Sadi Çilingir tarafından yazılmış tüm yazılar

1. Anatolian Film Fest

Ankara Sinematek Derneği, sinema sevgisini ve ilgisini çoğaltmak amacıyla, 11 – 20 Kasım 2011 tarihleri arasında Anatolian Film Fest adıyla bir sinema festivali düzenliyor.
Bu yıl birincisi gerçekleşecek Anatolian Film Fest kapsamında Uluslararası Kısa Metraj Film Yarışması, Uzun ve Kısa Metraj Senaryo Yarışması düzenleniyor. Festivalde ayrıca, uluslararası ve ulusal bağımsız uzun ve kısa metraj film gösterimleri, söyleşiler, sinema tekniği üzerine atölyeler, film afişleri sergisi, sinema sanatçıları fotoğraf sergisi ve senaryo sergisi de yer alacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Diğer haber, basın bülteni ve yüksek çözünürlüklü görsellere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    1. Anatolian Film Fest yazısına devam et
  • Almanya: Wilkommen in Deutschland / Almanya’ya Hoşgeldiniz ya da Sinemamızda Almanya Başlangıcı

    Aklıma geldi, acaba Yasemin Samdereli, Celal Esat Arseven hakkında ne biliyor? Bunun cevabı hiç bir şeyden başlar, her şeyde biter… Arasında az veya çok bilgiler bulunabilir. En iyisi biz kendi bilgilerimize bakalım. Celal Esat Arseven (Sadrazam Esat Paşa’nın oğlu) ve Kenan Erginsoy, 1917 yılında Almanya’da Necmettin Molla (İttihat ve Terakki Fırkası Adliye Nazırlarından) ve Münih Konsolosu İsmail Hakkı Bey ile kurdukları Transorient f. firması adına Die Tote Wacht! filmini çekerler. Senaryo ve yönetim Arseven, görüntü yönetmeni Erginsoy. Die Tote Wacht bizim sinema tarihi kitaplarımızda Koruyan Ölü olarak yer alır, tam çevirisi ise Ölü Uyanıyor şeklinde olursa daha doğru olacaktır. Filmin konusu, Goethe’nin Faust’unun çağdaş (yıl 1917) uyarlamasıdır. Oyuncular, o ara işsiz olan Lydia Ley, Devlet Tiyatrosu’ndan Kurt Sticler, daha bir kaç profesyonel ve bir amatör oyuncu Nejat Sirer (sonradan Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü). Savaş içinde olunması nedeni ile film piyasası bir buhran içindedir, Arseven ve Erginsoy’un film işine kalkışmalarının nedeni biraz da budur. Çekimleri iki hafta süren, ayrıntılı olarak plânlanan film bittikten sonra sinema piyasasının düzelmesi (rahatlaması) öncü özelliği olan filmin elde kalmasına neden olur ve ancak maliyet fiyatına satılır. (Scognamillo, G. Türk Sinema Tarihi, s. 52 – 53)

    Konulu ve sinemamızın başlangıç filmi olarak kabul edilen Sedat Simavi’nin Pençe filmi 1917 yılı yapımıdır, Die Tote Wacht aynı yıl yapılmıştır ama Arseven’in filmi bir Alman filmidir. 2011 yapımı, Almanya: Wilkommen in Deutscland da bir Alman filmi, ortak senaryosu ve Yasemin Samdereli yönetimi Türk-lere ait. Oyuncuların içinde Türkler de var, Almanlar da. Bu arada, iki film arasında, Türk sineması / sinemacıları, Almanya ile ilgili pek çok film yaptılar. Bunlar içinde bir kısmının bazen de bazısının tamamı Almanya’da geçen filmler, fakat yönetmeni Türk bu filmlerin, yapım olarak da Türk yapımı. Yenilerde örnekleri artan başka bir tür ise, Türk yönetmenlerin şu veya bu şekilde Türklerle ilgili olarak Almanya’da çektikleri filmler, Türk yapımı olan bunlarda Türkiye bölümleri de bulunabilir. Bu filmlerin yönetmenlerinin bir kısmı Türkiye-li Türk yönetmenler iken bazıları da Almanya doğumlu veya oraya yerleşmiş ailelerin ikinci veya üçüncü kuşak üyeleri olarak Türk asıllı Alman-lar. Yine bir başka grup film ise, Almanya da (bazen de kısmen Türkiye) geçen, kahramanlarının bir kısmı (çoğunluğu) Türk olan fakat yönetmeni Alman olan filmler, Alman filmleri. Alman filmlerinin bir başka grubu ise Türk kökenli (hem Türk hem Alman) olan yönetmenlerin yaptıkları filmler, Türkiye ile ilgili olabilir veya olmayabilir. Bunlar kesin bir gruplama değil, her tür içinde (hatta başka ülkelerinde katılabildiği) ortak-yapımlar bulunabilir. Son döneme gelinceye kadar filmler konu bakımından yapımda taraf olan ülkelerle doğrudan ilgili değildi. İlk kıpırdanmalar Türklerin Almanya’daki uyum sorunları ve Türk yaşam tarzını orada uygulamaya kalkmalarından doğan problemlerle ilgili olmaya başladı. Bu durum, bu yıl kutlanan Almanya’nın Türkiye’den (üçüncü dünyadan) işçi taleplerinin 50. yıl kutlamalarından önce başladı ve sinemamız (ve Alman sineması) için konu olmaya devam ediyor ve bir süre daha devam edecek.

    Bu, biraz karışık girişten sonra gelelim Almanya: Wilkommen in Deutschland’a. Yasemin Samdereli, öncelikle otobiyografik bir öykü anlatıyor ama bir otobiyografi değil film, 50 yılın birikimleri, değişimleri, yaşam biçimlerinin değişimi… Öykü, düz bir çizgide gelişmiyor, ileri, geri sıçramalarla anlatılıyor. Ailenin Almanya’ya doğru nereden yola çıktığı -aslında hiç önemli değil- belirsiz, yoksa ben mi (?) kaçırdım. Ama aile oraya uymamak için bir direniş içinde değil, bilâkis alışmak için -belirli bir zaman sonra- isteklide. Küçük iken oraya giden çocuklar için uyuşmak daha önemli, sonuçta 1.000.001. işçi olarak Alman topraklarına ayak basan Hüseyin direnerek, çalışarak, ailesini -oralara- taşıyarak, kalmak niyetini gösteriyor. Çocukların kişisel problemleri sadece belirtiliyor, derine inilmiyor ama ailenin başı geri döneceklerini söylediği zaman hepsinin karşı çıkacak nedenleri var, hatta “orada satın ev aldığını” söyleyen babaya karşı çıkmaya hazırlar. Ama babanın niyetini “tatil için” gitmek olduğunu söylemesi ile yapılan plânlar değiştiriliyor.

    Yolculuk -bu tarz filmlerde olduğu gibi- çok çabuk geçiliyor, oysa orada edinilen alışkanlıkların gerçek ülkelerinde “onlara” daha fazla problemler doğurması gerekirdi. Aile içinde zaman zaman Türkçe, çoğunlukla Almanca konuşulması ve bu arada ailenin babası ile annesinin Alman vatandaşlığına kabul edilmeleri önemli dönemeçler. (Bu son durum kendi ülkelerinde başlarına iş açacaktır.) Son dörtte birinde bir yol filmine dönüşen film -bazılarına dokunacak olan- Türk yemeklerinin yendiği bir moladan sonra yola devam ederken, kız torunun diğer toruna anlattığı “ailenin öyküsü” sırasında babaya sorulacak bir soru ile duraksayacaktır. Baba (bir kısmının dedesi) büyük oğluna bıraktığı direksiyonun sağ tarafındaki koltukta yaşamını yitirecektir. Sonra, gömülmek istenilen babaya (dedeye) ancak yabancılar mezarlığında (Almanya) yer vardır. (Bizim ülkemizde kasabalarda, şehirlerde yabancılar mezarlığı var mı?) Bu ailenin geri dönmesine neden olacak iken ailenin annesi, köylerine, babanın (kocasının) toprağına dönmelerini, gömebileceklerini önermesi üzerine dönülür. Samdereli, gelinen evin kapısı çeker önce, oğulun birisi kapıyı açıp girer ama -satın alınmış- ev sadece iki duvardan (biri kapının olduğu duvar) ibarettir, bütün aile buna çok sevinir, benim de filmde en çok sevdiğim sahne… Sevinirler, hem kalmamaları için bir neden, hem de -en azından birinin- kalıp, evi baştan yapması için bir neden-dir, ayrıca ev diye bilinen bu doğa parçası tam babanın gömülebileceği bir yerdir. Gömülür de. Film burada bitiyor. Ama sinema başlıyor. Baba toprağa verilirken, nerede ise elli yıllık hayat arkadaşının yanında, babanın gençliğinde kaçırdığı şimdi artık yaşlanmış karısının gençlik hali, ellerini açmış dua eden büyük oğlunun önünde çocukluk hali… duruyor. Babanın ölümünden sonra Almanya’da torununun yaptığı konuşmada kız torunlarından birisi dinleyiciler arasında ölmüş dedesini görüyor ve gülümsüyor. Cenaze töreninden sonra verilen yemekte babanın karısı kendi gençlik hali ile karşılıklı yemek yerken; baba yıllar önce -köyden çıktığı günlerdeki hali ile- karşılaşarak kolları birbirlerinin omuzlarında, önlerinde uzanan yeşilliklere bakıyorlar…

    Yılmaz Güney’in Umut filminin orijinalinde SON yazısı yoktur, önce (son) görüntü(ler) üzerinde sağ alt köşede “umut” yazısı belirir ve görüntü kararır, yazı siyah film üzerinde devam eder. Tavernier’in filmlerinde de “final belirten” yazı yoktur… Samdereli’nin filmi de ışıklar yanmadan çok önce bitiyordu ama final yazısı yazmadan bize çok şey gösterdi. Bu tarz filmlerde “Son” yazısı yazmamalı (veya sonradan eklememeli.)

    (12 Kasım 2011)

    Orhan Ünser

    50. Yılında Göç Malatya’dan Geçiyor

    Almanya ve Türkiye arasında imzalanan İşçi Alımı Anlaşması’nın 50. yılında, göç olgusu 2. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin de ana teması oldu. 1950’lerde başlayan göç, Türkiye’de sinemacıları da etkiledi. Festival, göç temasını düzenleyeceği panel ile tartışmaya açıyor. Göç üzerine film yapmış yönetmenler, yurtdışında yaşamış ve bu olguyu tecrübe etmiş sinemacılar Göç Sineması Paneli’nde biraraya gelecek. Kutluğ Ataman, Ayşe Polat, Tevfik Başer ve Özgür Yaren’in konuşmacı olarak yer alacağı panelde sinemada göçün ele alınış biçimleri, göçün sinemacının hayatına etkileri tartışılacak.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    50. Yılında Göç Malatya’dan Geçiyor yazısına devam et
  • Sinemamızın Komediyle İmtihanı

    Komiğin İzini Sürmek

    Antalya Kültür Sanat Vakfı, her yıl düzenli olarak yayınladığı sinema kitaplarına, geçtiğimiz günlerde tamamlanan 48. Altın Portakal Film Festivali kapsamında yenilerini ekledi. Bu yıl; Onur Ödülü alan sanatçıların biyografik incelemeleri ve festivalin temasına uygun olarak hazırlanan “80’lerde Türk Sineması” derlemesinin dışında “Sinemamızın Komediyle İmtihanı” (*) adlı inceleme de sinemaseverlerle buluştu. Vakıf ile Modern Zamanlar Sinema Dergisi işbirliğiyle hazırlanan kitabın önemli bir bölümü, Veysel Atayman’ın geçmiş dönemde dergi için kaleme aldığı yazılardan oluşmakta. Kemal Sunal’ın Şaban tiplemesine ithaf edilen eserin önsözünde “Kitabın, güldürümüzün beyazperdede 100 yıla yayılan serüvenini mercek altına almaya çalışırken, ülkemiz ya da dünya komedi sinemasının izahlı bir envanterini çıkarmaktan ziyade, her şeyin yolunda olduğunu savunanlara inat, sahteliğin teşhirine soyunan; alaycı, kışkırtıcı ve çoğu zaman da yıkıcı eylemleriyle gerçekliği kavramamıza yol açan komiklerin izini sürmek ve onları anlamak amacıyla” kaleme alındığını belirtiliyor.

    Güldürünün Politik Yorumu

    Dört ana bölümde toplanan “Sinemamızın Komediyle İmtihanı”nın girişinde, sinemamızın başlangıcından yetmişlere kadar devam eden tarihsel gelişim irdelenerek temel tezlerin arka plânına kısa bir bakış atılmakta. Dünyadaki sessiz dönemin evrensel tiplemelerinin ele alınıp, bizdeki komik karakterlerle karşılaştırmaya olanak sağlayan ikinci bölümü, Türkiye’de komedinin en verimli dönemi olarak nitelendirebileceğimiz yetmişler takip ediyor. Bütünüyle bu kitap için kaleme alınan son bölüm ise bir yandan Türk sinemasının doksanlı yıllarının değerlendirilmesini kapsarken, diğer yandan da yeni dönemin komiklerinin analizine soyunmakta.

    Brecht’in “Bir komedya, tarih ilerleyip gittikten çok sonra bile, modası geçmiş bir dizi inanca saplanıp kalmış bir toplumun sahici olmayan yaşam tarzını ve tarihsel münasebetsizliğini hedef alır.” görüşünden yola çıkan yazar, kitabının; ülkemizde yedinci sanatın doğum sancılarını dünyadaki gelişmeler ekseninde masaya yatırdığı ilk bölümünde Muhsin Ertuğrul sinemasına dair çarpıcı tezlere yer veriyor. (Atayman’a göre sinemamız, Ertuğrul “yönetiminde” kendi dilini kurma gibi bir ihtiyaç hissetmek şöyle dursun; kalitenin, niteliğin, başarının bir ölçüsü olarak tiyatroya yaklaşabilmeyi görmektedir ve bu “görüntülü tiyatro”, sesten yoksun olduğu için “tiyatroya göre hep az bir şey olarak” algılanmış gibidir.)

    Yazar; “Sinemacılar Kuşağı”nı incelediği paragrafta ise okuyucuya “sinemamız bu dönemde hem Ertuğrul’dan, hem de önceki onyılın dünya sinemasındaki gelişmelere göre iyice dibe vurmuş olduğunu düşündüğümüz süreçten hangi özellikleriyle ayrılabilmektedir?” sorusunu yöneltiyor: “Gerek sinema eleştirisi düzleminde, gerek de belli toplumsal katmanlarda “öteki sinemaların” beğenisini şartlandırdığı seyirci, “yerli sinemayı” ciddiye alacaksa, bu sinemanın kırk yıla yayılmış “hamileliğinin” ardından artık “doğum yapması” şart değil miydi?”

    Söz, komediye geldiğinde ise çarpıcı bir tespit, kitabın temel görüşlerini özetleyen bir niteliğe bürünüyor. Sadece altmışlarda değil, ilk adımlarında bile tür gereği “tiplerle” işleyen “komedi sinemamız” en baştan itibaren “insan” sorununun söz konusu olumsuz etkilerinden uzak kalabilme şansına sahip olmuştur. Elbette toplumcu gerçekçiliğin sözünü ettiği insanın arayışı, politik angajmanlı bir sinemanın da konuşulmaya başlandığı anlamına gelir. “Sinemamızda politik eleştirileri iyi-kötü seslendirebilmiş filmlerin komedi türünün içinde bulunacağını ileri sürmek mümkündür. Komedimizdeki “tiplerin” halkta karşılık bulması 70’lerde gerçek politik ürünler sunulabilmiştir. Komedinin bu “tip avantajı”, politik söylemi / iddiası olan ve olmayan öteki filmlerden istisnasız daha başarılı olmasının ana nedenidir.”

    Şarlo’dan Şaban’a

    Dünyadaki komikleri masaya yatıran ikinci bölüm, komedi estetiğinin tarihsel gelişimi ile açıldıktan sonra, sessiz güldürü ile yoluna devam ediyor. Dönemin komedi yasalarına dair hatırlatmalar, Charlie Chaplin analizi ile yeni bir boyut kazanırken, yazar, Şarlo karakterini “Onun için dünya, bir beklenmezlikler, yabancılıklar toplamıdır. Mekaniğin işleyişine yabancı olduğu gibi, zenginliklere, düzenin koruyucu güçlerinin disiplinine, sosyal dünyanın hem en genel anlamdaki, hem de belli tarihsel dönemindeki bütün ilişkilerine yabancı ve naif bir yaklaşımla bakar. O, tutunmak istemediğine göre, naifliğini anarşiye dönüştürmesi çok kolay olacaktır.” sözleriyle tanımlıyor.

    Bu başlıkta incelenen “tiplemeler” arasında Harold Lloyd, Buster Keaton, Laurel & Hardy ve Marx Kardeşler’in de olduğunu hatırlatalım.

    70’li yıllarda Altın Çağ’ını yaşayan komedimizin tahliline Karagöz temalarıyla başlayan kitap, bir yandan da sinemamızdaki komik tiplemelerinin kaynaklarını ele alıyor. “Yeni Bir Dönemi Anlamlandırma Çabası”, “Sosyal İttifak: Arabulucular”, “Mahalle-Semt ve Mekânın Yaşantıdan (Filmin Tematiğinden) Kopması” gibi başlıklar ekseninde yapılan incelemeler, Rıfat Ilgaz’ın ölümsüz eseri Hababam Sınıfı ile yeni bir boyuta taşınıyor: “Okul (ütopik ve kapalı bir dünya olarak) zaten yalıtılmış sularda dolanan bir gemi gibidir bu filmlerde. Mahalle okula, okul mahalleye dönmekle kalmamış, giderek kendi içinde bir tiyatro sahnesine dönüşmüştür. Bu okulda yaşlanan ama hiç büyümeyen çocuklar, dünyanın uzağında, dünya ile ilişki kurmanın ilk antrenmanlarını da yaparlar. Kumdan denize açılmaya hazırlanan büyük karetta yavruları gibidirler. Bir gece, martılara yem olmadan denize ulaşacaklardır belki.”

    Zeki – Metin, İlyas Salman, Kemal Sunal ve Şener Şen’in temsiliyetleri ile devam eden bölümde kendisine oldukça geniş bir biçimde yer bulan Şaban karakteri, kitabın en renkli betimlemelerine de kapı aralıyor. Komedi geleneğinin etkisinin Şaban filmlerinin senaryosuna sızdığı görüşünden yola çıkan Atayman, sosyal rolleri bir türlü benimseyemeyen komik tipin güldürü tarihindeki bu temel özelliğinin, -alt sınıfların gülünç ve alay edilecek duruma düşmeleri geleneğinin- Şaban’a da bulaştırıldığını vurguluyor. “Kırsaldan gelen, kentte ‘sudan çıkmış balıktır’. Ne var ki Şaban, bu doğallığını, çocuksuluğun bozulmamışlığıyla birleştirip kentte tahrip edici bir enerji oluşturur. Anarşinin enerjisidir bu. Kaldı ki popülist sinemanın bütün gayretlerine rağmen Şaban, aynı anarşist tipini kırsalda da egemen kılar ve bize; düzenle, sosyal rollerle, statülerle oynamanın koşulunun, onun dışında kalmaya hazır olmaktan geçtiğini anımsatır.”

    Ve İvedik’i, Şaban mı Yarattı?

    “Yeni Komedinin İzini Sürmek” başlığıyla okura seslenen son bölüm, sinemamızın 90’lar yolculuğuna genişçe bir yer ayırdıktan sonra, günümüz güldürüsünün arka plânına keskin bir bakış atıyor. Cem Yılmaz ve Recep İvedik’in ağırlıkla ele alındığı sayfalarda özellikle Hokkabaz’ın altı çiziliyor ve Yılmaz’ın bu düzeyde filmler yapması gerektiği savunuluyor.

    Söz Recep İvedik’e geldiğinde ise, serideki karakteri Kemal Sunal’la özdeşleştirmeye çalışanlara bazı uyarılarda bulunuluyor. Yazara göre sosyal katmanı belirsiz olan İvedik’in saldırılarını, alt-katmanların “üste” anarşist bir dalışı tematiği üzerinden okunmaya çalışmak, “abesle iştigâl etmek” anlamına geliyor. “Sunal hep elle tutulur (tarihsel – ampirik) bir ihtiyaçla dolaşmaktadır hayatın içinde. O kıstırılmış insandır, çünkü Şarlo gibi tutunmaya itilmektedir bir yerlerde. İnsan olma imkânlarının budandığı anda, o da bu düzen yapısı içinde delip geçer resmî / gayrı resmî kurumsallıkları. İnsan olabilmeyi; alçakgönüllü dürtüleriyle, duygularıyla, talepleriyle, sınırlı ihtiyaçlarıyla insan gibi yaşamayı özlemiş bütün alt katmanların biraz da “hıncıdır” o… Recep İvedik ise farklılığını bizzat kendisi ortaya koyar ve insan olma iddiası taşımadığını adeta gözümüze sokar!”

    70’lerde (Akad, Güney filmlerini ayırırsak) öteki hiç bir türün göze alamadığı kadar komedi türü üzerinden politik angajmanlı bir evre yaşandığı iddiası taşıyan “Sinemamızın Komediyle İmtihanı”, yeni okumalar ve saygı duruşu eşliğinde, sinemamızın yeterince değerlendirilememiş bir döneminden günümüze doğru bakarak (bu niteliğiyle belki de ilk kez) anlamlı bir bakış atıyor.

    (*) “Sinemamızın Komediyle İmtihanı”, Veysel Atayman, AKSAV Yayınları, Ekim 2011

    (12 Kasım 2011)

    Tuncer Çetinkaya
    ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü

    Yılbaşı Gecesi

    Garry Marshall’ın yönettiği ve Halle Berry, Jessica Biel, Jon Bon Jovi, Abigail Breslin, Chris Ludacris Bridges, Robert De Niro, Josh Duhamel, Zac Efron, Hector Elizondo, Katherine Heighl, Ashton Kutcher ile Sarah Jessica Parker’in oynadığı Yılbaşı Gecesi (New Year’s Eve), 30 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Yılbaşı Gecesi (New Year’s Eve), New York’un nabzının yükseldiği en büyüleyici gecede geçen, aşk, umut, affetmek, ikinci şanslar ve yeni başlangıçları içeren, birbirine geçmiş hikâyeleri konu alıyor. Filmin tamamı New York şehrinde ve etrafında çekildi.

  • Basın Bülteni: Kısa / Uzun
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Sherlock Holmes: Gölge Oyunları

    Guy Ritchie’nin yönettiği ve Robert Downey Jr., Jude Law, Jared Harris ile Noomi Rapace’in oynadığı Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (Sherlock Holmes: A Game Of Shadows), 16 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Şimdiye kadar Sherlock Holmes hep ortamdaki en akıllı adamdı. Şimdiyse yeni bir dahi suçlu, Profesör Mariarty ortalıkta geziniyor. Bu seferki araştırmaları Sherlock Holmes ve Dr. John Watson’ı Londra’nın dışına, Fransa, Almanya ve son olarak da İsviçre’ye götürecek ve macera giderek daha tehlikeli bir hal alacaktır.

  • Basın Bülteni: Kısa / Uzun
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Sherlock Holmes: Gölge Oyunları yazısına devam et
  • Sevgiliden Hatırlanacak Bir Anı

    Beni Unutma
    Yönetmen: Özer Kızıltan
    Senaryo: Burak Göral
    Müzik: Anjelika Akbar
    Görüntü: Soykut Turan
    Oyuncular: Mert Fırat (Sinan), Açelya Devrim Yılhan (Olcay), Melis Babadağ (Sevda), Tüba Ünsal (Ebru), Kenan Ece (Hakan), Aliye Uzunatağan (Türkan), Ünal Silver (Baba)
    Yapım: AFS Film (2011)

    “Takva” filmiyle tarikatların iç dünyasına dalan yönetmen Özer Kızıltan, “Beni Unutma” filmiyle de aşkın dehlizlerine dalar gibi. Aşk belki de insanın hayatındaki en büyük macera, fedakârlık, acı, mutluluk ve birçok şey. Film bunları hissettiriyor.

    Sinemanın önemli aşk filmlerinden, 1996’da kaybettiğimiz büyük usta Krzysztof Kieslowski’nin “Dekaloglar”ının önemli parçalarından da olan 1988 yapımı “Krotki Film o Milosci – Aşk Üzerine Küçük Bir Film”, aşkın modern zamanlardaki durumuna kamera çevirmişti. Filmde saflık, masumiyet, zihinsel istek ve tutkunun yanında, romantizmi sallayan hayatın hakiki yüzü de yansıyordu. Yönetmen Özer Kızıltan da, modern zamanlardaki, belki de sadece şehirlerde yaşanabilecek bir aşkı anlatıyor. Bu dünyada, durumları iyi burjuvaların dünyasındaki varolduğu sanılan aşkın peşine düşmüş kamerasıyla Kızıltan. 2011 yapımı “Beni Unutma” filmini seyrederken “deja vu” da yaşadık biraz. Kızıltan’ın filmi, 2004 yapımı “Nae Meorisokui Jiwoogae – Hatırlanacak Bir Anı” adındaki Güney ore filminden ilham ötesi ilham almış. Çocukluğundan bu yana Amerika’da yaşayan Güney Koreli yönetmen John H. Lee’nin filminde de genç kadın Alzheimer hastalığına yakalanıyordu. Kızıltan’la Lee’nin filminde birçok ortak nokta var. Lee’nin filminde Su-jin, Alzheimer’da az görülür ve de tedavisi olmayan hastalığa düşüyordu. Kızıltan’ın filmindeki Olcay da “pick” hastalığına yakalanıyor. Tepkileri de benzer. Su-jin’in kocası Choel-su’yla Olcay’ın kocası Sinan da bu olay karşısında benzer tahammülü gösteriyorlar. Ayrıntılarda küçük değişiklikler olabilir. Aslololan fikirdir. Lee’nin filminin “Hatırla Sevgili” diye de anıldığını belirtelim. Aslında böyle trajik aşk filmlerini, Arthur Hiller’ın 1970 yapımı “Love Story – Aşk Hikâyesi” başlatmıştı. Japon yönetmen Isao Yukisada’nın 2004 yapımı “Sekai no Chûshin de, ai o Sakebu – Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum” filmi de unutulmamalı. Bu türden aşk filmlerinin ortak noktası şuydu: Kadın ölümcül hastalığa yakalanmalı. Sonunda ölüm de gelmeli. Belki de ölüm kadına yakışıyordur. Erkekse ayakta durmaya çabalıyor gidenin ardından. Seyirciye de gözyaşları düşüyor elbette. Kızıltan’ın, bu zorlu macera yüklü aşkı anlamaya çabalayan sinemaskop çekilmiş “Beni Unutma” filmi başarılı bir yapım. Özgün olmasa da. Finale kadar da melodramı dozunda kullanan bu film, duygunun yoğunlaşmasından olmalı ister istemez kendini melodrama bırakıyor ve ıslanmadık mendil bırakmıyor. Kızıltan iyi yönetmenlerden olduğu için hikâyede hiçbir boşluk bırakmıyor. Üstelik bunları yaparken de sinemanın estetik tarafını da unutmuyor. Filmdeki diyalogların da genelde iyi olduğunu belirtmeliyiz. Diyaloglar iyi işlenince oyuncu performansları da yükseliyor. Kızıltan’ın filminin senaryosunu, sinema eleştirmenliğinden gelen Burak Göral yazmış.

    Trajediye yol alırken…

    İç mimar Olcay, işten çıkıp “scooter”ıyla eve geldiğinde hazzın çığlıklarını duyuyor. Sese doğru yöneldiğinde, sevgilisi Hakan’la çıplak bir kadını en mutlu halleriyle yakalıyor. Bu durum karşısında bir kadın ne yapabilir? Küçük motosikletine atlayıp baba evine gitmekten başka. Öte tarafta, bir şirkette çalışan Sinan, Ebru’yla evlilik hazırlığında. Eve eşyalar seçilirken, boğulduğunu hisseden Sinan kararını veriyor ve Ebru’yu terk ediyor. Olcay’la Sinan’ın yolları bir barda kesişiyor çok geçmeden. Kadınlara yaklaşmakta mahir olan Sinan, Olcay’a yaklaşarak bir aşkın temellerini atıveriyor. Sinan’ın babası, Olcay’ın da annesi yok. Sinan’ın annesi Türkan, eski İstanbul hanımefendilerinden. Sınıfa önem veriyor. Olcay’ı da hemen kabûllenemiyor. Olcay’ın babasıysa şair ruhlu bir insan. Kızını şiirlerle büyütmüş. İşte bu kültürlerden gelmiş Sinan ve Olcay’ın büyük aşkı sınıfsal farklılıkları aşıyor ve mutlu bir beraberliğe dönüşüyor. Evleniyorlar. Bir oğulları oluyor. İşte hikâyenin bir yerinden sonra, her şey değişmeye başlıyor. Kişiliği başkalaşan Olcay, sinirli ve dalgın tepkiler vermeye başlıyor. Ardından da unutkanlık başlıyor. Alzheimer’ın içinde olan “pick” hastalığına yakalanan genç Olcay’ın beyni hızla yaşlanıyor. Elbette trajedi de gecikmiyor.

    Kızıltan’ın estetiğinin çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Sinan’la Olcay’ın barda ilk karşılaştıkları andaki çekimler övgüyü hak ediyor. Sinema perdesinde yaşanmalı bu an. Yönetmenin dış mekân çekimleri de sinemamız için bir değer. Yönetmen, iç ve dış mekânları neredeyse eşit kullanmış. Yönetmenin görsel dünyası epey zengin. Yönetmenin, “Takva” filmindeki oyuncu yönetimi “Beni Unutma” filminde de fark ediliyor. Yönetmen, karakterlerinin dönüşümünü yakalatabiliyor seyircilerine. Bunda, oyuncularını yer yer serbest bırakmasının payı olabilir. Sinan’ı canlandıran Mert Fırat, 2009 yapımı “Başka Dilde Aşk” filminde sağır-dilsiz aşıkla hatırlanıyor. Yeşilçam, Mert Fırat’ın kaderini çizmiş. O, filmlerdeki hayatının kadınını hep barlarda bulacak gibi. İlk filminde oynayan Açelya Devrim Yılhan, Olcay’ın tüm iniş ve çıkışlarını yüksek bir performansla perdeye yansıtabilmiş. Biraz gölgede kalsa da Helen Slater’ı çağrıştıran yüzüyle Melis Babadağ, Olcay’ın arkadaşı Sevda karakteriyle perdeden ışığını gönderiyor seyircilere. Filmin müziklerini de Kazak besteci ve piyanist Anjelika Akbar yazmış. Filmin müzikleri gerçekten her şeyden daha iyi geliyor, belirtelim. Piyano tınıları filmin ruhuyla buluşabilmiş. Görülmeye değer bir film.

    (Bu yazı 11 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (11 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]

    Kazanma Sanatı

    Bennett Miller’ın yönettiği ve Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman ile Robin Wright’ın oynadığı Kazanma Sanatı (Moneyball), 09 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Bir zamanlar beyzbol yıldızı olma yolunda ilerleyen Billy Beane, sahadaki beklentileri karşılamakta başarısız olunca, azılı rekabete dayalı kişiliğiyle yöneticiliğe yönelmeye karar verir. Ancak Billy’nin yöneticiliğini yaptığı ve sezona hazırlanan Oakland takımı, yıldız oyuncularını büyük takımlara kaptırmıştır. Billy’nin tek seçeneği, takımını yeniden kurmaktır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Erden Yazıyor
  • Hediye Operasyonu

    Sarah Smith’in yönettiği ve Arda Aydın, Ali Ekber Diribaş, Mazlum Kiper ile Orhan Kemal Aydın’ın seslendirdiği animasyon film Hediye Operasyonu (Arthur Christmas), 02 Aralık 2011’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
    Film, her çocuğun kafasından geçen, “Noel Baba onca hediyeyi bir gecede nasıl dağıtıyor?” sorusuna cevap veriyor: “Noel Baba’nın, Kuzey Kutbu’nun altındaki operasyon merkezi sayesinde.” Dünya çocuklarından birine hediye gönderilmesi unutulunca, Noel Baba ailesinin en küçük üyesi Arthur, Noel sabahından önce son hediyeyi vermek için göreve çıkıyor.

  • Basın Bülteni: Kısa / Uzun
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Diğer bağlantılara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Hediye Operasyonu yazısına devam et
  • Ankara’da Gökkuşağı Filmleri

    Türkiye’nin ilk kuir festivali olan ve 17 – 24 Kasım 2011 tarihleri arasında Ankara’da Büyülüfener Sineması’nda yapılacak Pembe Hayat KuirFest yaklaşıyor. Amerika’dan Kanada’ya, İsveç’ten Hollanda’ya, 15 ülkeden 50’ye yakın LGBT temalı film, Ankara’da ilk kez sinemaseverlerin karşısına çıkacak. Pembe Hayat Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Trans (LGBT) Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Festival, LGBT bireylere yönelik ayrımcılığa ve şiddete dikkat çekerken Türkiye’de kuir teorinin ve sanatın konuşulmasına, tartışılmasına olanak yaratacak.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ankara’da Gökkuşağı Filmleri yazısına devam et
  • Türkiye’nin Ağıtlarına Yolculuk

    Gelecek Uzun Sürer
    Yönetmen-Senaryo: Özcan Alper
    Müzik: Mustafa Biber
    Görüntü: Feza Çaldıran
    Oyuncular: Gaye Gürsel (Sumru), Durukan Ordu (Ahmet), Sarkis Seropyan (Antranik), Osman Karakoç (Harun)
    Yapım: Nar Film (2011)

    Özcan Alper, “Sonbahar” filminden sonra “Gelecek Uzun Sürer”le acıların kader olduğu ülkenin ağıtlarının peşinde, hâlâ süren iç çatışmaların şimdiki acılarına da dokunuyor.

    Film bir trende açılıyor. Sumru ve Kürt sevgilisi Harun ayrılmak üzereler. Harun, dağlara gidiyor. Geride kalan Hemşinli Sumru, üniversite için Türkiye’nin ağıtlarını derlemek için Diyarbakır’a gidiyor. Diyarbakır’ın kalabalık sokaklarında sesleri kaydeden Sumru, sanatsal değeri olan filmlerin korsan DVD’sini satan Ahmet’le tanışıyor. Ahmet, Godard’ın 1960 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş filmi “A Bout de Souffle – Serseri Aşıklar” filmindeki Sartre tarzı “varoluşçu” karakteri Michel tutkunu biri. Ahmet, Sumru’yu önce “Hafıza Odası”na götürüyor. Orada, sesler, görüntüler ve fotoğraflar var. Sumru, fotoğrafların önünde konuşan kayıp yakınlarını videoya da kaydediyor. Ardından Sumru, viraneye dönüşmüş Ermeni kilisesinin bekçisi Antranik’le de iletişim kuruyor. Antranik ona, tehcir zamanlarındaki Ermeni ağıtlarını dinletiyor. Kürt ve Ermeni ağıtlarının olduğu Anadolu coğrafyasında Türk ağıtları yok. Türkler acı çekmez, sadece acı çektirir herhalde. Filmde ağırlıklı olarak Türkçe konuşulmasa hikâyenin ülkemizde geçtiğini anlamazsınız bile. Türkçe, hepimizi birbirimize bağlıyor belki de. Filmde, Türkçenin yanında Kürtçe, Ermenice ve Hemşince de duyuluyor. Sumru yola çıkarken, önemli yazarlarımızdan Yaşar Kemal’in “Ağıtlar” kitabından ilham almış. Hüznün daima hissedildiği filmde final bölümünde karların düştüğü Hakkari’de terk edilmiş bir köyde kederler çöküveriyor Sumru’nun üzerine.

    Çarpıcı görsellikler…

    “Gelecek Uzun Sürer” filmi, 18. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde tam beş ödül kazandı. Durukan Ordu, “En İyi Erkek Oyuncu” dalında ödülünü alırken, Sumru’yu oynayan Gaye Gürsel hak ettiği “Altın Koza”yı alamadı. Film, “En İyi Görüntü” dalında Feza Çaldıran’a, “En İyi Müzik” dalında da Mustafa Biber’e ödül getirdi. Büyük ödülü alamayan “Gelecek Uzun Sürer”, başka ödülleri aldı. “SİYAD En İyi Film” ve “Yılmaz Güney Ödülü”nü kazandı. Özcan Alper, Rus sinemasının şiirsel anlatımından etkilenen bir yönetmen. Tarkovski ruhu var bu estetikte. Sadece Alper değil, Rus sinemasının çağdaş yönetmenleri de bu şiirsel anlatımın Rus sinemasında yaşamasına katkıda bulunuyor. Aleksandr Sokurov, Nikita Mikhalkov, Andrey Zvyagintsev gibi yönetmenlerin filmlerinde de şiirsel tat veren uzun plân çekimler var. “Gelecek Uzun Sürer” filminin görselliğinin çarpıcı olduğunu belirtmeliyiz. Diyarbakır, filmin ruhuna çok şey katmış. Şehrin taş dar sokakları, bir açıkhava müze gibi tarihi yapıları, özellikle surları, yaşam kültürü filminden yansıyan zenginlik. Sumru’nun kaldığı mekân da çok çarpıcı. Elbette virane Ermeni kilisesi de. Antranik’in Sumru’ya Ermeni ağıtını dinletirken yağan yağmurlar görsel olarak fotoğrafa çok şey katıyor. Sinemamımızda az görülür bir estetik bu. Final bölümündeki Hakkari bölümleri de etkileyici. Hem görsel hem de anlatım açısından. Fonda duyulan müzikler de insanı etkiliyor. Ama, bir sahne var ki, gerçekten her övgüyü alıyor. “Hafıza Odası”ndaki kameranın kendi çevresinde döndüğü sahne çok özeldi. Bu filmin kameramanı Feza Çaldıran’la konuştuğumuzda, bu sahnenin hiç “kesme” yapmadan gerçek zamanlı çekildiğini söylemişti. Bu filmin sinemaskop görüntüleri hak ettiği ödülü de aldı. Sinemaseverler, sinema tadı veren bu politik filme değer verecekler belki. Filmde, Antranik’i oynayan Sarkis Seropyan, Agos Gazetesi’nin imtiyaz sahibi. Ona, bilge insan diyorlar. Seropyan’ın yazdığı kitaplar da var. Ermeni mitolojilerini merak edenler için, Aras’tan çıkmış “Mitolojik Ermeni Tarihi” keşfedilmeli. Yine Aras’tan “Güvercinim Harput’ta Kaldı”nın yanında Belge’den çıkan “Arat’ta Kutsal Yasal Ülkesi” kitapları da var.

    (Bu yazı 11 Kasım 2011 tarihli Taraf Gazetesi’nde yayınlanmıştır.)

    (11 Kasım 2011)

    Ali Erden

    [email protected]