İkiz Filmler!

İkiz filmler, belki bir yanlış tanım, ama benim hoşuma gitti, siz değiştirebilirsiniz. Bir filmin aynı yönetmen veya farklı bir yönetmen tarafından ikinci kez çekilmesini kastediyorum. Daha yaygın deyişi ile filmlerin remake olarak yeniden yapılması. Filmler aynen tekrar yapılabilir mi? Bir kitabın ikinci kez basılması, film için düşünülürse, bu filmin ikinci kez gösterime çıkarılmasıdır. Bir kitabın ikinci kez, eskisi mevcut iken, yeniden basılması pek uygulaması olan bir şey değilken, filmlerin yeniden çekilmesi çok rastlanan bir olgu. İkinci kez basılan kitabı son teknolojiye uydurmak olası iken, yeniden gösterime çıkarılan bir filmin teknolojisini değiştiremezsiniz, çok çok ABD sinemasının son yıllarda yaptığı gibi, siyah/beyaz filmi renkli hale getirirsiniz. (Aslını görenler, ne kabûllenir bilemem.) Bir yeniden çevrim yapılınca, önceden yapılanın yeniden yapılması, yeni bir filmin ortaya çıkmasına neden olur. Bu da ne kadar ilk film olur?

Konuyu şöyle düşünelim, yapıt değişik formda bir yapıta, ‘romana’ dayanıyorsa ki, çok yaygın bir örnektir, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı King Vidor (ABD) ve Sergei Bondarchuk (SSCB) tarafından sinemaya uyarlandı. Örneği bizden verirsek Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur?’u Nejat Saydam ve Atıf Yılmaz uyarladı; seyredin bakalım filmleri, ikinci çevrim (remake) tanımlamasına ne kadar uyarlar.

Bundan sonra sadece filmlerden söz edeceğiz, her ne kadar filmler aslına “sadık” kalınarak yeniden yeniden çekilirlerse de, hepsi farklı filmlerdir; filmlerde, yorumdan öte değişikler yapılarak yeniden çevrim söz konusu ise -çünkü “yorum” farklı bir şeydir- hareket noktalarının asgari müşterekleri göz önüne alınarak karşılaştırılmaları olasıdır. Filmler farklı ise bu karşılaştırmaların yapılması ne kadar doğrudur ama yapılması da kaçınılmaz olmaktadır. (“Yorum” denilince, şöyle bir açıklama yapılması gerekebilir: Her öykü fazla değişikliğe yer vermeden de, idealist veya diyalektik yorumlanabilir.)

İmdi; yeniden çekilen filmlerin bir listesini vermeye kalksak, bize de yazık olur, sayın okuyuculara da. Bu nedenle tarafımız için ilginçlik gösteren tekrar çekimlerden (remake’lerden) bazılarını karşılaştırmak istedik.

1) ÜÇ ARKADAŞ / MEMDUH ÜN (1958) – MEMDUH ÜN (1971)

Bir çok yönetmen çektiği bir filmi farklı nedenlerle tekrar çekebilir, Ün’ün çektiği Üç Arkadaş’lar arasında on üç yılık bir zamanın dışında, çoğunlukla olduğu gibi, ikincisinin renkli olması da var. İlkinin künyesine bakarsanız (Özgüç) senaryo takımı olarak Aydın Arakon, Metin Erksan, Muammer Çubukçu, Memduh Ün, Ertem Göreç, Atıf Yılmaz isimlerini görürsünüz (Belleğimdeki bilgi hatalı değil ise, senaryoyu ilk üç ismin taslak senaryosu üzerine diğerleri yazıyor). Öykü, sinemanın (edebiyatın…) daha öncede, sonrada çok kullandığı beylik bir öykü. Kendilerini zor geçindiren (geçindiremeyen) üç kafadar, bir gece sokakta buldukları “kör” bir kıza yardım ederler, gözlerini bile açtırırlar… Filmi Ün’ün yıllar sonra çekmesine her hangi bir şey diyemeyiz, bizim altını çizeceğimiz şey, ikinci çekimde hemen hemen aynı senaryonun değil, aynı çekim senaryosunun kullanılması. Yönetmenlerimiz çoğunlukla -hele o eski günlerde (50’li yıllarda)- pek çekim senaryosu kullanmadan çalışırlardı. Ün filmini ikinci kez çekerken, ilk filmine, çekimlerine sadık kalmış, aynı mizanseni ve çerçeveleri kullanmıştır. Bundan dolayı her hangi bir sözümüz olamaz, ancak takdir ederiz, yıllar sonra aynı mizanseni kullandığı için. İkinci Üç Arkadaş ilkinin gördüğü ilgiyi görmemiş, tepkiyi almamıştır, görmemesi ve almaması da normaldir. Ama yukarı da kullandığımız “ikiz film” tanımlamasına en uygun film sanırım bu olsa gerek. Ün, ilk versiyonda ‘üç arkadaş’ı Fikret Hakan, Salih Tozan ve Semih Sezerli’ye oynatırken ikincide, Kadir İnanır, Müşfik Kenter ve Halit Akçatepe’ye oynatır, Muhterem Nur’un rolünü ise Hülya Koçyiğit’e verir.

İbrahim Tatlıses, 1984’de –sinemada- yönetmenlik günlerinde, üç arkadaş’ı “sekiz”e çıkararak ve Ün’ün filmini lâstik gibi esneterek, ‘Sevdalandım’ isimli bir film yapar. Bu hali ile Sevdalandım bir yeniden çevrim değil, esinler taşıyan bir uyarlamadır.

Üç Arkadaş -lar sinemamızda çok kullanılan, küçük yoksul insanların dayanışmasını, duygu zenginliklerini dillendiren, özellikle ilkinde yakaladığı şiirsellikle sinemamızda köşe taşı olmuş filmlerdendir. Yukarıda değinildiği gibi aynı mizansenle çekilen ikincisi ise, mizansen aynılığına rağmen, artık alışılmış olan duygusallık ve eski yoğunluğuna ulaşamayan şiirsellik nedeni ile ilki kadar ilgi görmez, dikkat çekmez.

2) ERKEK ALİ (1964) / GÜNAHSIZLAR (1972) / ATIF YILMAZ

Atıf Yılmaz, bir çok yönetmenimiz gibi zaman olur, çektiği filmleri tekrar çeker, bir roman (Peride Celal) uyarlaması olan Kızıl Vazo’da (1961 ve 1969) olduğu gibi; ya da Erkek Ali ve Günahsızlar gibi. Erkek Ali, Herman Zudermann’ın “Mix Bumbalis” öyküsünden Vedat Türkali’nin senaryosu ile çekilir. Urfa kırsalında geçen öyküde, bir kaçakçı bir gece ağanın adamları tarafından dövülünce, kendisine yardım eden dul femme fatale’nin kışkırtması ile ağayı öldürür, -katil bulunamaz- sonrasında öldürdüğü adamın küçük kızı ile ilgilenmeye başlar, O’nu himayesine almaya çalışır. Bu ise dul femme fatale’nin hışmına uğramasına neden olur ve küçük kızı, tercih ettiği nedenle yaşamını yitirecektir, ama son yolculuğuna yalnız çıkmayacaktır, beraberinde götürecekleri de vardır. Eşref Kolçak ile Sevda Ferdağ bu trajik ilişkinin taraflarıdır, üçgenin diğer köşesini Parla Şenol oluşturur.

Yılmaz sekiz yıl sonra aynı öyküyü Selim İleri’nin senaryosu ile, bu kez İstanbul cangılında tekrar anlatırken, hayli değişikliğe uğramış hali ile ele alır. Cüneyt Arkın, taşradan İstanbul’a gelir, gittiği pavyonda dövülen assolisti kurtarır ve onun kışkırtması ile döven gazino sahibini öldürür, tanıklıklarla ceza almadan kurtulur. Bu kurtuluş assolistin üzerinde ağır bir hakimiyet kurmasına neden olur, yukarıda femme fatale dediğimiz dul, burada assolisttir ve Yılmaz yine bu rolde Sevda Ferdağ’ı oynatır. Bu kez, tutsak haline getirilmek istenilen Arkın, Ferdağ’ın yanında çalışan genç kıza (Arzu Okay) aşık olacak ve assolist femme fatale’leşecektir.

Konudaki benzerlik, üçgenin üçüncü köşesinin hayli farklılaşması ile belki ortadan kalkıyor ve bu filmlere ikiz film denmesini belki önleyecektir ama, -başvuru kitaplarında, ikinci film için, kaynak öyküden hiç söz edilmemektedir zaten- benim için ‘tek yumurta ikizi’ olmasalar da, bu filmlerin ikizliği devam etmektedir. Ferdağ’ın Kolçak’tan sonra Arkın’a aynı kaderi uygulama çabaları ve bu çabaların arkasındaki duyguları bu yaklaşımı hak ediyor. Ayrıca işlettirilen cinayetin doğurduğu vicdan azabı bu duygunun alternatifini oluşturuyor. İlkinde küçük bir kıza duyulan, -acıma ile başlayan- yakınlık, burada daha farklı bir boyutla filmleri de farklılaştırıyor.

3) ASİYE NASIL KURTULUR -lar / NEJAT SAYDAM (1973) – ATIF YILMAZ (1986)

Vasıf Öngören, Asiye Nasıl Kurtulur’u epik bir oyun olarak yazar, tiyatro için yazar. Oyun metnin gerektirdiği biçimde oynanır. Asiye’de Zeliha Berksoy; küçük, yaşlanmaya başlamış bir genelev sermayesinin, okutmak istediği, yaşamında kişisel ilk darbeyi nişanlamakta olduğu gün yiyen küçük kızından, yavaş yavaş yükselerek genelev patronluğuna varan bir yolculuğu, diyalektik bir açılımla oynuyordu. Tiyatro metinleri ile her zaman ilişkili olmuş sinemamız, bu epik oyunu Nejat Saydam eli ile hem Yeşilçamlılaştıracak hem de Türkan Şoray’laştıracaktır. Sonuç, tam oturmadığı için tam bir Türkan Şoray filmi (!) de olamayan, oyun’a nazaran hayli değişik, öyküye bakış açısından değişik bir film çıkar ortaya. On üç yıl sonra A. Yılmaz, Asiye’yi, oyuna daha yakın, epik tarza yakın, ele alırken, müziği de, “şarkılı film” tarzının dışında, -aşama yaparak da- kullanarak bir adım daha uzaklaşıyor, Saydam’ın filminden. Aslında “ikiz film”ler diyerek başlanan bir yazıda birarada kullanılmaması gereken, aynı kaynaktan uyarlanan, iki film. Saydam’ın filmi yukarıda değinildiği gibi bir Yeşilçamlılaştırma uyarlaması iken, Atıf Yılmaz’ın Müjde Ar’lı Asiye’si biraz daha Asiye Nasıl Kurtulur olur. Cevabı farklılıklara yol açacak bir soru: Asiyeler Nasıl Kurtulur? Final’de Türkan Şoray, kendini kötü yola düşüren adamı vurarak, namusunu mu kurtarıyordu? Yoksa, Müjde Ar -elit teorisine uygun olarak- mesleğinin en üstüne çıkarak, patroniçe olarak mı? kurtulur. Sahi Asiyeler nasıl kurtulur?

4) BEKLENEN ŞARKI -lar / SAMİ AYANOĞLU / ORHAN MURAT ARIBURNU / CAHİDE SONKU (1953) – ÜLKÜ ERAKALIN (1971) – ÖLMEYEN ŞARKI (ORHAN AKSOY / 1977)

Beklenen Şarkı, Zeki Müren’in ilk filmi. Yapımcısı Cahide Sonku. Daha önce de şarkıcılar filmlerde rol almışlardı. Zeki Müren popülerliğinin başladığı yılların başında idi, yapımcı Cahide Sonku tarafından, Sadık Şendil’in senaryosu ile beyazperdeye taşındı.

Beklenen Şarkı, aranılan bir “beste”nin öyküsü. İmparatorluk günlerinde, zengin bir adamın kızına “müzik” dersi veren müzik hocası ile genç kız arasında bir yakınlaşma olur, durum anlaşılınca baba, dersleri keserek, hocasını kızından uzaklaştırır. Hocası, savaşa giderken, ayrılışında öğrencisi / sevgilisine yarım bir beste verir. Yıllar sonra, evlenen kadın bu yarım besteyi çalıp yarım bırakınca, nedenini soran kızına, ilişkisini ve yarım bestenin öyküsünü anlatır. Bestenin diğer yarısı ise, adamın evlendiği kadındadır, kadın ve oğlu bestenin başını aramaktadırlar. Oğlu, müzik tutkusu nedeni ile konservatuarda müstahdemlik yapmaktadır. Konservatuarda öğrenci olan kız ile yakınlaşmaları olur, böylece farklı ellerde bulunan yarım besteler bir araya gelir. Sinemanın tüm dramatik yapılanmalarını içeren senaryodan yapılan film, Ayanoğlu, Arıburnu ve Sonku tarafından yönetilir; yıllar sonra Erakalın filmi “renkli” olarak tekrar çekerken, başka bir değişiklikte yapar. Kahramanları ters yüz eder, kadın kahramanı erkek, erkek kahramanı kadın yapar. Sinemamızda bir çok filmin yeniden çekimleri yapılmıştır. Erakalın başka filmlerde de (Gözleri Ömre Bedel / Yıldızların Altında) yaptığı kahramanları tersyüz etme işini, bu filmde de yapmıştır; bu nedenle, Beklenen Şarkı -lar (1953 – 1971) “yalnız” bu özellikleri ile “ikiz film” seçildiler.

Konu, 1977’de Orhan Aksoy tarafından Ölmeyen Şarkı adı ile tekrar çekilir. İlk versiyona yakın olan filmin künyesinde, Sadık Şendil’in adı “eser” sahibi olarak anılır, oysa Şendil’in bu isimde bir eseri yoktur, üçüncü filmde “eser”leştirilen metin, ilk filmin senaryosudur. (Senaryo, yazılı bir metindir ama, bağımsız bir edebi tür değil, sinemaya bağımlı bir metindir.) Üçüncü filmdeki değişiklik ise, ilk filmdeki gencin o ortamda bulunmak için konservatuarda müstahdemlik yapmasında görülür, bu kez gencimiz konservatuara öğretmen olarak gelecektir.

5) KANUN NAMINA -lar / LÜTFİ ÖMER AKAD (1952) – ARAM GÜLYÜZ (1971) / YİRMİ YIL SONRA / OSMAN FAHİR SEDEN (1972)

Yeniden film çekme kararı alan Kemal Film, Osman F. Seden’in senaryosundan Kanun Namına’yı çeker. (1952) Seden senaryoyu yazarken basın araştırması yapar ve arşivlerden çıkardığı bir öyküyü senaryolaştırır. Aldatılma şüphesi ise bir seri cinayet işleyen torna ustası Nazif Kuş kendini kapattığı atölyesinde bir gece geçirdikten sonra, intihar edecektir. Senaryo tabii değişikliğe uğrayarak yazılır. Küçük ve kısıtlı aile ve çalışma hayatı içinde yaşamını sürdüren Nazım Usta, baldızının düzenlediği bir takım oyunlarla, karısının kendisini aldattığını sanarak, baldızını ve karısı ile ilişkisini olduğunu sandığı adamı vurarak, karısını da yaraladıktan sonra, kendini kapattığı atölyesinde polisle çatışmaya girer ve yaralı karısının hamile olduğunu söyleyip, kendini aldatmadığına ikna etmesi üzerine teslim olur. Akad’ın, Kanun Namına’sı Nazım Ustanın teslim olması ile biter. 1971 yılında Aram Gülyüz, Kanun Namına’yı yeniden çeker, ama bu Kanun Namına kimse tarafından hatırlanmaz, her sinema kitabının değişmez konularından biri olan Akad’ın Kanun Namına’sının bir ikinci çevrimi olduğu unutulur. Film, küçük büyük değişiklerle bir ikinci çevrimdir ama, o kadar göze batmaz ki, gelip geçer, hiçbir bir iz bırakmaz. Bir çok filmin ikinci çevrimlerinin yapıldığı sinemamızda, bir özellik taşımayan bu ikinci çevrimin nedeni ile Kanun Namına -ları ele almamız gerekirdi; ama bir yıl sonra (1972’de) senaryo yazarı Seden, bıraktığı yerden değil de, yirmi yıl sonrasından Kanun Namına’nın devamını yazar ve Yirmi Yıl Sonra adı ile yönetir. Dünya sinemasında o yıllarda başka örneği var mı, bilemiyorum, ben rastlamadım. Yirmi Yıl Sonra, aradan geçen yirmi yıl sonrasında, cezasını çeken Nazım Usta’nın tahliye olması ile başlıyor. İkiz film değil tam bir “devam filmi”. Maceranın başladığı İstanbul’da değil de, taşrada cezasını tamamlayan Nazım Usta, bu uzun sürede ailesinden uzak kalmış ve onlardan dolaylı yollardan bilgi almıştır. Karısının hastalığı (erken bunama) bu nedenle sürpriz olur, fakat asıl darbe çocuklarının toplumda erime, kaybolma durumları olmalarıdır. Çocukları için mücadeleye girecek, karısını için de çareler arayacaktır.

Yıllar sonra, Akad’tan çok sonra Un Homme Une Femme (1964) (Bir Erkek Bir Kadın – fakat bizde Bir Kadın Bir Erkek) filmini çeken Claude Lelouch, Seden’in taktiğini uygular ve yirmi yılın aradan sonra filmine bıraktığı yerden, ama yirmi yıl (1984) sonrasından devam eder.

6) FOSFORLU CEVRİYE (m) -ler / AYDIN ARAKON (1959) – NEJAT SAYDAM (1969)

Mal varlığı nedeni ile bir adam, ikinci karısı ve ortakları tarafından öldürülür. Öldürülmek istenilen kızı ise kaçar ve tanıştığı bir sokak serserisi tarafından korumaya alınır, katillerin ve servet avcılarının peşine düşerler. Sinemamızın ‘geçiş dönemi’ yönetmenlerinden Aydın Arakon’un, değişim söylemli, kendine yeni bir üslûp (diyaloglar açısından) oluşturan filmi, bu yolla bu tarz filmlerde devam edecek olan bir kanal açarken, devam filmleri ile (üç tane) ortak kahramanlı ‘grup filmleri’ içinde bir örnek oluşturur. Saydam bu grubun ilk filmini on yıl sonra tekrar çekerken, aynı ‘diyalog’ üslûbunu devam ettirir, tam bir ikinci çevrim yapar. Birinci çevrimin gördüğü ilgi üzerine devam filmlerinin çevrilmesinden sonra, başlangıç filminin tekrarı ve filmlerin diyalog üslûbu bakımından sinemamızda açtığı ve Yeşilçam’ın uzunca bir süre kullandığı “söylem” ile bizce ve genel olarak, ikiz film olmaya hak kazanıyorlar.

7) VURUN KAHPEYE -ler / LÜTFİ ÖMER AKAD (1949) – ORHAN AKSOY (1964) – HALİT REFİĞ (1973)

Halide Edip Adıvar, Kurtuluş Savaşı’nın hemen arkasından, sıcağı sıcağına Ateşten Gömlek’i yazar. Roman bir yıl sonra Ertuğrul tarafından sinemaya uyarlanacak ve ilk Kurtuluş Savaşı filmi olacaktır. Adıvar 1926’da, Kurtuluş Savaşı’nı dolaylı yoldan ele alan Vurun Kahpeye’yi yazar, Aliye öğretmenin savaş içindeki bir kasabada işgâl güçleri ile işbirliği yapan kişilerle mücadelesi ve fonda Kurtuluş Savaşı; 1949’da Akad tarafından sinemaya uyarlanır. Romandaki, işbirlikçi kişilerden birinin “hacı” olması, romanın ve sonrada filmin zaman zaman bazı çevrelerce eleştirilmesine neden olur. Akad filmini ülkede siyasi iktidarın değişime uğrayacağı yıldan bir yıl önce çeker. Bu iktidar değişikliğinden on yıl sonra yapılan devrim’in heyecanı devam ederken 1964 yılında Orhan Aksoy, Vurun Kahpeye’yi tekrar çeker. Âlim Şerif Onaran tarafından en başarılı olarak kabûl edilen Aksoy’un uyarlamasının, bu değerlendirmesine katılmayanlar da olacaktır. Cumhuriyet’in ellinci yılı nedeni ile düşünülen bir projenin ürünü olan Halit Refiğ’in filmi ise -bu defa ikiz değil üçüz- üçlemenin en zayıf filmi olarak değerlendirilir. Kurtuluş Savaşı’nın ideallerini taşıyan roman ilk iki uyarlamasında bu ideallere daha yakınken, üçüncü çevriminde dini yorumlara da yer verilir. Böylece üçüze çıkan filmler, aynı metinden farklı yorumlarla yapılan filmlere ilginç bir örnek oluşturur.

8 ) SENEDE BİRGÜN -ler / FERDİ TAYFUR (1946) – ERTEM EĞİLMEZ (1965) – ERTEM EĞİLMEZ (1971)
SÜRTÜK -ler / ADOLF KÖRNER (1942) – ERTEM EĞİLMEZ (1965) – ERTEM EĞİLMEZ (1970)

Senede Bir Gün, İhsan İpekçi’nin İhsan Koza adı ile yazdığı bir roman. İmparatorluk toprakları dışında kalmış Rumeli’nde yaşayan bir ailenin kızı ile sevgilisin, kızın ailesi ile birlikte kaçma girişimlerini, bu girişimi kızın ve ailesin başarmasını, nişanlının (sevgilinin) başaramamasını, bir süre sonra ise kızın evlendiği gün dönmesini ve bu dönüşe rağmen kavuşamayan sevgililerin -yıllarca- belirli bir gün -“düğün günü”- belirli bir yerde buluşmalarını ve bunu yıllarca devam ettirmelerinin öyküsü. Sinema için çok ilginç olan öyküyü, 1946’da Ferdi Tayfur, sinemaya uyarlar -kayıp filmlerimizden biri… Yirmi yılı aşan bir süre sonra Eğilmez ikinci kez, çektiği Senede Bir Gün’ü altı yıl sonra tekrar çekerken Ün’ün Üç Arkadaş’da yaptığına yakın bir çalışma yapar. Tam bir ikiz film yapar. Ayrıca “renkli” çektiği -kendi- ikinci uyarlamasında, birinci filme bir gönderme yapar gibi erkek karakteri aynı oyuncuya (Kartal Tibet) oynatır.

Mahmut Yesari’nin G. B. Shaw’dan uyarlayarak yazdığı Sürtük’ü ilk kez Adolf Körner çeker. Senede Bir Gün’ü çektiği yıl, yine bir kayıp film, Sürtük’ü de çeker Eğilmez, beş yıl sonra tekrar çekmek üzere. Eğilmez’in Sürtük’leri M. Yesari’nin oyunundan daha çok Shaw’un oyunundan yapılan Pigmalyon filmlerine yakın durur. Bu nedenle birbirine yakın duran filmler, Senede Bir Gün’deki uygulamaya da öncülük eder. İkincisi “renkli” olan Sürtük’lerde gazino patronu rolünü, her ikisinde de -birincide Antalya’da Altın Portakal (1966) kazanan- Ekrem Bora oynar. Üçüzleşmiş bu filmlerin ilk versiyonları kayıplıkları ile özelleşirken, özellikle Sürtük pek çok farklı uyarlamaları ile de benzerleri ile ayrıcalık gösterirler.

9) DELİCESİNE / OSMAN FAHİR SEDEN (1976 ) – TATLI TATLI / MELİH GÜLGEN (1975) —

Delicesine, Irving Wallace’nin “Fan Clup” isimli romanından yapılan bir uyarlama. Roman, çok ünlü bir sinema oyuncusunun, hayranı olan bir grup tarafından kaçırılması, tecavüze uğraması, zamanla aklını kullanarak dışarıya bilgi sızdırması ve kurtarılmasını anlatır. Sinema için cazip öykü, Yeşilçam için es geçilmez. İkiz film diye iki örneğini ele alacağız ama, başka uyarlamaları da yapılacaktır. Örnek aldığımız Delicesine ve Tatlı Tatlı da pek ikiz film sayılmaz. Seden, “Yeşilçam starlığı” koşullarına uydurduğu romanı Türkan Şoray ile çekmek ister, Şoray tecavüz olasılığı olan kaçırılmış bir starı oynamak istemez, yerine ithâl bir oyuncu bulunur, Sonia Viviani oynatılır, Kadir İnanır’ın karşısında. Romanda gerçekleşen tecavüzler Seden’in filminde gerçekleşmez, ya teşebbüs halinde kalır veya geçiştirilir. Aynı romanı uyarlayan Melih Gülgen, daha erotik filmlerde oynayan Mine Mutlu’yu oynatırken romana bağlı kalacaktır. Aynı romanın değişikliğe uğramış ve uğranmamış uyarlamaları ile filme çekilmesi ilk kez olan bir şey de değildir, ama bir yıl ara ile çekilen filmler gerek oyuncu kadrolarının (Delicesine / Kadir İnanır – Fikret Hakan – Süleyman Turan – Ali Cağaloğlu // Tatlı Tatlı / Mesut Engin – Kazım Kartal – Yüksel Gözen – Özcan Özgür) gerek hitap ettiği seyirci bakımından da farklılık gösterir. Bu farklılaştırma filmlere eleştirel bir yaklaşım değildir, sinemamızın seyirci yapısı ile ilgili, sınırları belirli olmayan bir sınıflandırmadır.

Fan Clup romanının (yoksa Tatlı Tatlı ve Delicesine -nin mi?) başka uyarlamaları da bulunmaktadır.

10) ATEŞTEN GÖMLEK -ler / MUHSİN ERTUĞRUL (1923) – VEDAT ÖRFİ BENGÜ (1950) – (ZİYA ÖZTAN)

Kurtuluş Savaşı yeni bitmiştir, savaşa önce bir izleyici olarak katılan, sonra cephelerde görev yapan ve onbaşı rütbesi alan Halide Edip 1922’de sıcağı sıcağına Ateşten Gömlek romanını yazar. Roman 1923’de Cumhuriyet’in sinemasını başlatır. Muhsin Ertuğrul bu ilk kurtuluş savaşı filminde başka yeni şeylerde yapar. Filmin konusu gereği; o güne kadar kullanılan İmparatorluğun azınlıklardan oluşan kadın oyuncular ile savaş ve devrim nedeniyle Sovyetlerden kaçarak gelen beyaz Rus kadınlarının oynadığı oyuncular yerine, Cumhuriyet’e destek verecek Türk kadın oyuncular oynatmak ister. Bu nedenle duyurular yapılır ve başvuran Neyyire Eyüp seçilir ve Mustafa Kemal’in önerisi ile romandaki karakterlerden birini canlandıracak Bedia Muvahhit ile birlikte Neyyire Neyir adı ile filmde rol alırlar ve sinemamızın ilk “Müslüman” kadın oyuncuları olurlar.

(Sinemamız tarihine bir ilk olarak geçen bu olaya yıllar sonra Ali Özuyar müdahale eder ve bir yıl -1922- önce çevrilen “Esrarengiz Şark – Mösyö Anders” filminde Nermin adlı bir Türk / Müslüman kızın rol aldığını ileri sürer. O günlerde yayınlanan gazetelerde ilânlarının yer aldığı bu film hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmektedir. Filmin Türk (=Osmanlı) filmi olmadığı, bir levanten tarafından yapıldığı nedenle yabancı film sayılması gerektiği ileri sürüldüğü gibi, Nermin isminin de takma isim olacağı ileri sürülür, araştırılması, sonucunun belirlenmesi gerekli bir konu.)

Sessiz çekilen Ertuğrul’un filminden yirmiyedi yıl sonra, Vedat Örfi Bengü romanın yeni uyarlamasını (yoksa ilk filmin ikinci versiyonunu mu?) yapar. Sinema tekniği çok hızla gelişmiş, bu gelişme ülke sinemasına da nispeten yansımış, filmler seslenmiştir. İlk film savaşın hemen sonrasında heyecanlı günlerde yapıldığı için çok ilgi görür ve beğenilir. Bengü’nün filminde başrollerden birini oynayan, ilk filmde de çok ufak bir rolü olan Refik Kemal Arduman, “ikinci filmi beğenenler, daha çok ilk filmi görmeyenlerdi” diye fikrini açıklamaktadır. Roman / film Kurtuluş Savaşının heyecanlı günlerinde aynı kadını seven değişik konumdaki iki erkekle birlikte kadının savaş içindeki ateşle mücadelelerini anlatır. Televizyon günleri gelince, Ziya Öztan romanı dizi film olarak televizyona uyarlayacak ve çekecek, adını Ateşten Günler olarak değiştirecektir. Gelişme nedeni ile renklileşen televizyon versiyonunun kurgu ile sinema versiyonu da hazırlanacak, Ateşten Gömlek’de “ikizlikten”, “üçüzlüğe” devredecektir.

11) AVARE MUSTAFA (1961) / ZİLLİ NAZİFE (1967) / DEVLET KUŞU (1980) / MEMDUH ÜN

“İkiz film” diyerek başladık ama, bir çok filmin üçüncüsünün yapıldığını da gördük. Üç Arkadaş’da bir “ikiz film” yapan Ün, farklı isimlilerle bir üçleme yapar. Orhan Kemal’in Devlet Kuşu romanı ele alan Ün, daha sonra İspinozlar adı ile “oyun” olarak da yazılacak yapıtı sırası ile Avare Mustafa, Zilli Nazife ve Devlet Kuşu isimleri ile üçleme yapar. Ele aldığı küçük insanların yaşamlarını sıcak bir dille anlatan Avare Mustafa, tüm olumlanmalarından sonra, sonunda avareliği övme eleştirisini alacaktır. Bir kenar mahallede kalabalık ailesi ile yaşayan işsiz, yapacağı işlerin hayalini iki arkadaşı ile birlikte kurarak yaşayan Mustafa, mahallesinden komşusu Ayten ile flört etmektedir. Mahallede inşaat yaptıran iş adamının kızı Mustafa’yı görünce tutulur. Şımarık büyütülen kız, Mustafa’yı babasının yanında işe aldırır. Ailesine gelecek yardımlarla ikna olan Mustafa zengin kız ile evlenmeyi kabûl eder, ama kızın babasının küçümseyici davranışları nedeni ile gergin olduğu bir gün Ayten’in kışkırtması ile karısının yaşgününe geç vakit sarhoş olarak gider ve hakaret görünce, cevap vererek köprüleri atar ve avarelik günlerine geri döner. Ün, konuyu ikinci kez ele alırken, Erakalın’ın Beklenen Şarkı’da yaptığını yapar, Mustafa’yı (Ayhan Işık) dişileştirir Nazife yapar. Nazife’yi, Mustafa’nın sevgilisini oynayan Fatma Girik’e oynatarak ilginç bir durum ortaya çıkarır. Üçüncü versiyon, yapıtın roman formatının adını taşıyan Devlet Kuşu ise, başrolü oynayan Kemal Sunal’ın sinemadaki yarattığı ve filmlerinde hep çevresinde döndüğü ortak özellikleri olan tiplemeyi, bu filmde de devam ettirmesi ile dikkat çeker. Tamamen olmasa da, diğer filmlerindeki tiplere benzer bir tipe dönüştürür Mustafa’yı. İlk filmde, Mustafa zengin kızı ile evlenirken, Ün 19 yıl sonra, evlilikten vazgeçer, finalde Mustafa karısının yaş gününe değil gerçekleşmesi kapıya gelmiş düğününe gitmez. 19 yıl içinde Ün’ün elinden, aynı öyküden, farklı yapılarda üç film çıkar. Sinemanın cilveleri.

“İkiz filmler” diye bir terim ortaya atarak, benzerlik durumları tartışılır bir grup filmden söz ettikten sonra, aynı konunun yeniden çevrilmelerini ele alan, ama bu konuda kişisel seçimleri yan yana getiren bu araştırmada; yeniden çevrilen filmlerin sayısının sinemamızda çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yönetmenlerin kendi filmlerini farklı yöntemlerle tekrar çektiği gösterdikten sonra, aynı konunun benzer şekilde veya değiştirilerek farklı yönetmenlerce de çekilebildiğini gördük. Konunun ikiden fazla çekimlerinin yapıldığı örnek adedi de artırılabilir. Bu tarz filmler bir edebiyat yapıtından uyarlama da olabilir; yabancı bir filmden de (veya kitaptan). Aslında bu noktada “ikiz film” terimine daha yakışacak başka bir örnekleme grubu ile karşılaştık. Az da olsa bunun örnekleri verildi. Seden, Ne Şeker Şey (1962) diye bir film çeker. Kalabalık kadrolu (Arsoy, Şoray, Serengil, Efekan, Candan, İnsel, Tekçe, Öz, Şen, Kentmen…) filmin ticari başarısı üzerine, bir salon komedisi olan filmin, bir benzeri, -devamı değil- farklı bir öyküyü aynı espri anlayışı içindeki bir benzeri, bir yıl sonra Badem Şekeri (1963) adı ile ve yine kalabalık bir kadro (Hakan, Şoray, Girik, Efekan, Serengil, Öz, Avcı, Kentmen, Akçatepe…) ile çekilir. Seden, bu filmlerin ayrı ayrı yeniden çevrimlerini yapacaktır. (Ne Şeker Şey – “Gül ve Şeker” ve “Dokunmayın Şabanıma” / Badem Şekeri – “NewYork’lu Kız”) Seden, Ne Şeker Şey ve Badem Şekeri’nde yaptığını, 1972’de tekrar yapacak, “Aslanların Ölümü” / “Tövbekâr”, konuları farklı ama, kadroları birbirine yakın ve ilki ikinciyi tetikleyen (“ikiz”-?) filmler olacaktır. Tekrar etmiş olacağız ama, yapılmış birçok filmin tekrar yapıldığını gösterecek liste hayli kabarıktır. Biz yukarıda farklı nedenlerle tarafımıza ilginç gelen filmlerden bazılarına değindik.

Ne kadar “ikiz” denir bilemem ama birbirini hatırlatan, bir başka değişle “bağlantılı” iki filmde Gemide ve Azize’dir..

12) GEMİDE (SERDAR AKAR) / AZİZE (LALELİ’DE BİR AZİZE) (KUDRET SABANCI)

Sinemada, farklı kişilerin, farklı olaylarla başlayıp, belirli bir mekânda veya olayda kesişen öykülerini farklı anlatım dilleri ile anlatan filmler zaman zaman yapılmaktadır. Ne Gemide, ne Azize (1998) böyle filmlerden ama bir kendine haslığı var. Farklı grupların öykülerini anlatan filmlerin, kahramanlarının yolu bir yerde kesişiyor, bu kesişme anı iki filmde yer alıyor. Yani bir film içinde kesişen öyküler yerine iki filmdeki olaylar/öyküler arasında yer alan, bu nedenle de her iki filmde de anlatılan bir öykü bölümü var. Bu ise filmleri, diğerlerinden farklı kılıyor.

(Benzetmek ne kadar uygun düşer bilemiyorum ama, Balzac benzer bir yöntemi romanlarında kullanır. Bir romanında bir cümlede söz ettiği bir kişi diğerinin kahramanı olabilir, birbirinin devamı olmasa da romanlar arasında, kahramanları ile bağlantı vardır, bizde de Attila İlhan, Aynanın İçindekiler üst başlığında topladığı romanlarında aynı yöntemi uygular.)

Akar ve Sabancı’nın filmlerinde yer alan bölümler her iki filmin içinde bir bölüm olarak yer alırken filmleri de birbirine “bağlantılı” hale getiriyor.

(Bu arada Azize filminin bir özelliğinden daha söz etmek gerekir. Filmin afiş adı “Laleli’de Bir Azize”, jenerik adı ise “Azize – Bir Laleli Hikayesi”. Bunun bir başka uygulaması 1949 yılında yapılır. Hadi Hün’ün yönettiği tek film İstanbul yakasında Harman Sonu, Kadıköy yakasında Köy Güzeli adı ile gösterime çıkarılır.)

12+1) BİR MİLLET UYANIYOR -lar / MUHSİN ERTUĞRUL (1932) – ERTEM EĞİLMEZ (1966)

Sinemamızda iki tane Bir Millet Uyanıyor isimli film var. Afiş ve jeneriklerinde ve de kaynak kitaplarda her iki filmin de Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “eserinden” uyarlandığı yazar. Tepedelenlioğlu’nun böyle bir eseri, en azından bir öyküsü, bir romanı yoktur. Gerçi filmin ön metnini Tepedelenlioğlu yazmıştır, bu roman veya öykü, hatta senaryo değildir; bir sinema için yazılmış metin, bir film öyküsüdür. İçinde filme esas olan olaylar olduğu gibi yer yer Nutuk’dan (M. K. Atatürk) alıntılarda bulunmaktadır. Bu özellikleri yanında film, özellikle Ertuğrul’un en önemli filmleri arasında yer alır, buradan sinemamız tarihinde de -yapıldığı zaman unutulmamak kaydı ile- önemli bir yer tutar. Bu filmle aynı adı taşıyan, afiş ve jenerik bilgileri ile aynı eseri (!) kaynak gösterilen Eğilmez’in filmi ise bir “ikiz film” birlikteliği taşımaz, bu filmleri birbirleri ile benzerlik nedeni ile karşılaştıramazsınız. Eğilmez’in filmi, Ertuğrul’un filmi ile ilgisiz iken daha çok John Sturges’in The Magnificent Seven filmine yaklaşır, öykü olarak yeni bir uyarlama değilse de, atmosfer olarak bu filme yaklaşır.

Bir Millet Uyanıyor -ların ilginç bir ortak noktası vardır, öyküler farklı olmasına rağmen her iki filmde de, gerçek bir kişi ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan Yahya Kaptan filmin karakterlerinden biridir. Her iki filmde de Yahya Kaptan’ı -34 yıl ara ile- Atıf Kaptan oynar (her iki filmde de pusuya düşürülerek öldürülür -gerçekte de öyledir-) Ertuğrul’un filmindeki oynayışı ile çok beğenilen Atıf Kaptan, Kaptan soyadını, bu filmde canlandırdığı tipten dolayı alır. (Atıf Kaptan’ın soyadı daha önceden Terzioğlu idi, Bir Millet Uyanıyor 1932 çevrildi, soyadı yasası ise 21.6.1934 yürürlüğe girdi. Sinemamıza uzun yıllar emek veren Atıf Kaptan, bu rolün gördüğü kabûl ile soyadını değiştirdi.) / Bir not daha: Yahya Kaptan karakteri daha sonra bir TV dizisine (Hilmi Akyalçın – Engin Temizer) konu oldu ve dizinin sinema versiyonu da hazırlandı. /

(13 Ocak 2008)

Orhan Ünser