19. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde 18 Mart Salı günü Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda saat 14:30’da Salon 2’de gösterimi yapılacak olan Yanlış Zaman Yolcuları’ndan sonra filmin yönetmeni Aren Perdeci ve oyuncular Canan Cemali, Murat Onur, Sinem Tuncer ile söyleşi gerçekleştirilecek. Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda 19:15’te Salon 2’de gösterimi yapılacak olan Rıza’nın ardından da yönetmen Tayfun Pirselimoğlu ve oyuncular Nurcan Eren, Rıza Akın ile söyleşi gerçekleştirilecek.
Günlük arşivler: 17 Mart 2008
İstanbul Film Festivali Gişeleri Açılıyor: Biletler 22 Mart Cumartesi Günü Satışta
İstanbul Film Festivali geçtiğimiz yıllarda başlattığı hafta içi seanslarında indirimli fiyat uygulamasını bu yıl tüm bilet fiyatlarına yansıtıyor: Festival’de bilet fiyatları tam 10 YTL; Akbank Galaları hariç tüm seanslarda öğrenci ile 65 yaş ve üstü için 7 YTL olacak. Gala filmlerinin biletleri ise 15 YTL. Festival’de hafta içi gündüz seansları (11:00 – 13:30 ve 16:00) ise yalnızca 3,50 YTL. Festival’deki tüm Türk filmleri de tüm seanslarda yine 3,50 YTL’den izlenebilecek.
Ankara Film Festivali’ne Açık Mektup
Sayın Festival Yetkilileri,
Türkiye’de bir film festivali düzenlemenin ve bunu sürdürmenin meşakkatli bir iş olduğu, özellikle Ankara Film Festivali’nin ne tür mali zorluklarla yapıldığı hepimizin malûmu. Öte yandan sağlıklı bir festival organizasyonu için dev bir bütçeye sahip olmanın da yeterli olmadığını başka örneklerden biliyoruz.
Yine de izninizle, oraya filmini vermiş bir belgeselci olarak, 19’uncu yılına gelmiş bir festivalin mali sıkıntılarla pek de açıklanamayacak hallerini eleştirme hakkımı kullanmak ve bazı temel beklentilerimi dile getirmek istiyorum.
Öncelikle bir noktanın altını çizeyim: Ankara Film Festivali’nin yerli belgesellere üç ayrı bölüm ayırıp olabildiğince geniş yer vermesi takdir edilecek bir şeydir. Tabi o filmlere ve yaratıcılarına, festivalin kenar süsü ve daha kötüsü gereksiz bir yük muamelesi yapmamak kaydıyla…
Filmlerimizin ödüllendirilmesi elbette bizi sevindirir; ama sırf bir yerlerde ödül alsın diye film yapanımız yoktur herhalde. Biz belgeselciler filmlerimizi, ödül toplasın diye değil mümkün olduğu kadar seyredilsin ve tartışılsın diye yapıyoruz. Bu nedenle en azından kendi filmlerimizin festivaldeki gösterimine davet edilmeyi, hadi onu geçtik gösterim gün ve saatinden haberdar edilmeyi, yönetmen olmasa bile film ekibinden birilerine -sözgelimi filme konu olan karakterlere- gösterime katılma olanağının tanınmasını, bunu da festivalin organize etmesini bekliyoruz.
Bir festivali festival yapan şeyin böylesi bir katılımcılık olduğuna inanıyorum. Beş yıldızlı otellerde ağırlanmaktan, kırmızı halılarda yürümekten söz etmiyorum elbette. Ama ne yalan söyleyeyim, her yıl İstanbul’dan kaldırdığınız ‘festival treninde’, üçüncü mevkide bile olsa belgeselci ve kısa filmcilere yer ayrılmamasını garipsemiyor değilim.
Yine, biz filmlerimizi ‘yarışma filmi’ olarak yapmıyoruz. Bu nedenle festival gösterim çizelgesinde, bütün belgesellerin “Belgesel Film Yarışması” etiketli tek bir sepet içinde sunulmasından rahatsızlık duyuyoruz. Filmlerimiz kendi adıyla anılsın, festival gösterim çizelgesinde bu adla yer alsın, seyirci de “gidip bir yarışma filmi izleyeyim, artık bahtıma ne düşerse” mantığıyla değil hangi belgeseli izleyeceğini bilerek salona gelsin istiyoruz. (Bilmem ki çok mu şey istiyoruz? Çünkü bu toptancı yaklaşım, ne yazık ki diğer festivallere de egemen…)
Filmlerimizin, seçici kurula izleme kopyası olarak gönderdiğimiz DVD’den değil gösterim kopyasından (Betacam, DigiBeta, vb.) seyirciye sunulmasını, dünyanın her yerindeki festivallerde olduğu gibi, festivaldeki ilgili birimin kopya trafiğini takip ederek bizden bu kopyaları zamanında talep etmesini bekliyoruz.
Son olarak; festivalin başka hiçbir etkinliğine katılmamayı garantilemek istercesine, sadece ödül töreni için 6-7 saatliğine çağırdığınız konukların hiç değilse ulaşım planını emrivaki yapmadan, karşılıklı teyit ederek oluşturmanın asgari bir organizasyon gereği olduğunu düşünüyorum.
Festivalin hiçbir aşamasına katılımımı beklemeyen, jüri kararları günler öncesinden belli olduğu halde beni son dakikada arayıp “şu saatte gelip şu saatte dönmemi” şart koşan, başka da bir seçenek tanımayan festivalinizin ödül törenine gelemeyeceğimi, sırf ödülümü teslim almak üzere orada arz-ı endam etmenin benim için ne yazık ki bir şey ifade etmediğini bildirmek istiyorum. Yine de eğer töreninize katılsaydım ve kısa bir konuşma yapma olanağım olsaydı, bu hakkımı yukarıda sıraladığım eleştirileri dile getirmek için kullanırdım.
Sizlere keyifli ve sorunsuz bir kapanış töreni diliyorum.
Saygılarımla,
Necati Sönmez / Yönetmen / “İbret Olsun Diye”
(24 Mart 2008)
İşçinin, Emekçinin Festivali Yaklaşıyor
Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin üçüncüsü için hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Festival yine dopdolu programıyla 01 – 10 Mayıs 2008 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’de eş zamanlı olarak gerçekleştirilecek. Emeği Gören Kamera, Sokağa Çıkan Sinema temasıyla düzenlenen bu yılki festival emeğin sinemasını salonlardan sokaklara, işyerlerine taşıyacak.
40 Yılın Filmleri, Seçimleri ve En İyileri Tek Bir Kitapta: “Siyad: 40 Yılın Serüveni”
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) 40. kuruluş yıldönümü nedeniyle SİYAD: 40 Yılın Serüveni adlı bir kitap hazırladı. SİYAD’ın ilk kitap çalışması olan bu önemli eser, 1967’den bu yana yapılan En İyi Yabancı Film ve En İyi Yerli Film seçimlerinin sonuçlarını içerirken hem bu seçimlerin “En İyi Film”lerini mercek altına alıyor, hem de SİYAD’ın 40 yıllık tarihinden satırbaşları sunuyor. Ayrıntılı bilgi için: 0212 2936669 (Ozan Ağaç), [email protected]
40 Yılın Filmleri, Seçimleri ve En İyileri Tek Bir Kitapta: “Siyad: 40 Yılın Serüveni” yazısına devam et
Sokak Dansı
Jon Chu’nun yönettiği ve Briana Evigan, Robert Hoffman, Adam G. Sevani ile Will Kemp’in oynadığı Sokak Dansı (Step Up 2: The Streets), 25 Nisan 2008’de UIP Filmcilik dağıtımıyla Fida Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Maryland Sanat Okulu’na yeni giren Andie çevresiyle uyum sağlamaya çalışırken eski rüyası olan Baltimore’daki sokak dansçılarıyla beraber dans etme hayalini hâlâ korumaktadır. Okulun en yetenekli öğrencisi Chase ise beklediği büyük çıkışı Baltimore’un en büyük sokak dansları yarışması olarak bilinen The Streets / Sokaklar’da yarışmak için bir grup kurarak gerçekleştirmek istemektedir.
Sokak Dansı yazısına devam et
Filmler Yarış Atı Değildir
Ülkemizde ilk film yarışması 1948’de yapılmıştır. 1917’den başlayan film üretimleri asıl artışını 50’li yılların başlaması ile gösterecektir ama ilk yarışma film üretimlerinin daha az sayıda olduğu bir yılda yapılmıştır. Bundan sonraki yıllarda yapılan farklı yapılardaki yarışmalarda o yılların öne çıkan filmleri yarışmıştır ama, 1964 yılında Antalya Film Festivali (Altın Portakal) başlayana kadar yerleşik bir yarışmamız yoktur. Behlül Dal’ın girişimleri sonucu başlayan Altın Portakal giderek Yeşilçam’ın yaz tatili olmaya dönüşmüş, bu arada “film yarışması”da yapılmış ve zaman zaman sonuçlar tartışmalar doğurmuştur.
Yarışmaya katılan film sayısının giderek artması, ön eleme düzenini ortaya getirmiş, tartışmaların bir kısmı da bu aşamada başlamıştır. Elemelerde başlayan tartışma sonuçlarda da devam edince ortaya garip tutumlar çıkmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Tanju Gürsu Köpekler Adası filmi ile “En İyi Oyuncu” ödülünü alınca ortaya garip bir tartışma başlatılmıştı. Gürsu’yu Müşfik Kenter seslendirdiği için ödülde O’nun da payı olduğu görüşü ortaya atılmıştı. Burada bir soru akla gelmeli hemen, o yıldan önce (tabii sonra da) Antalya’da ödül alanların kaç tanesi acaba kendisini seslendiriyordu? -Çünkü o yıllarda tüm filmlere dublaj yapılıyordu.- Bu tip festivallerde seçici kurullar, başlangıçta kendilerine bir takım kriterler belirlemelidirler ki; değerlendirmeler onlara göre yapılsın. Bunların yeteri kadar belirlenmemiş olması veya yarışmaya katılanlarca bilinmemiş (anlaşılmamış) olması tartışmaların nedeni olmaktadır. Film festivalleri kendilerine belirli bir konuyu seçebilirler; bu başlangıçta belirlendiği için başvurularda bu dikkate alınacaktır ve ön elemenin eleştirilerini önleyecektir. Benim bildiğim kadarı ile Antalya’da böyle bir kıstas yok (varsa bu benim cahilliğim). Bunun için geçen yılki yarışmadan önce yapılan ön elemede yaşanan “eleme tartışmasını” belirleyecek önceden belirlenmiş objektif kıstaslar olamadığından sadece seçici kurulun değerlendirmeleri tartışılmış oluyor.
50’li yıllardan sonra sürekli artan yapılan film sayısı 70’li yılların başında 300 ulaşmıştı (1972 de 299) O yıllarda yapılan yarışmalara 200’ü aşkın film içinden katılımlar oluyordu, 80’li yıllardaki krizden sonra bu sayı hızla düştü, şimdilerde giderek film sayısı her yıl artıyor, fakat bu 30’lu sayıları pek geçmiyor. Bu kadar filmin bir kısmı da piyasada hiç görülmüyor, ortaya çıkan filmlerde ülkemizde yapılan -hemen- tüm yarışmalara katılıyorlar. Bu yarışmaların bir kısmında ön eleme olmayabilir; yarışmada yarışan filmler farklı seçici kurullar önüne çıktığında ise -aşağı yukarı aynı filmler- farklı şekilde değerlendirilebiliyor, bu ise farklı tartışmalara olanak veriyor.
Geçen yıl Antalya ön seçici kurulu tarafından elenen Ümit Ünal’ın Ara filmi bu yıl İstanbul Festivali’nde yarışacak. (Yani bir yarışa alınmadı, diğerinde var). Bunun gibi başka filmlerde vardır, olacaktır, gelecek yıllarda da olacaktır.
Festivaller hep olacak, birinde kazanan diğerinde -belki de yarışamayacak veya- değerlendirilmeyecek, bunu seçici kurul “takdiri” olarak kabûl etmek gerekir. Tabii eleştiri hakkı her zaman mahfuzdur. Son Antalya’ya katılan filmlerin hepsini görmedim, ama bu gün (23.3.2008) gördüğüm Ara’nın o filmler arasında olmuş olmasını dilerdim, -bilinmez- belki seçici kurulun ”portakal”larından birini alabilirdi. Yarışmalı festivaller bir değerlendirme ile sonuçlanır, yoksa her hangi bir amaçla yapılan toplu film gösterimlerinden farkı kalmaz ama seçici kurul kararlarının değişken olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Tamamen farklı koşullarda yapılan filmlerin, farklı seçici kurullar önünde “yarıştırılıp” bazen aynı sonuçlara bazen de farklı sonuçlara ulaşmak olasılığı -her ikisinde de- vardır. Sonuçtan tartışma çıkartmak, filmleri de -film değil- yarışmacı (yarış atı) olarak değerlendirmek (eğer yapılıyorsa) doğru olmaz sanırım.
(23 Mart 2008)
Orhan Ünser
Anime
O zamanlar karton film (cartoon) diyorduk. Sinemalarda filmlerden önce böyle kısa metraj Walt Disney kaynaklı, bu tarz filmler oynuyordu. Sonraki yıllarda böyle cartoon’ların uzun metrajlıları da sinemalarımız perdelerine yansıdı (Leydi’nin Aşkı). Bu arada cartoon’un daha genel adlandırılması ile animasyonun bir bölümü olduğunu öğreniyorduk. Walt Disney dışında, hatta ABD dışında da animasyonlar yapıldığı, zaman içinde edindiğimiz bilgiler oldu. Çok farklı yapılanmalar (teknik) gösteren bu animasyonlar, içerik olarak da farklılık gösteriyordu. Televizyonun gelmesi ile animasyon alanında Japon’ların farklılıklarına tanık olduk. Japon animasyonunun biri bitip biri başlarken, tekniğinin de farklılığını fark ettik. Şimdilerde Susan J. Napier’in Anime (ES Yayınları – 2008) kitabından Japon animasyonuna başka bir boyuttan tanıklık ediyoruz.
Anime, adı Japon animasyonu anlamına geliyor, öncelikle. Geçmişi de hayli gerilere gidiyor. Manga denilen çizgi-roman geleneğinden kaynaklanan anime, televizyon dizileri ve sinema filmleri olarak geniş bir pazara (öncelikle iç “Japonya” ve ABD’de) sahip. Napier bir anime uzmanı olarak, türü değişik boyutları ve ağırlıklı olarak ele aldığı bir takım örnekleri ile inceliyor.
Filmlerde kahraman olarak kadın tipleri öne çıkıyor, ülkemizde animasyon ile pek bağdaştırılamayacak cinsellik ağırlık kazanıyor, insan formatında (veya değil) değişik türden canlılar olaylara karışıyor (kahraman oluyor), farklı etkilerle cins değiştirmeler (kadın / erkek, erkek / kadın) sıradan olaylar. Dünyanın sonu / mahşer, farklı dünyalar ile ilişkiler, uzay, Japon tarihi, İkinci Dünya savaşı (atom bombası – Hiroşima / Nagazaki ) ve sonrasının Japon toplumuna etkileri farklı yorumlara konu oluyor.
Asıl ilginç olan, anime alanında uzmanların çoğunluğu; bir anime uzmanı olan kitabın yazarı Susan J. Napier anime uzmanı olarak pek çok isme gönderme yaparken, bunların bir kısmının da anime bir kısım alt konularında da uzmanlaştığını görüyoruz. Bunu kıskandığımı itiraf etmek isterim. Şimdiye kadar en fazla gişe hasılatı yapan Japon filminin (normal sinema filmleri de dahil) animasyon olması konusu ise, türün sinemamızdaki yerini düşündürüyor insana. Evvel Zaman İçinde (1951 Yön: Turgut Demirağ – Resim Direktörü: Yüksel Ünsal) hem de uzun metrajlı olarak yapılmasına rağmen, Hollywood stüdyolarında kaybolup gitmesinden sonra, animasyonun devam etmemesi, kısa metraj ve ağırlıklı olarak reklâm filmlerinde kalması ise sinemamızın bir gerçeği. Sinemamızın bir başka gerçeği de çizgi roman kaynaklı normal sinema filmleridir. Çizgi romanları dizi veya film olarak sinemaya uyarlamayan sinemamız, bunları normal (gerçek kişilerle) sinema filmi olarak yapmıştır. (Cicican / Bedri Koraman – Ertem Göreç – 1963, Hüdaverdi – Pırtık / Sezgin Burak – Lale Oraloğlu – 1971, tek film olarak çekilirken, Tarkan / Sezgin Burak, Malkoçoğlu / Ayhan Başoğlu, Kara Murat / Rahmi Turan, Karaoğlan / Suat Yalaz, dizi filme olarak çekilmişlerdir.)
Anime, türün çok sayıda örneğini inceleyen, bu arada türün ülkesinde gösterdiği çeşitlilikleri anlatan, sinemanın ne boyutlarda inceleme ve araştırma konusu yapıldığı hakkında ip uçları veren bir kitap. Bu kitabın, şimdiye kadar yayınladığı 58 kitabın tamamının sinema (ve türevleri) konusunda olması ile ülkemizde bir ilki gerçekleştiren bir yayınevi (ES Yayınları) tarafından yayınlanması ise ülkemizin ilklerinden birini oluşturuyor.
(23 Mart 2008)
Orhan Ünser