Işıklar söndü, filmin ikinci yarısı başladı, bir Uğur Yücel yapımı. Hayatımın Kadınısın, tipik Yeşilçam öyküsü olmakla beraber, tipik Yeşilçam filmi değil. Aradan bir süre geçti, filmler çevrilmeye devam ediyor (edecek de) ama artık eski Yeşilçam yok. Her sinemada olur, oyuncular biraz filmden sonra yönetmenliğe soyunur. Bizde de oldu, oluyor.
(Muhsin Ertuğrul’un izleyiciliğini yapan, bir kısım oyuncuları yönetmenliği denemişlerdi, bunlardan işi devam ettirenlerde oldu, bir iki filmde kalanlar da. Yeşilçam döneminde uygulanış devam etti, kimi zaman başrollere çıkan, kimi zamanda ikincil rollerde oynayan oyuncular yönetmenliği denediler. İşlerinde oyunculuğu aşıp yönetmen olanlarda oldu: Yılmaz Güney, Kartal Tibet (tamamen farklı biçimlerde). O zamanlar bazı oyuncuların yönetmenlik yapmalarını düşünürdüm, bunların içinde yapanlar da oldu, Fikret Hakan, Yıldırım Gencer gibi. Türkan Şoray’ın yönetmenliği sözü çıkınca epeyce tepki almıştı ama ilk filminden itibaren işin altından kalktı; az sayıda olsada kimisi ilgi çeken filmler yönetti, birde -Fikret Hakan gibi- oynamadan çekse, daha iyi olacak diyorum kendi kendime. Bu arada yönetmenlik yapmasını düşündüğüm kişilerden biri, Süleyman Turan, yalnızca senaryo yazarlığında kaldı; resimden gelmesi ve de çizgi roman çizmiş olması yönetmenliğine iyi referans oluşturabilecek idi, ama olmadı. Parantezi kapatarak Uğur Yücel’e dönersek:)
Uğur Yücel oyunculuktan gelme bir yönetmen, ilk filmi Yazı Tura ile iyi bir çıkış yaptı; Hayatımın Kadınısın ise belliki bir ara filmi. İlki ile benzeşmediği için değil, içerik bakımından daha farklı bir film beklenirken, klâsik bir aşk filmi ile Yücel, hem zaman kazanıyor, hem de bize küçük bir sürpriz yapıyor.
Bir kabadayı eskisi, eşini çocuğunu yitirmiş, bu nedenle cinayet işlemiş, gitmiş cezasını çekmiş, ama önceden bir pavyonda dinlediği bir şarkıcıya sevdalanmış. Uğruna yapamayacağı şey yok, ama olmamış, muradına erememiş, karısını sırf ona benzediği için seçmiş, olayların sürüklemesi ve zamanın acımasızlığı ile günlerini yaşar, yaşlanırken kendine oyalayıcı işler bulmuş. Bir gün, yıllar önce uğruna her şeyi göze alabileceği, bir zamanların ünlü solisti, zamanında birilerine aşık olup aşığının peşine düşüp, onunla yaptığı evlilikte hayal kırıklığına uğrar. Umutlarını bağladığı kızının sevdalandığı sevgilisinden dayak yemesi, yanında pazarlanmasınada mani olamayınca yaşamı hayal kırıklıkları ile dolu, kalbi kırık bir eski solist olarak, evet bir gün kabadayımız Haliç kıyısındaki çay bahçesinde otururken önünden geçerek motora biner…
Geriye dönüp anlatacak bir öykümüz yok, yaşanamamış, ancak tek taraflı düşlenmiş bir aşkı, yeniden ateşlemek neye yarayacak. Yine de sırf aynı çatı altında olmak için, izinin sürülüp, bulunmuş eski aşkının evine taşınıp kiracısı olmak. Aynı çatı altında olmak, kimbilir hesaplı hesapsız olarak merdivende karşılaşmak, kapıdan girip çıkarken rastlaşmak, üzeri küllenmiş korları yeniden canlandırır ama, ne O eski kabadayıdır, ne de aşkı O eski solist; ama yine de yaşanacak şeyler vardır. İnsan, zaman ne kadar ilerlemiş olursa olsun, olanakların el verdiği ölçüde yeni bir şeyler kurma arzusuna meyledebilir. Uçurumun kenarında korunması gerekli genç bir kız, yıllar önce uğruna her şeyi yapmayı göze alabileceği kadının kızı ise ve o kadında yorgun yaşamını yeniden düzenleme gereksinimi duyarak, bunu denemeye kararlı ise, eski kabadayımız ayakları üstünde yeniden dik durmayı reddetmeyecektir.
Niyet ne kadar iyi olsa da, olaylar hiçbir zaman istediğimiz biçimde tarafımızdan yönlendirilemeyebilir. Kötü adam (kadını kocası) ölümü hak edecek şekilde kabadayımız tarafından öldürülür; finalde ise, birbirlerine hâlâ yabancılık taşıyan, kabadayımız, aşkı (eski solist) ve kızı iki yanında motorla iskeleden ufka uzaklaşırlar. (Haliç’in içlerine doğru mu gidiyorlardı?)
Hayatımın Kadınısın, bulunan eski bir (tek taraflı) aşkı, o zaman yaşanamamış olanı, ulaşılan, günümüz koşulları içinde olabildiğince bulmaya, kurmaya çalışmayı (mı?) anlatıyor. Doğal olarak eski Yeşilçam aşklarına benzemiyor, daha bir ayakları yerde, daha bir yaşamın içinde, baştan belli bir sürü yaraları olan bir aşk, bir “acı aşk”, ama “acı”, aşkı diğerlerinden ayıran, kendine özgü yapan unsurudur da. Geldiği noktada -yoksa (kabadayı için) yeniden başladığı noktada mı denem gerekiyor- olduğu gibi yaşanması peşinen kabûl görmüş, büyük ümitleri olmayan, denenecek olduğu kadar, gittiği yere kadar, gidecek bir aşk.
Hayatımın Kadınısın, ayaklarını yerden kesmeden, sıradan, gündelik yaşam içinde, sokakta, otobüste, Haliç motorlarında rastlayabileceğimiz insanlar arasında yaşanabilecek bir aşkın (küllerinden) doğuşunu, melodram sinemasının duygusundan vazgeçmeden ama büyük sözler de söylemeden, (eskilerde radyolarda) akşam alacasında çalan bir fasıl ritminde, iddiasızca anlatıyor. Bu özellikleri ile de tamamen farklı bir yapıdaki Yazı Tura’dan sonra başka filmlere geçişte bir ara (ama önemsiz değil), bir anlatı olarak, sinemamızdaki yerini alıyor.
Hâmiş: Genellikle sipariş üzerine yazı yazmam ama Vesikalı Yârim üzerine yazdığım yazıyı, başlangıçta hiç de plânlamamış olsam da Hayatımın Kadınısın filminden söz ederek bitirmen üzerine Sn. Çilingir’in “sanki devamını da yazacakmışsın gibi bitirmişsin” demesi üzerine o anda zaten ilginç bulduğum film için bu yazıyı yazdım. Dediğim gibi aslında bu aralar hiç düşünmediğim bir yazı çıktı. Yazılmasına neden olanlara teşekkürler.
(31 Mayıs 2007)
Orhan Ünser