Müzik piyasasının popüler isimleri, hemen her yerde, sinema için cazip kişiler olmuş ve zaman zaman beyazperde de seyircileri ile ilişki kurmaları uygulaması yapılmıştır. Bizde ilk kez Muhsin Ertuğrul, Münir Nurettin Selçuk’u Allahın Cenneti ile seyircisi ile buluşturmuş ise de, asıl seyirci ile solisti arasındaki ilişki, Zeki Müren’in Beklenen Şarkı’sı filmi ile olmuştur. Sonraki yıllarda bir filmlik sinema serüveni yaşayan erkek veya kadın solistlerin yanında bu ilişkiyi uzun yıllara yayan sanatçılarda olmuştur.
Uzun bir süre tek filmli bir sanatçı olan Mahsun Kırmızıgü’ün sinemayla ilişkisi 1987 yılında Sarışın (Temel Gürsu) ile başlamıştır. 80’li yıllarda, Yeşilçam’ın bir değişiklik geçirerek erotik ağırlıklı filmlerin çoğunluğa dönüştüğü bir dönemde yapılan Sarışınım bu kategorinin dışında kalıyordu sanırım ama filmin afişe çıktığını ben hatırlamıyorum, yanılıyor olabilirim. Kırmızıgül’ün o filmle sevenlerine ne kadar ulaştığı benim için bir bilinmez. Tam yirmi yıl sonra, tanınmışlığı daha da artan, sinema değilse de televizyonda -kliplerle- çalışma olanağı bulmuş, bir ara kısa film ile ilgilenmiş -bu magazin basınında bu günlerde daha sık çıkan söyleşilerinden edinilmiş bilgi- Kırmızıgül çekmeyi düşünmeden yazdığı senaryo ile sinemaya sessizce adım attıktan sonra, gelen öneriler ile filmi kendisi çeker. Daha önce kendisi gibi şarkıcı kökenli İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur, Ali Avaz ve Gökhan Güney de hem oynayıp hem de yönetmenlik yapmışlardır. Mahsun Kırmızıgül’de yapar.
Beyaz Melek, tüm Yeşilçam kalıplarını kullanan öykü ve aynı anlayışla yapılan yönetimi ile rahat seyredilen bir film. Çok kısa süreli sinemasal keyifleri de yok değil, binilen minibüsün Diyarbakır’da köylerine yaklaşırken, atlılar tarafından karşılanma sekansının ilk çekimleri filmin zirvesi.
Kırmızıgül, kendinde sinema sevdasının başlamasına Yılmaz Güney’in neden olduğunu söylüyor. Güney’in Umut filmi için ilk yarısı ile ikinci yarısının anlatım farklılığı nedeni ile eleştiriler yapılmıştı; neo-realist bulunan ilk yarıdan sonra, hazine arayışından oluşan ikinci bölüm belgeselciliğe yaklaşıyordu. Kırmızıgül’ün filmi aynı farklı yapılaşmayı gösteriyor. Haber filmi gibi başlayıp huzurevi bölümü ile Yeşilçam dramatikliğine bürünen film, köye düğün yapmaya giden ekiple bir yol filmine dönüşüyorsa da, köyde başlangıçtaki dramatikliğine didaktikliği de ekleyerek sonra, sona öğüde ulaşıyor. Barındırdığı sinemamız ve tiyatromuzun star oyuncuları yerine, Yeşilçam döneminde olduğu gibi, belli rollerin belli kalıp kişiler tarafından oynandığı dönem de artık sona erdiğine göre, daha tanınmamış oyuncularla oynansa idi, film -oyuncu Kırmızıgül faktörü dışında- ne kadar ilgi görürdü? Oyuncuları kötü mü oynuyorlar, hayır, hepsi kendilerinden beklenenleri yapıyorlar, ama hepsi birer tip (karakter değil), bu nedenle alıştığımızdan farklı bir şey bulamıyoruz.
Dediğim gibi rahat seyredilen -söylenildiği gibi ağlatması da bol olmayan (hem bu ne biçim bir kriterdir!)- bir film. Bu filmden sonra istemese de sinemaya (yönetmen olarak -?) devam etmek zorunda kalacak olan Kırmızıgül’e kolay gelsin diyorum.
(Kırmızıgül ilk filmi yaptı ya… Bir gazete haberi: Madonna ilk yönetmenlik denemesini yapmış. “Filthand Wisdom”, 2008 Berlin Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilecekmiş.)
*****
Beyaz Melek’e Ek:
Sinema görsel bir sanat. Beyaz Melek’te “huzurevleri” konunun bir bölümünün ağırlığını taşıyor. Sanatların ele aldığı toplumsal sorunların bazıları, bu yolla gündeme gelir, Beyaz Melek de “huzurevlerinin” gündeme gelmesine neden oldu. Siyasi otorite, sinemada izlediği filmden etkilenmiş, konu ilgili yasal düzenleme çalışmalarına başlıyormuş. (Gazetelerden) Buna “sanatın gücü”, “sinemanın gücü” demek isterdim ama, (diğer dalları ile de) “sanat / sinema” zaman zaman böyle konuları ele alırsa da, her zaman dikkat çekemeyebilir. Beyaz Melek’in uyandırdığı ilgi ile, ana/babalarına evlerinde bakmaları halinde asgari ücret tutarında bir yardım düşünülüyormuş. Yapılan uyarının dikkat çekmesine bir şey demek mümkün değil ama, önerilen çözüm yanlış. Beyaz Melek “melek”liğini yapmış ama, gerçek yaşamda çözümün daha devamlı, yerleşik olması gerekir. “Huzurevlerinde” otorite, denetleme boşluğunu gidermek ve sağlanacak akılcı düzenlemeleri devamlı kılmak gerekir diye düşünüyorum.
(Toplumumuzun kanayan bir yarası, kan davası -şimdilerde töre cinayetleri- yıllardır bir çok sanat yapıtına, bir çok filme konu olmuştur. Bu konudaki yasal düzenlemelerin yanında kökendeki feodal yapı çözümlenemediğinden bu gerçeğimizin daha uzun zaman devam edeceği düşüncesindeyim. Hiç değilse, “huzurevleri” probleminin kökeninde feodal bir yapılanma yok.)
(14 Ocak 2008)
Orhan Ünser