Suna

Suna, dört üniversite arkadaşının, 1971 ve 1980’deki dağılışlarından sonra bir araya gelişleri ile başlayan gerçeklerle (kendi aralarında bile, birbirlerine söylemedikleri, kişisel, kendi ilişkilerine ait gerçeklerle) yüzleşmeyi sinemalaştırıyor… Anlatıyor demiyorum, çünkü filmin açılışından başlayarak olanlar, sinemamızın alışık olmadığı bir üslûpla görselleştiriliyor.

Babasının ölümü ile taşraya (Edremit) dönen Suna, eczaneyi devam ettirmek durumunda kalır (dönmeyebilirdi), bir süre sonra, hem hemşerisi hem üniversiteden arkadaşı Erol ile ısrarları (ve çevresinin itelemesi) ile evlenir. (Evlenmeyebilirdi.) Oysa aynı gruptan Selim ile diğerlerinin bilmediği yakınlaşmaları olmuş, hatta nikâh günü almışlardır. Dağılışları sırasında birbirlerinden kopuşlarının nedeni ve aralarındaki yakınlaşma yıllar sonraki buluşmada ortaya çıkacaktır. (Söylenmemiş gerçeklerden biri.) Sevgi ise yurt dışına gidenlerdendir, araya giren zaman, gidiş nedenlerini ve orada olanların öğrenilmesini engelleyecektir, ta ki son buluşmaya kadar.

Sinemada bir öykü nasıl anlatılır? Sinema dili ile (görüntü ile). Yazında anlatım dil ile yapılır, yazarlar ait oldukları dili kullanırlar ve her ne kadar bu dil yazı ile kullanılırsa da, başlama noktası ses’e dayalıdır. Sinema da ise görüntüdür, ama nasıl görüntü?

Suna, bir aşk filmi, ama yaşanmış, kopukluğa uğramış, yanlış değerlendirilmiş, küllenmiş, gerçeklerin ortaya çıkışında ise araya giren zamanda yaşananlarla geri getirilmesi olanaksızlaşmış, buruk acısı hâlâ yürekleri sızlatan bir aşk.

Ama Suna’yı değişik bir film yapan, kullanılan sinema dili (görüntü). Sinemamızın çok kullandığı, karşılıklı konuşan iki kişinin çekimlerinde, açı/karşı açı çok kullanılan bir tekniktir. Ayça, açı/karşı açıyı kullanmıyor. Bunun için konuşan kişiler görüntüde ikiside aynı anda bulunuyorlar. Sevgi eczaneye gelerek Suna ile ilk konuşmasında, Sevgi’nin yüzünü bir süre göremeyiz. Yaşamda da böyledir, hayatta açı / karşı açı yoktur. Bu, filmin gerçekçilik iddiasından kaynaklanmıyor, Ayça’nın benimsediği anlatımdan (görüntülemeden) kaynaklanıyor. İç sahnelerin çekimlerinde, özellikle, Suna’nın evinde görüntüde bulunanlar alıcı ile izleniyorlar çoğunlukla; kesme (cut) kullanılmıyor. Açı/karşı açı yapmayan Ayça kaydırma (traveling) ve çevrinme (pan) kullanmayı seçiyor, uzun uzun. Kahramanlarımız ikili konuşmalarda bazı sır’lar açıklıyorlar veya konuşmalarda geçmişteki olaylardan söz ediyorlar, ama filmde hiç flash-back yok. Geçmiş sadece söz ile dile getiriliyor, herkes kendi gerçeğini açıklıyor ve karşısındakini şaşırtıyor. (Sözlü bir sürprizi İstanbul’dan gelen Selim yapıyor, sorulan soruyu, “soğuktu ‘ve’ yağmur yağıyordu” diye cevaplandırıyor.)

Suna’dan başlayarak dört karakterinin uzun yakın plân çekimlerinden sonra görüntüyü donduruyor. Bunları izlerken aklıma, yazın alanında yazarların, bazı altını çizmek istedikleri kelimeleri BÜYÜK harflerle yazmaları veya dikkati yoğunlaştırmak istedikleri kimi zamanlarda birkaç kelimeyi aralıkvermedenbirleşikyazmaları gibi kullandıkları (kullanabildikleri) teknikler geldi. Evet bir çok çekim uzun, uzun olduğu için de filmin temposu ağır, Suna’nın da -büyük şehirde kalarak- bu tempoyu (en azından kendisi için) değiştirme düşü, kimsenin (kocası dahil “eski arkadaşlarının da”) ilgisini çekmiyor. (Bu filmin temposunu değiştirir mi idi? Değişmesi gerekir mi?)

Suna -bana göre- finaldeki son sekanstan önceki sekansta bitiyor. Final sekansında Suna kumsalda yürür tek başına ve denize bakmak için seyirciye / kameraya sırtını döner ve jenerikte ki şiir tekrar geçmeye başlar. Suna denize bakar, denize, sonsuzluğa… (Deniz sonsuz mudur? / Edremit’te çakılıp kalmış, yıllar sonra yapılan açıklama ile nedenini öğrendiği, artık kavuşması imkânsız aşkını bulan biri için? Hâlâ devam edecek olan, sıkıcılığı bile sıradanlaşmış evliliği olan biri için?/)

*****

Fikret Bey

İlerlemiş yaşına, geçirdiği onca badireye, bir süre önce atlattığı hastalığa, iflâsın dağıttığı işine rağmen emektar bekçisi ile kendisinden başkasının olmadığı işyerine devam eden Fikret Bey’in bir gününün ilginç ne tarafı olabilir? Sabahleyin gelip çayların içildiği, kirasını ödemeyen kiracılardan, hele bir tanesi işinde kullandığı Fikret Bey üzerine olan elektriğin ücretinide ödememektedir. Fikret Bey yurt dışında olan beş yıldır görmediği oğlunu da anar, hasretle, vakit geçip zaman ilerler, akşam eve geleceğine kızına söz verdiği halde, iş yerinde kalarak -güya, ödenmeyen elektrik borcunu çözümleyecektir- emektarı ile menemen, beyaz peynir yerler, rakı içerler… Alınıp okunan “Cumhuriyet Gazetesi”nden 1988 yılında olunduğunu öğreniriz, bahçelerinde bulunan köpekleri “prenses” zabıta ekiplerince vurularak öldürülmüştür, fotoğraflar arasındaki görüntüsü diğerlerinden ayrılarak duvardaki yeni yerine konulur. İkinci Dünya Savaşı çıkmasa idi, gittiği Almanya da mühendislik eğitimi görme düşüncesindeki Fikret Bey ülkesine dönerek çıraklık ilişkisinden usta olur. Ülkenin ilk kalorifer kazanlarından birini yaparsa da, işten elini çektiği günlerde sobalı evde oturmaktadır, çevresindekilerin hepsinin “amca”sıdır ama. Günün sonunda, emektarına ölürse işyerinin bahçesine gömülmek istediğini söyler, domates yetiştirdikleri bahçeye…

Sibel Köksal’ın Fikret Bey’i büyük çoğunluğu bir oda içinde geçen, oda tiyatrosunu andırır (böyle bir deyim hiç kullanmadım ama) bir oda sineması (oda filmi!) Necla Algan’ın senaryosu, hiçbir şeyin olmadığı bir günün yaşanırlılığını, dramatik tuzakların uzağında hazırlamış, yılların birikimi ile Erol Keskin, Fikret Bey ile yeni bir kimlik üretiyor. Çay, sütlü kahve ve rakı, birde bol bol sigara içiyor Fikret Bey, bu eylemsiz gününde.Elektrik bedelini ödemeyen, kirasını ödeyemediği için tahliye kararı almasına rağmen acıyıp çıkarmadığı o gün ortalıkta görünmeyen kiracısına çatıyor, prenses’e yanıyor ve on beş gündür evine gitmeyen emektarına yine izin vermiyor -yalnız kalmamak için, yalnız kalmamak…

Fikret Bey gibi Fikret Bey filmi de -ne yazık ki- yalnız kalacak filmlerden biri sinemamızda; yalnız olmak (kalmak), hiç olmamaktan iyidir. İyi yalnızlıklar Fikret Bey.

*****

Orhan Ünser’in Bir Okuruna Cevabı:

Sn. Jale Yılmaz

Öncelikle ilginize teşekkür ederim. Yönetmenlik konusundaki kafama takılan bazı şeyleri yazıya geçirince, Sn. Çilingir kanalı ile sizlere ulaştı. İlgilenmişsiniz. Yönetmenlik yazdım ama bu konuda amatör, profesyonel deneyimim yok. Denemediğim bir alanda öneride bulunmak istemem ama, size şunları söyleyebilirim. Yönetmenlik konusunda, bulabilirseniz kitaplar okuyun, okulda bu konuda öneride bulunacaklardır. Bu size yönetmenliğin teknik taraflarını öğretebilir. Klâsikleri izleyin. Okuduğunuz öykü ve romanları görsel olarak düşleyin ve bunları -kendinize saklamak üzere- yazın / yazmaya çalışın. Yazdığınız, kurduğunuz öyküleri görsel olarak tekrar yazın, saklayın, bir zaman sonra elden geçirip yazdıklarınızı okuyun ve yeniden değerlendirin. Makineniz varsa fotoğraf çekin, kurgu yapılabilecek filmler çekin. Eğitiminizi tamamlayın, öğrendiklerinizi, sindirmeye, yeniden üretmeye çalışın, olanağı varsa set’lerde bulunun… Erksan’ın dediği gibi, “sinema kolektif sanattır ama herkesin benim dediğimi yaptığı bir kolektif sanattır.” düşüncesini unutmayın. Bir gün set’e -yönetmen olarak çıkarsanız- teknik olanaklarınız ne olursa olsun, kafanızda daha önceden (senaryo yazarının yazdığı üzerine yaptığınız) kurguyu, oyuncular ve görüntü yönetmeni ile canlandırın, sonra kurgucunuz ile teknik bakımından ve kendiniz olarak içerik bakımından (yeniden) üretin.

Aslında yönetmenlik, bir meslek olarak yapılabilen bir sanatkârlıktır, her yönetmen sanatkâr olmayabilir. Yönetmenliği sanatkârca yapmak da, yapmış olmak da bir meslek sahibi olmak değildir.

Tekrar ilgine teşekkür eder, yaşamda, çalışmalarında ve sinemada başarılar dilerim. – Orhan Ünser.

(29 Kasım 2007)

Orhan Ünser