Kategori arşivi: Genel

Sakın Unutma

Diner bu fırtına değişir devran
Mevsim yaza gelir sakın unutma
Gerçek sahibini beklerken meydan
Sıra bize gelir sakın unutma

Haber yok kervandan bekleme hancı
Herkeste bir sitem zakkumdan acı
Derinden derine bir garip sancı
Aza aza gelir sakın unutma

Sarmış ufkumuzu gafletin ağı
Kimse görmez olmuş artık uzağı
Bir yiğit çıkıpta kahpe tuzağı
Boza boza gelir sakın unutma

Bir yanda tarihim gözyaşı döker
Bir yanda lisanım hergün ah çeker
Gün olur insanlar hep teker teker
Doğru söze gelir sakın unutma

Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

İnsanı insandan ayırıyorlar
Bu sizden bu bizden kayırıyorlar
Dört kitap ne diyor anlamıyorlar
Ortalık karıştı düzen bozuldu
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Anaya babaya saygı kalmamış
İnsanlık elinden nasib almamış
Herşeyi var ama gözü doymamış
Biçare insanlar nefsine uymuş
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Öyle bir dünya ki kıran kırana
Düşenin sırtından vuran vurana
Aşkolsun gerçekten bir dost bulana
İnsanlık yaralı can pazarında
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Yolumuz düştü Hacı Bektaş’a
Kaderde olan gelirmiş başa
Can düşman olmuş kardaş kardaşa
Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali

Bizim her şeyimiz vardı…

EVİMİZ, arabamız, mutfaklarımız, mutfaklarda buzdolaplarımız…
Onların yoktu.
Ortopedik engelli çocukların yatılı okulunda, akşam yemekler yenildikten sonra, hüzün ve yalnızlık, her zaman yatılacak bir kara çarşaf gibidir.
Son olarak camdan dostlarına bakıp uyurdu çocuklar.
Yandaki parkta köpekler vardı ve çocuklar o köpeklerle dostluk kurmuşlardı.
Uyumadan önce camlara doluşur, köpekleri bir kez daha görür, kendilerine göre el sallayıp sonra yataklarına giderlerdi.
Nöbetçi öğretmenler, çocukların yardımıyla artan yemekleri toplayıp köpeklere götürürlerdi.
Müdür muavininin ve ona yardıma gelen eşinin ilgilerini çeken bir şey vardı:
Çocuklara altışar köfte veriliyordu. Ama onlar üç tanesini yiyip, üçer tanesini tabaklarında bırakıyorlardı. Nöbetçi Müdür Muavini ve eşi, çocuklara ısrar edince anladılar bırakılan üçer köftenin sırrını:
Köpeklere gitsin diye…
*
İznini almadan bu mesajını yazdığım yüce insan Gülay Yoleri notlarında, “Oysa orası bir yatılı okuldu. Akşam 18.00’den sonra yemek olmazdı. Bizler evlerimizde o saatten sonra neler yeriz. Bizim her şeyimiz vardı. Çocuklarımız buzdolaplarının kapısını kaç kez açıp kapatırlardı kim bilir?” diyor.
*
Evet, bizim her şeyimiz vardı.
Evlerimiz, ışıklı salonlarımız, televizyonlarımız, mutfaklarımız ve o mutfaklarda buzdolaplarımız…
Orada saat 18.00’den sonra hiçbiri yoktu.
Ama bizler hiçbir zaman tabaklarındaki altı köfteden üçünü parktaki köpeklere ayıran çocuklar kadar zengin olamadık.
Değil altı köftemizden üçünü, bu koca dünyada bir çöplükte kazdığı çukura yavrularını doğuran anneye orayı bile vermeyecek kadar yoksuluz bizler.
Ne balkonumuzdaki demiri tünemeleri için kuşlara, ne bahçemizdeki kutuların arkasını yavru kedilere verdik.
Sokağın karanlığını bile esirgedik bizler.
Her gece vicdan yoksulu insanların silah sesleri ve canlıların çığlıkları sürüp giderken, yarı aç uyuyan yatılı okul bebeklerinin… Köftelerini parktakı köpeklerle paylaşan o ortopedik engelli çocukların ne kadar varlıklı, duygularının ne kadar sağlıklı ve ne kadar zengin olduklarını hesaplayamam.
Burnumu çeke çeke bu yazıyı yazarken bir cümle başıma vurup duruyor:
“Bizim her şeyimiz vardı…”

Benim Adım Kırmızı

Şehname şairi Firdevsi, Gazne’ye gelip Şah Mahmut’un sarayının şairlerince taşralı diye küçümsendikten sonra, ilk üç mısraı çok zor bir kafiyeyle biten bir dörtlüğün kimsenin tamamlayamadığı son mısraını söyleyiverdiğinde ben orada, Firdevsi’nin kaftanının üzerindeydim. Şehname’nin efsane kahramanı Rüstem, kayıp atının peşinden uzak ülkelere gittiğinde sadağının üzerinde, efsane devi harika kılıcıyla ikiye böldüğünde akan kanların içinde, misafir kaldığı şahın güzel kızıyla geceyi sevişerek geçirdiğinde yorganının kıvrımları arasındaydım. Her yerdeydim ve her yerdeyim. Tur, kardeşi İreç’in kafasını kalleşçe keserken, rüyalar kadar güzel efsane ordular bozkırda birbirlerine girerken ve İskender’in başına güneş geçtiği için güzel burnundan hiç durmadan akan kanı ışıl ışıl ışıldarken, ben oradaydım. Haftanın her bir günü, ayrı renk bir kubbenin altında, ayrı bir iklimden gelen harika bir güzelle geceyi geçirip onun anlattığı hikâyeyi dinleyen Sasani Şahı Behram Gür’ün Salı günü ziyaret ettiği ve resminden âşık olduğu güzelin elbisesinde ve Şirin’in, resmine bakarak âşık olduğu Hüsrev’in tacından kaftanına bütün kıyafetindeydim. Kaleleri kuşatan orduların bayraklarında, ziyafet sofralarının örtülerinde, padişahların ayaklarını öpen elçilerin kadife kaftanlarında, çocukların hikâyelerine bayıldığı kılıcın resmedildiği yerdeydim. Hindistan ve Buhara’dan gelen tok kâğıtların üzerine güzel gözlü çırakların, usta nakkaşların bakışları altında narin fırçalarla sürülüp, Uşak halılarını, duvar işlemelerini, boynu bükük güzel kadınların pencere aralığından sokağı seyrederken giydikleri gömlekleri, dövüşe tutuşan horozların ibiklerini, efsane ülkelerin efsane meyveleriyle narlarını, Şeytan’ın ağzını, çerçevelerin içindeki ince çizgiyi, çadırların kıvrım kıvrım işlemelerini, nakkaşın kendi keyfi için yaptığı, çıplak gözle ancak görülür çiçekleri, şekerden yapılmış kuş heykellerinin vişneden gözlerini, çobanların çoraplarını, efsanelerden çıkma şafakları ve binlerce, on binlerce savaşçının, şahın, âşığın cesedini ve yaralarını gösterdim. Kanın çiçekler gibi açtığı savaş meclislerine, güzel oğlanlar ve şairler kırda şarap içip müzik dinlerken en usta şairin kaftanına, meleklerin kanatlarına, kadınların dudaklarına, ölülerin yaraları ve kanlar içindeki kesik kafalarına sürülmeyi severim.