Eskiden amele Memo’yu tutar, tek katlı gecekondu yaptırırdık; sonra gecekondular beş kata yükselince amele Memo gitti, yerine inşaat mühendisi Mehmet Bey geldi. Keza eskiden kavunu, karpuzu tarlaya Hüsmen Ağa ekerdi, sonra yeryüzünde ziraat mühendisliği zuhur eyledi, Hüsamettin Bey’in günler süren incelemesi sonrasında “Efendim bu toprakta karpuz ekilebilemez.” kanaatine varıldı. Bilim ilerledikçe insanlar hayatın çeşitli kademelerindeki meseleleri bilimsel temeller üzerine oturtma uğraşına girdiler. Derken bilim mes’elesi son 10-15 yıl içinde memleketimizin sinema alanına da sirayet etti ve okulları açıldı. Okul iyidir, çünkü vatandaşı eğitir. Mesele nereden gelmiştir, nereye gitmektedir, kökünü, temelini öğrenmek iyi bir şeydir.
Gelgelelim geçtiğimiz yaz başında Bilgi Üniversitesi’nde “Halit Refiğ Sinemasında Üçgenler” konulu bir incelemeyi görüntü eşliğinde izleyince bendenizi bir düşünce almıştır. Bundan böyle Halit Refiğ’in filmlerini izlerken “acaba burada hangi üçgeni kullanmış?” deye tedirginlik duyacağımı itiraf etmem gerekir. Neyseki gösteriyi izleyen Halit Refiğ kalkıp: “Ben filmlerimi çekerken böyle şeyler düşünmemiştim; ama yaptığınız incelemeler için teşekkür ederim.” dedi de rahat ettim. Dolayısıyla bundan sonra, üçgen meselesine kafamı takmayacağım, Halit Refiğ filmlerini yine “eski hamam, eski tas” sistemi ile seyredeceğim.
Mevzu nedeniyle bendenizde şu kanaat hasıl olmuştur: Bilim, işi fazla kurcaladığında insanların kafasını karıştırıyor. Halit Refiğ sinemasındaki aşk üçgenleri ile haşır neşir olduktan sonra yaz sonunda “Three to Tango” adlı yabancı film “Aşk Üçgeni” adıyla vizyona çıktı. Notlarımı karıştırırken tesadüfen baktım, meğersem sinemada “Aşk Üçgeni”nden geçilmiyormuş. Sinema, video ve TV.de gösterilen “Aşk Üçgeni”leri şunlardır:
1. “Aşk Üçgeni” sinemada gösterilmiştir. Yücel Uçanoğlu yönetmiş, Ahu Tuğba, Meriç Erkan oynamıştır. Kocası ölünce yüklüce bir mirasa konan bir kadın ile, ona oyunlar çeviren bir adamın öyküsü anlatılmaktadır.
2. “Aşk Üçgeni”nin orijinal adı “Untamed” olup, 1929 tarihinde yapılmıştır. Show TV.de gördüğümüz filmi Jack Conway yönetmiş, Joan Crawford ve Robert Montgomery oynamıştır. Petrol zengini bir kadının fakir bir gence aşık olmasını işlemektedir.
3. “Aşk Üçgeni” (Les Diaboliques), 1954 Fransa yapımıdır. İnterstarda 1993’te birkaç kez izledik. Karısından ve metresinden vazgeçemeyen adamı, karısı ve metresi bir olup öldürmeye karar verirler. Bu filmde Simone Signoret var.
4. “Aşk Üçgeni” (Me and the Colonel). Y. Tarihi: 1958. Oy: Danny Kaye, Curt Jurgens. Prokoszny adındaki bir albayla sevgilisi kaçmak zorundadırlar. Tanıştıkları Polonyalı Yahudi Jacobowsky kaçmaları için onlara yardım etmeye karar verir ancak albayın sevgilisi ona aşık olunca işler karışır.
5. “Aşk Üçgeni” (La Cavaleur), yine bir Fransız yapımı. 1979’da yapılmış, Philippe De Broca yönetmiş, Jean Rochefort, Anne Girardot oynamış.
6. “Aşk Üçgeni” (Patti Rocks), HBB TV.de gösterilen adı sanı duyulmamış, Chris Mulkey ve John Jenkins’ın oynadığı bir film.
7. “Aşk Üçgeni” başrollerinde Matthew Perry ile Neve Campbell oynuyor ve geçtiğimiz Ağustos ayının 11’inde gösterime çıktı. Ve ilginçtir Matthew Perry 25 Ağustos’ta A & P Filmciliğin “Komşum Bir Katil” adlı nefis komedi filminde Bruce Willis ile birlikte yeniden perdelerimize geldi ve sevimli haliyle bir hayli hayran edindi. (Taraftar topladı?)
Yaşamın İçinden
İki kadın yokuş aşağı gidiyorlar. Bir tanesinin hızı aynen fren yapa yapa yokuş inen TIR’a benziyor. Tam yanlarından geçiyordum TIR olanı yanındakine: “Bu ne biçim sokak.”dedi, “insan zor yürüyor.” Her zaman geçtiğim sokağa ne kusur buldular deye gayri-ihtiyari dönüp baktım. Kadının ayağında neredeyse 10 cm.lik sivri topuklu bir ayakkabı var ve yokuş aşağı gidiyor; kabahat yolda değil, açıkça topukta. Kadına: “Hanımefendi siz topuklu değil, burunlu ayakkabı giyerseniz bu sokak çok iyidir.” diyesim geldi. “Sinema Dergisi’yle bu konunun ne ilgisi var.” diyenler için mevzuyu sinemayla irtibatlandırayım: Sinemada sokak meselesi dendiğinde ilk akla gelen film Coppola’nın “Sokaktakiler” adlı filmidir. Her ne kadar orijinal adı “The Outsiders” ve Tom Cruise’ün ilk filmlerinden biri olsada hakikaten sokaklarda geçer, gençlik çetelerinin çatışmalarını anlatır. Eskilere gidersek klâsikleşmiş “Batı Yakasının Hikayesi”ni hatırlatırız. Yanlış hatırlamıyorsam Türkiye versiyonunu Halit Refiğ “Yasak Sokaklar” adıyla çekmiş idi.
Bu Kadar Akıl Bana Çok Geldi Birazda Size Vereyim
Akıl-1: Büyük alışveriş merkezlerinde açılan sinema salonlarını 1, 2, 3 diye adlandıracağınıza Mavi, Yeşil, Kırmızı diye adlandırın. Vatandaş görmek istediği filmin hangi salonda gösterildiğini bilsin, numara akılda kalmıyor. Büyük salonda görmek istediği filmi küçük salonda seyretmeye zorlamayın. Meselâ bendeniz Cinemascope bir filmi hiç üşenmem Pangaltı’dan Zeytinburnu’na gidip CineCity’nin Gri Salonu’nunda (6. salonda değil) izleyebilirim. Yeni sinemalarımız Capitol, Odeon Cineplex ve CineCity sinemalarının büyük salonları çok hoşuma gidiyor; kelimenin tam mânâsıyla sinemanın tadını varıyorsunuz. Beyoğlu’ndaki Lâle’nin lacivert, Fitaş’ın ve Atlas’ın kırmızı salonlarında da film seyrinin tadına doyulmaz ama onlar klâsikleşmiş salonlarımız olduğu için öncelikli misâli yenilerden verdim. Aldığımız istihbarata göre önümüzdeki sezonda Kadıköy, Kozyatağı, Ümraniye ve Adana’da yeni alışveriş merkezlerinde sinema gibi sinemalar yapılmaktaymış; inşallah onların da salonlarının tavanları yüksek, anfitiyatro koltuk düzeni ve geniş perdeleri olur.
Meselâ benim birden fazla salonlu bir sinema kompleksim olsa, her filmi ilk haftasında CineCity’nin gri salonu gibi olanında gösteririm. Dört filmin gösterime çıktığı hafta her filmi ikişer gün mutlaka büyük salonda göstereceğimi seyirciye duyururum. Fanatik sinemasever büyük, tavanı yüksek ve ferah salonda film seyretmeyi sever. Büyük perdede film seyrederken olayın içine girmiş gibi hissedersiniz, ama aynı olayı TV.de seyrettiğinizde girin bakayım 1.90 boy ve 110 kiloluk ağırlığınızla 50 cm.lik TV ekranından içeri; olmaz tabi ki. Bazı film şirketleri ise filmlerinin kompleksin hangi salonunda gösterileceğini bile belirliyor; mesela sonuncu “Yıldız Savaşları”nın gösterim şartı girdiği büyük salondan altı hafta çıkarılmamasıydı. Ondan sonra altı tane film vizyona girdiyse hiçbiri büyük salonlarda gösterilemedi. Eee yazık değil mi diğer filmlere. Meseleye sinemasever tribününden baktığınızda böyle gözüküyor. Şunu da açıkça belirteyim: “sinema salonunda film seyretme zevki” dediğimiz olgunun birinci sahibi sinemasever ve sinema yazarlarıdır. Sinemacılar ve filmciler bu meselenin ticari sahipleri. Adamın bin kişilik salonu varsa ve gösterdiği film dünyada toplamadık ödül bırakmamış olsa bile seyirci -veya para- gelmezse, iyi film, güzel film hiç umrunda değil, hemen çıkarıyor. Keza o filmin iş yapmaması filmcinin umrunda bile değil, hemen gidip bir TV kanalına satıyor; çünkü o filmden yaptığı zararı diğer sıradan bir avantür veya gerilim filminden çıkarıyor. Tabi bahsettiğim anlayış haricinde olan sinemacı ve filmcilerimiz de yok değil, onlar meselenin “istisnalar kaideyi bozmaz” bölümünü teşkil ediyorlar.
Akıl-2: Efendim Hıdırellez yaz mevsiminin geldiğini belirten bir şenliktir. Doğuda buna Nevruz diyorlar. Daha doğuya ve tarihin derinliklerine doğru gidersek benim bilgi dağarcığıma göre Türklerin Ergenekon’dan çıkışının olduğu gündür ve demir döğerek kutlanır. Hıdırellez milâdi takvime göre 6 Mayıs gününe isabet etmekle beraber Trakya’da Mayıs ayının ikinci pazar günü kutlanır. Evlerde dolmalar, köfteler, börekler, vesaireler yapılır, herkes, cümbür cemaat şehre en yakın ve yeşilliği bol yöreye gider. Akşema kadar, yani gün batımına kadar yenir, içilir, hoplanır, zıplanır, ihtiyar milleti, “ahh-off” çekip gençliğini yad ederken, gençler de ihtiyarlıklarında çekecekleri “ahh-off”lara malzeme tedarik etmekle meşgûl olurlar. Hıdırellez şenliklerinin akılda kalan bir adeti de ateş yakmak ve üzerinden atlamaktır. Bendeniz 1967’lerde Kırklareli’nde iken Saray Sineması’nda “Karaoğlan Altaydan Gelen Yiğit” (Tülin Elgin), Gençlik Sineması’nda “Ahtapotun Kolları” (Hülya Koçyiğit), Yazlık Lâle Sineması’nda “Gladyatörlerin Dönüşü”nü gördüğüm zamanlarda şehrin ileri geleni-geri gideni, ekabiri-ayak takımı, romanı-çingenesi-şoparı (üçüde aynı vatandaşı ifade eder) hiçbir ayırım gözetmeksizin, hıdırellez kutlamalarının yapılacağı pazar günü minibüslere doluşup “dere” diye adlandırılan mesire yerine giderlerdi.
Geçtiğimiz Mayıs ayının altıncı günü tesadüfen açtım Süper Kanal’ı baktım siyah-beyaz bir yerli film oynuyor. Adını tesbit edemedim ama Turan Seyfioğlu, Çolpan İlhan, Ulvi Uraz (Kamil), Mualla Sürer, Ersun Kazançel (Ali), Osman Alyanak, Leman Akçatepe, Ahmet Tarık Tekçe (Rıza), Faik Çoşkun (Bekçi), Turgut Özatay (Nuri Belde) gözüme çarptılar. Filmin bir yerinde “hıdırellez” lâfı geçince filmin tesadüfen yine bir hıdırellez günü TV.de gösterilmesini ilginç bir not olarak kaydederken tanıdık bir şarkı söylenmeye başladı. Candan Erçetin’in meşhur ettiği “Çapkın” şarkısı sanki ikibin yılından kalkmış da geçmişe yolculuk yaparak gitmiş filmin içine monte edilmiş. Sonradan yaptığım araştırma üzerine Candan Erçetin’in bu şarkısını geçmişi araştırarak meydana getirdiğini öğrendim. Ve Candan Erçetin’in memleketi de Kırklareli imiş, iyi mi?
Dam Üstünde
Saksağan-1: Çok sevdiğim bir türkümüz: “Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam, gönlüme bir eğlence isterim olsun.” diye başlar ve “gerdanında bir beni mutlaka olsun” diye sürdürür isteğini. Sinemada bir benzerine “Sonsuz Ölüm” filminde de rastlamıştık. Paul Newman ile Robert Redford’un klâsikleşmiş westerni Butch Cassidy’de Redford’un ağzından evleneceği kadının sade bir hanım olabileceği belirtiliyor fakat peşinden saydığı bir sürü özellik alt yazı olarak geçiyordu. Bendeniz o bölümü tercümanın bir oyunu gibi düşünüyorum, yoksa elin Amerikalısı ne bilsin bizim türkümüzü de, aynı sözleri yazsın. Nedense eskiden beri insanoğlunun dişi bölümündeki yaratıklar, yani kadınlar hep “elma yanaklı, kiraz dudaklı, zeytin gözlü, lepiska saçlı, kalem kaşlı, selvi boylu, kuğu boyunlu, hokka burunlu, ceylan sekişli, kısrak koşuşlu, kedi gibi ürkek, kuş gibi narin, tilki gibi kurnaz, at gibi sert, kelebekler gibi özgür, balık etinde, kalçalar kütür kütür karpuz, vs, vs” diye tarif edilir. Sanki mübarek hanımlar, zerzevat ve mahlûkat bahçesi gibidirler. Yeter artık, doğru dürüst tarif edin şunları yahu.
Saksağan-2: Sinemamızda türkücülerimizle yapılan bir hayli film vardır. En sevdiğim türkücülerimizden Yıldıray Çınar’ı yeni kuşaklar pek bilmez, kendine has bir sesi vardır; yakışıklı olmasa da görüntüsünde izah edilemeyen bir çekicilik vardır ve sanıyorum 40’a yakın film çevirmiştir. Okuduğunuz sayfayı hazırlarken kendi kendimi türkü mırıldanırken yakaladım. Türkü çok bilinen “Odama serdim halı” türküsü; o vesileyle Yıldıray Çınar’ı hatırladım ve: “Anayım anasını satayım.” dedim. Ve türkü söyleme usûlleri üzerine yeni bir keşifte bulundum, okuduğunuz türküyü zinhar heceleyerek ve üstüne basa basa söylemeyin, ayıp oluyor; şöyle: “Od… amaaaa… serdim haliiii, od… amaaa serdim haliii…” Malûmunuz “od” ateş demektir. Dikkatli olun ha.
Saksağan-3: Cinemascope’un Genel Yayın Yönetmeni oluyoruz ya, telefon eden vatandaş santrala daha dergimizin adının ilk yarısını söylerken, yani “sinemas…” derken bendenize bağlıyorlar; telefonu açtığımda -yalandır- “…kop” hecesini duymak şerefi bendenize nail oluyor (bir cehalet örneği, aslında “nasip oluyor” demem lâzım). Zeytinburnu’ndaki CineCity Sinemalarının kokteylli açılışından gelmişim, Haziran sayımızın son kontrol ve tashihlerini yapıyorum, günlerden 26 Mayıs, saat 16 sularında gelen telefonda vatandaşın birisi dedi ki: “Beyefendi ‘sinemaşop’ adında bir dergi çıkarıyormuşsunuz…, vs.” dedi. Cümlenin başı dikkatimi çektiği için devamını yazmadım. “Şop”, malûmunuz sevgili memleketimizdeki kimi sevgili vatandaşlarımızın kullanmaktan zevk aldığı İngi/rkçe diline ait bir kelimedir, İngi/lizce “shop” kelimesinden türetilmiştir. Gittikçe evrenselleşen ve karma bir dil haline gelen güzel Tü/rkçe’mize göre ise “dükkân” mânâsına gelmektedir.
Saksağan-4: Sanıyorum 2 – 3 ay önce “Milenyum Kovboyları – Blade Squad” deye bir film özel Ti-Vi’lerimizden birinde gösterilmişti; Yancey Arias, Kirk Baltz oynuyordu. Bu ay sinemalarımıza gelecek olan “Uzay Kovboyları” da Clint Easwood’un, eski kurtlardan Tommy Lee Jones, Donald Sutherland ve James Garner ile birlikte çevirdiği bir film. James Garner 1970’lerde çok sevilirdi; o yıllarda Ulus Film tarafından sinemalarımızda gösterime çıkarılan “Hızlı Şerif” adlı western-komedi filmi o kadar hoşuma gitmişti ki 4 – 5 kez izlediğimi hatırlıyorum ve o gün bugündür James Garner’a özel bir yakınlık duyarım.
Saksağan-5: Nisan ayında yapılan baskında kaçak DVD ve CD gösteren Cihangir’deki “KOFİKA” namıyla maruf kafeteryanın ilgilileri -aldığım istihbarata göre- filmlerin yasal temsilcilerinden gösterim izni almak için girişimlerde bulunmuşlar. “Bu da kötünün iyisidir” deye duyurayım dedim. Kaçırdığımız filmleri kendilerini riske atarak göstermelerinin sebebini de öğrendim. Neymiş biliyor musunuz? Şuymuş, şu: “Sinema seven öğrenci kesiminden sürekli ‘kaçırdığımız filmleri görmek istiyoruz’ talebi geliyor… muş, kültürel amaçlıy… mış, gençliğin sinemaya kazandırılması düşünülüyor… muş, beş-altı kişinin izleme yapabileceği bir DVD gösterim yeriy… miş, sinema ve reklâm sektöründe oniki yıllık geçmişe sahip olan ve sektörde okul olarak hizmet veren Feşmekan Film’in de teşvik ve desteği var… mış, hâttâ ticari bir amacı yok… muş.” O zaman neye bir kişiden 10 melyon TL alıyorsun yahu? Ayıp değil mi; bizim sinemalarda istediğimiz 3 melyona vatandaş sızlanırken?
Sadi Çilingir