursuz bir kopyanın yayınlanmasıydı. Kusurlu bir kopyanın yayınlanmasında TRT’nin ne menfaati vardı?

    Anlayamıyorum.

    Neden uygulanmayacaksa, eser sahiplerinin manevi haklarını koruyan yasa maddeleri Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’nın içinde yer alır.

    Anlamıyorum.

    Neden TRT Kurumu bütün sözleşmelerinde adı geçen “yasa”ya atıfta bulunur da aynı yasanın çok güçlü olarak tarif edilen manevi haklar konusundaki maddelerini görmemezlikten gelir.

    Anlamıyorum.

    Neden bir devletin meclisinin çıkardığı yasaları bir devlet kurumu olan TRT uygulamaz, uygulamamak için bir takım hukuki hüllelere başvurur.

    Anlamıyorum.

    Bir kopyanın kusurlu olup olmadığına kim karar verebilir? Para kazanmak derdinde olan yapımcı (işlerini düzgün yapanları kastetmiyorum) mı? Yoksa eserini en iyi ve doğru şekilde seyircisiyle buluşturmak isteyen yönetmen mi?

    Anlayamadım.

    Örnek:

    Bir mimar çizdiği ve uygulamaya geçirdiği projesinin yapımı sırasında çalışanların dikkatsizliklerinden oluşan bir kusuru Belediyeye bildiriyor. “Bu bina çöker” diyor. Belediye de “Bizim muhatabımız müteahhittir mimar değil.” diyor. Bina çöktüğünde sorumlusu kim? Kusurlu bir binayı teslim etmek isteyen müteahhit mi? Bütün uyarıları göz ardı eden Belediye mi?

    Sonuç:

    Ama her şey rağmen ben İsmail Güneş… The İmam filminin yönetmeni… Filmimin doğru kopyasını seyrettirmek için sanat, hukuk, vicdani mücadelemi sonuna kadar sürdüreceğime söz veriyorum… Kendilerini vazgeçilmez ve güçlü sananlara karşı bile olsa.

    (05 Ekim 2009)

    İsmail Güneş
    Yönetmen

    Cinedergi 18 Yayında

    Fırat Sayıcı, Banu Bozdemir ve Serdar Akbıyık’ın hazırladığı ücretsiz sinema dergisi Cinedergi 18 yine dopdolu bir içerikle karşınızda. Bu sayıda üç önemli röportaj Cem Davran, Hande Subaşı ve Orhan Eskiköy ile yapıldı. Türk sinemasında öne çıkan kadın filmleri ve film klişeleri bu ayın dosya konuları… Antalya Altın Portakal Film Festivali ve adını ekim ayından alan Filmekimi, Zamanın Ruhu, Sindrella ve Meselâ Dedik köşesi… Eleştiri, vizyon, pek yakında, DVD’ler, albümler, kitaplar… Hepsi ücretsiz sinema dergisi Cinedergi’nin yeni sayısında.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü kapak fotoğraflarına haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Cinedergi 18 Yayında yazısına devam et
  • Melekler ve Kumarbazlar’ın Afişi Hazırlandı

    Ertekin Akpınar’ın yönettiği ve Cem Davran, Bülent Şakrak, Kutay Köktürk ile Nail Kırmızıgül’ün oynadığı Melekler ve Kumarbazlar’ın afişi hazırlandı.
    23 Ekim 2009′da Özen Film tarafından vizyona çıkarılacak olan, 19 Ağustos 1999 tarihinde olan depremden sonra Adapazarı’nda dört yakın arkadaşın yaşadığı travmaları, geleceğe dair umutlarını, arayışlarını ve tutkularını anlatan gerçek bir yaşam hikâyesi “Melekler ve Kumarbazlar”ı yönetmen “sert bir taşra filmi” olarak tanımlıyor.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Melekler ve Kumarbazlar’ın Afişi Hazırlandı yazısına devam et
  • 11’e 10 Kala

    Yıllar önce Erhan Bener’den ilk okuduğum kitap, Kedi ve Ölüm (Ara Kapı) Türkçe’den önce Fransızca yayınlanmış, sonra Varlık Yayınları’nda kendi dilinde okuyucuya ulaşmıştı. Sonradan Bener’den başka kitaplar da okudum ve iki kitabı Böcek (Ümit Elçi) ve Ölü Bir Deniz (Atıf Yılmaz) sinemaya da uyarlandı. Okuduğum kitaplar aynı zamanda -okurken çektiğim- seyrettiğim filmlerdirde ama Kedi ve Ölüm için çektiğim film, hâlâ kurgusu bitmemiş bir filmdir. Aradan bunca yıl geçtikten sonra, Kedi ve Ölüm’ün sinema versiyonunu hâlâ merak ederken, daha doğrusu 11’e 10 Kala’yı seyrettikten sonra yeniden hatırlayınca, onu orada bıraktım ve Esmer’in filmini düşünmeye başladım. “Nasıl bir film” değil, “nasıl bir sinema?” Tamam, belgesel’den gelme ama böyle bir film nasıl düşünülür ve de yapılır. Buna fazla şaşmamak gerekir, son yıllarda -bir süredir devam ediyor bu- öyle filmler yaptılar ki yönetmenlerimiz, yıllarca belirli şablon filmlere alışmış seyircimizi iyice şaşırtıyorlar. Şimdi bu da doğru değil, o eski filmleri seyretmeye alışmış (=şartlandırılmış) seyirci bu filmleri seyretmiyor zaten, bu filmler yeni oluşan seyirci kuşağı için. Bir çoğu, yabancı film ağırlıklı çeşitli festivallerde seyrettikleri filmlerle bu tip filmlere aşina. Onun için (Cuma günü akşamı saat 18:30’da 15 kişiye yaklaşan bir seyirci ile seyrettim filmi. Benzer bir takım filmleri tek başıma seyrettiğimde oldu) bu filmler kısıtlıda olsa bir seyirciye ulaşabiliyor, ulaşmalı da. Yukarıdaki soruyu bir daha soruyorum, “’11’e 10 Kala’ nasıl bir sinema? Sinema mı? Evet sinema. Sinemamız bir “öykü anlatma” sinemasıdır. Bu nedenle, seyirci -buna alıştırıldığı- için olayların nasıl olduğu önemlidir ama sinema olayların nasıl olduğu değil nasıl anlatıldığı -olduğu- için, 11’e 10 Kala, sinemamızın anladığı mânâda klâsik bir öykü anlatmasa da, bir sinema’dır. Klâsik mânâda bir öykü anlatmasa da, birçok öykü anlatmaktadır, üstelik bunların bir kısmını görsel olarak anlatmaktadır. Mithat bey, köprüaltındaki geçitlerden geçerek, Karaköy’de, çarşılarda müdavimi olduğu yerlere uğrayarak, uzun zamandır ele geçiremediği İstanbul Ansiklopedisi’nin (Reşat Ekrem Koçu) 11. cildini soruştururken, manyetolu el fenerleri için pazarlık yaparken, yemek yediği ev yemekleri restoranında yediği “ekmeğin etiketini” alıp ayırılırken (restoran sahibi, Ali ile Mithat Bey’e başka etiketler de yollar), geri kalan zamanını geçirdiği evine dönerken, evinin önünde yapılmakta olan inşaatı seyrederken, giderek monotonlaşan günlerini yaşarken, görüntüye dayanan bir anlatımla anlatılır. Bu anlatımlar monoton bir şekilde yinelenir ve bir çıkışı yoktur, yarın da devam edecektir. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak sadece biriktirir. Bunu inatla sürdürürken, Esmer de sinemasını bu inatla sürdürmede kapalı tutar. Anlatılan ikinci öykü ise Ali’nin öyküsüdür. Emniyet Apt. (No: 2), yakın çevresi, apartman görevlisi odası ve “ekmek, gazete” verilen daire kapıları ile kısıtlı bu çevre Ali için yeterlidir. Biraz da apartman yöneticisinin kısıtlaması ile bu çevre dışına çıkmak istemez, ayrıca yakın çevre dışınıda bilmemektedir. Mithat Bey’in ısrarı ile bu çevre dışına çıkacak olan Ali, bir kısım işlerin sonunda, her zaman oturduğu aparman önündeki sandalyeden başka bir yerde, deniz kenarında bir kahvehanede oturup çay içecektir önce. İkinci, üçüncü seferden sonra bir café’de bu kez bira içilecektir. Bu süreç içinde apartman görevlisi dairesinde oturması bile değişecektir. Karaköy’de, Eminönü’ne nasıl gidileceğini sorarak tramvaya binen -daha öncede gemiye binmiş- Ali, Mithat Bey için dolaşırken, bilmeden saptığı sokaklarda dolaşırken, uzun süredir oturduğu bodrum katına nazaran daha yukarlarda olan bir daire kiralayacaktır. Girip çıktığı yerlerde gördüğü şeylere çekinerek yaklaşırken zaman içinde buralardan iş talep etmeye, hatta kitabın (11. cilt) fiyatında indirip yapmayan sahafta, el çabukluğu ile ansiklopediyi bile -çaktırmadan- torbasına atacaktır. Ali, Mithat Bey’in dairesine sığmadığı için bodruma indirdiği kolilerin içindeki malları, önce kontrol ederek, sonra da -araklayarak- pazarlamaya başlayarak, görünüşünü de değiştirecektir, Mithat Bey’den öğrendiği pazarlık yöntemleri ile küçük kızına “oyuncak” bile alacaktır. Ali’nin bu açılımı filmin en hareketli (yoksa “ateşli” mi demeliyim?) kısmını oluşturur ama bu anlatıma yedirilmiş bir şekilde hiç bir zaman diğer olayların önüne geçmez, değişim Ali’nin bizzat kendisindedir. Öyküye kısa bir süre giren Mithat Bey’in yeğeni Ömer ise, evde yığılı kitapları, birlikte iş yapmayı düşündüğü sahaf arkadaşı aracılığı ile değerlendirme düşüncesine -daha- kapıdan girer girmez karar verir ama, Mithat Bey’i ikna edemez. (Eline aldığı votkanın kapağını açarak da, bir koleksiyonu bozar) Apartman, diğer sakinleri tarafından deprem endişesi ile yıkılmak için boşaltılma durumuna gelmişken Mithat Bey binadan çıkmamayı, hatta bodrumda nemlenmeye başlamış koliler içindeki eşyanın bir kısmını, dairesini boşaltacak komşulardan birinin dairesine koymayı düşünmektedir. Bitişik kapı komşusu -daha çok- hırsıza karşı kapısını çelik kapıya değiştirmişken, Mithat Bey bu konuda da binasına sadık kalarak kapısını değiştirmemiştir. Fakat özellikle dairesinde yıllardır biriktirdiği her türlü şeye sadık kalan, tam bir koleksiyoncu olan Mithat Bey, düşüncesine uygun olarak bunları kesinlikle satmayı düşünmemektedir ama hiç bir değerlendirme de yapmamaktadır. Artık eşya arasında yürümenin giderek zorlaştığı, belediyecilerin, Mithat Bey tarafından kesinlikle kabûl edilmeyen, çöp ev ve yangın uyarılarına rağmen, eşya arasında yaptığı özel yerine oturup, sigarasını içen Mithat Bey’in sadece biriktiren biri olması, biriktirdiklerinin eksiklerini tamamlamak gayretinin yanında, biriktirilmiş şeyleri tasnif etmek gibi bir gayreti hiç yoktur. Hatta yeğenin bulup çıkardığı çanta içindeki pul albümlerini bile uzun zamandır aramasına rağmen -günde kaç defa önünden geçiyor oysa- bulamamaktadır. Bu, karısının bile terk etmesine neden olan biriktirme merakı Mithat Bey’de tek bacak (topal) bir tutku halini almıştır. (Tedavisi -bu yaştan sonra- yoktur.)

    Esmer, Mithat Bey’in dairesindeki sahnelerde, belgeselci tavrını daha çok kullanma olanağını bulmuş, fakat bir kitaplığın filmini yapmadığının farkında. Yukarıdaki komşudan damlayan suların varlığı daire için, Mithat Bey için tek problem olurken, yönetici için problem her yere yığılmış gazete ve kitap ve diğer eşyadır. Harici sahnelerde Esmer kamerasını -doğal olarak- daha hareketli kullanıyor; Ali’nin değişiminin filmin bir başka “hareketli ortamı” olduğuna yukarıda değinmiştim. Mithat Bey bir koleksiyoncu olarak bodrumdaki kolilerin açıldığının ve içindekilerde eksilmelerin olduğunun farkına varmasına rağmen, bir tepki göstermeyerek, artık yolun sonuna vardığının farkındadır, yaşar gibi oynar. Yeğeni Ömer, sahaf, lokantacı kadın, kısa rolleri ile Mithat Bey’in yaşamındaki yerlerini alırlarken, sadece lokantacı kadının özeline değiniliyor. Ali (Nejat İşler) ise kişilik değişimine uğrarken, vücudu, duruşu, yürüyüşü ile değişikliği yansıtarak, oyunculuk olarak diğerlerine fark atıyor.

    11’e 10 Kala, sinemamızda son yıllarda -gerek konusu, gerek sineması bakımından- bir çok örneği görülen filmler arasında en ilginçlerinden birisi. Uzun bir süre aranılan bir kitabın bulunması ile -ama ne bulunma- bizim için bitiyor. Esmer’in olayı izlemesi (kaydetmesi) buraya kadar. Artık Mithat Bey kendinden başka kimsenin bulunmadığı binada tek başına. Artık iş peşinde koşturacak Ali de yok. İstanbul Ansiklopedisi tamamlanıyor. Artık Mithat Bey’in peşinde olduğu bir amacıda yok. Sadece gündelik gazeteler alınacaktır, hem de iki nüsha.

    (04 Ekim 2009)

    Orhan Ünser

    Sinemada Devr-i Alem Seminerleri

    Altyazı Aylık Sinema Dergisi, Sinema Seminerleri 2009 sonbaharına Sinemada Devr-i Alem ile başlıyor. Övgü Gökçe’nin vereceği seminerde 8 hafta boyunca dünya sinema tarihinin çeşitli dönem ve coğrafyalarından 8 çarpıcı film izlenip tartışılacak. İzlenilecek filmler arasında Jim Jarmusch’tan Lars von Trier’e, Yasujiro Ozu’dan Ömer Kavur’a kadar dünya sinemasının önemli yönetmenlerinin filmleri yer alacak. 03 Ekim Cumartesi günü başlayacak ve 8 hafta sürecek seminerler Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde yapılacak.

  • Basın Bülteni
  • Görsele haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sinemada Devr-i Alem Seminerleri yazısına devam et
  • Okyanus Dünyası 3D

    Jean-Jacques Mantello’nun yönettiği belgesel film Okyanus Dünyası 3D (Oceanworld 3D: Into The Deep), 16 Ekim 2009’da Tiglon Film dağıtımıyla Bir Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    Film, izleyicileri gezegenimizin yaşam kaynağı okyanusların mucizevi ve zengin dünyasına davet ederken, bu görkemli dünyayı korumamız altına almamız için ilham kaynağı oluyor. Filmde, dalgaların altında normalde görülemeyen ve unutulmaz bir yaşama şahit olunurken, manta vatozu, çekiç balığı, deniz tavşanı ve deniz ejderi gibi mucize canlıların yaşamı izleniyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Gizem Ertürk Yazıyor