Ümit Ünal ile son filmi Ara üzerine söyleşi gerçekleştirdik. Aslında başarılı yönetmen söyleşi öncesinde biraz çekingendi. Çünkü hem Altın Portakal gerginliği hem de filminin basındaki yanlış tanıtımları kendisini ve filmin oyuncularını oldukça üzmüş.
Bir de küçük bir dipnot: Ara’yı izlemediyseniz veya tekrar izlemek istiyorsanız ikinci bir gösteriminin olabilme ihtimalini müjdeleyelim. Ara mutlaka izlenmesi gereken, ayakları yere çok sağlam basan bir Türk filmi.
Ara’nın senaryosu nasıl oluştu, neleri gözlemlediniz?
Eski eşimle birlikte yaşadığımız bir evimiz vardı. O evde yaklaşık 6-7 sene oturmuştuk. Orayı boşaltıp yeni bir eve geçerken boş eve şöyle bir bakmıştım. Çünkü o ev eşimle ilk oturduğumuz evdi. Bir evde ve tek bir mekânda bir ilişkiyi tüm boyutlarıyla anlatabilir miyim diye düşündüm. Fikir ilk o zaman oluştu yani.
Kendi geçmişinizi araladınız diyebilir miyiz?
Tamamen olmasa da otobiyografik unsurlar var. Bire bir hikâyedeki gibi bir şey yaşamadım. Kendi hikâyelerimden parçalar, arkadaşlarımın hayatlarından anekdotlar… Tabii en büyük kısmını da hayal gücümle şekillendirdiğim bir hikâye anlattık. Tüm bunları da bir evin içine sığdırdık.
Bir ev de 4 kişinin hayatlarının kesişmesi olarak tanımlayabilir miyiz?
Hem öyle hem de tek bir evin içinde sadece 4 kişinin hayatını değil yaklaşık 30 yıllık değişim sürecini anlatamak istedim. Aynı zamanda bu insanların değişememesini anlatmak…
Arada kalmış insanları anlatmak yani…
Evet, 4 karakterin hepsi de bir şekilde arada kalmış insanlar. Bir tanesi milletler arasında kalmış. Diğeri geçmişinin değerleriyle yani asıl olmak istediği şeyle bugün olduğu şeyin arasında kalmış. Öteki cinsel ikilemleri arasında kalmış. Diğeri de sevgilisiyle kocası arasında kalmış insanlar.
Otobiyografik özelliklerden sıyrılıyor mu böylece film?
Ben Ara ile kuşağımın dertleri üzerine yoğunlaştım. Şu an 40’lı yaşlarının başında olan bir kuşağın otobiyografisi demek daha doğru olacak sanırım.
Filmde kapitalist sisteme de göndermeler yapılıyor, bu değişim sürecinde sistemin sizin kuşağınıza etkisi neydi?
Temelinde o var evet. Çok mütevazı ailelerden gelip, 80’li yıllarda gençliğini geçiren insanlar var filmde. Türkiye’deki değişimle birlikte hızlı bir şekilde tüketmeyi öğrendiler. Daha çok para kazanma hırsına büründüler. Daha arsız, doyumsuz oldular. Kaybetmek büyük bir ayıp gibiydi… Ama ruhları aynı hızla değişemedi.
Sonra ruhları da değişti ve sisteme ayak mı uydurdular?
Kimisi kendisini bir şekilde kandırdı, alıştırdı, ayak uydurdu, adına ne derseniz artık. Ama yine de bir noktadan sonra tabii insanlar kendilerine dönüp “Ne olduk biz” demeye başladılar. Kimisi karşılaştığı boşluğu aşkla, seksle ya da daha çok parayla gidermeye çalıştı. Kimisi kendisini uyuşturucuya, alkole, dine verdi. Bir şekilde bir şeylere tutunmaya çalıştılar. İntihar edenler oldu. En kötüsü, en acısı…
Filmde Ümit Ünal’ı Ender karakterinde mi gördük?
Evet, Ender benim olmamış halim. Eğer ben Güzel Sanatlarda değil de İktisatta okumuş olsaydım bu yaşlarda muhtemelen Ender gibi biri olacaktım. Benim hayatımı kurtaran bu oldu.
Dünya banka hesaplarımızdan ibaret değildir. Her insan kendini bir yere ait hissetmek ister. Ben de sanat dünyasına, sinemaya aitim. Akıl sağlımı bu dünyaya borçluyum. Yani artık ne kadar kurtulduysa. (gülerek)
Ümit Ünal ile sohbet ederken Harold Pinter’dan bahsetmemek olmaz, filmde yine ona olan hayranlığınız göze çarpıyor…
Harold Pinter çok çok büyük bir yazar. Tüm oyunlarına hayranım. Filmde esin kaynağı olan İhanet adlı oyunu da 4 kişinin arasındaki ihanet üzerine kuruluydu. Benim için büyük bir ilham kaynağıydı.
Filmin kurgusu da alışılmışın dışında 1998 ve 2008 yılları arasında gidip gelen karışık bir yolculuğa çıkıyoruz…
İnsanlar artık hep aynı şeyleri görmekten sıkıldı. Giriş gelişme sonuçlardan… Ben bunu oyun olsun ya da değişiklik olsun diye yapmadım. Bu film için olması gereken buydu. Zıtlıkları vurgulamalıydım. Yani Erdem Gül’e ben seni hiç aldatmadım derken bir sonraki sahnede onu nasıl aldattığını gösterebilmeliydim.
Türkiye’de alternatif film çekmek oldukça zor ama siz bu konuda biraz şanslısınız değil mi?
Benim şansım çok genç yaşta ilk senaryomun filme çekilmiş olması. (Teyzem, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda Birincilik Ödülü aldı ve Halit Refiğ tarafından filme çekildi.) Ardından da peş peşe senaryolarım filme çekildi. (1986 – 1993 yılları arasında sekiz senaryosu filme çekildi.) Türk sinemasının en canlı olduğu dönemlerdi yani. Hayatımın bir dönemini sadece sinema yaparak geçirdim diyebilirim.
Sonraları başka işlerle uğraştığınız dönemler oldu mu?
İster istemez başka şeylerde yaptım. Türk sinemasının canlılığını yitirdiği dönemlerde reklâm yazarlığı yaptım. Bir şekilde hayatımı devam ettirmek zorundaydım.
Bundan sonra sizi senaristliğinizin yanında yönetmen olarak da daha çok görecek miyiz?
Öyle umut ediyorum ben de. Mayıs ayında çekimlerine başlayacağımız bir filmimiz var. Yapımcısı Hakan Karahan. Hasan Ali Toppaş’ın Gölgesizler isimli kitabından uyarlanacak. Geçtiğimiz Ağustos ayından beri onun üzerinde çalışıyorum.
Özgür çalışabiliyor musunuz? Yapımcı ya da film şirketleri tarafından kısıtlandığınız ya da değiştirmek zorunda olduğunuz şeyler oluyor mu?
Tabii ki tamamen kendi istediğin standartta bir film yapmak çok zor. Çünkü filme para yatıran yapımcının kafasında da bir takım formüller, ticari beklentiler var. Kimse sadece sen tatmin ol diye bir filme para yatırmaz. Önünü de görmek zorunda. En başta yapımcıyı ikna etmek çok önemli. Kendi adıma söylemek gerekirse; ben imkânlarımla kendi yapmak istediğim şeyleri yapmak istiyorum. O kafadan yapımcıları bulmaya çalışıyorum ya da onlar beni buluyor. Ama zor iş hem de çok zor…
Seyirciden memnun kaldınız mı?
Bazı projeler vardır kafadan ticari ilgi uyandırır. Aylarca reklâmları döner. Ara çok çok küçük salonlarda 18 kopyayla girebildi. Yani sadece sanat filmi kabûl eden salonlarda gösterildi. Çok geniş kitlelere ulaşamadı tabiiki.
Normal mi karşılıyorsunuz bu durumu?
Evet; bunda şikâyet edecek bir şey yok. Son zamanlarda çok tartışılan Recep İvedik ile karşılaştırmak gerekirse şöyle açıklayabilirim: TV.de başarılı olmuş bir oyuncu. Komik de. En popüler karakteriyle çıkıyor insanların karşısına. Asıl o filmin iş yapmaması sürpriz olurdu. Aile boyu gidilebilecek bir film. TV’dekinin aynısını yapıyor. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu çok açıklanabilir bir durum.
Bizim gibi tam oturmamış sektörlerde sinema çok riskli. Çok bölünmüş bir seyirci var. Yani ben Babam ve Oğlum’a giden 4 milyon ile Recep İvedik’e giden 4 milyonun aynı 4 milyon olduğunu düşünmüyorum.
Bizde çizgiler daha keskin değil mi?
Kesinlikle. Yani dünyada Recep İvedik gibi bir film 15 milyon yapar diyelim. Ara gibi bir film de 1 milyon yapar. Türkiye için söyleyelim; Recep İvedik’e 4 milyon kişi geliyorsa Ara’ya da 4 yüz bin kişi gelebiliyor olmalıydı. Anormal olan şey bu.
Ara yurt dışında gösterime girecek mi?
Henüz böyle bir anlaşmamız yok ama umuyoruz.
Filmin Konusu
Ender (Erdem Akakçe), kendi şirketi olan bir tekstilcidir. Şişmanca ama yakışıklı bir adamdır. Orta halli bir memur ailesinden gelir. Gül (Selen Uçer), anne tarafından yarı Fransızdır. Ender’in sevgilisidir. Hiç bir iş yapmaz. Aileden biraz zengindir. Zevk için Ender’in şirketinde tasarımcı olarak çalışmaktadır. Veli (Serhat Tutumluer), Ender’in ortağı ve işletme fakültesinden arkadaşıdır. Sakin, içine kapalı bir adamdır. Çok yakışıklıdır. Sade ama çok şıktır. Orta halli bir asker ailesinden gelir. Selda (Betül Çobanoğlu), Veli’nin karısıdır. Ender’in ise çocukluktan arkadaşıdır. Sesi güzeldir, konservatuarda okumuştur. Ama belli bir iş yapmamaktadır. Selda kocasının ortağı ve en yakın dostu Ender ile cinsel ilişkiye girer. Gül ile Veli de birbirleriyle sevişerek aldatma eylemini gerçekleştirmektedir. Eşler, aldatıldıklarının farkında olmalarını rağmen görmezden gelmeyi tercih etmektedirler. Aldatılmanın oluşturduğu sendromlar bir süre sonra hepsinin hayatını karartacaktır. (Bu röportaj Mirror Dergisi’nin 47. sayısında yayınlanmıştır.)
(30 Mart 2008)
Gizem Ertürk