35. İstanbul Film Festivali Altın Lale ödüllü son çalışması ‘Bin Başlı Canavar / Un Monstruo de Mil Cabezas’ ile sinemalarımıza konuk olan Rodrigo Plá’nın insanı hiçe sayan kapitalist düzen ile mücadelesi devam ediyor. Uruguay asıllı yönetmen ilk çıkışını yaptığı 2007 yapımı ‘Yasak Bölge / La Zona’da halen yaşadığı ve çalıştığı Meksika’da sosyoekonomik eşitsizliği ve sınıflararası uçurumun dehşetini polisiye bir öykü çerçevesinde vermeyi dener. Filme özgün adını veren lüks yerleşim bölgesinin güvenlik sisteminin fırtına nedeniyle hasar görmesinden yararlanan üç gencin varlıklıların bölgesine giriş yapması cinayetle sonuçlanır. Yerel polisle işbirliği halindeki site sakinleri göze göz dişe dişe diş mantığıyla ekibin site içinde saklanmış çocuk yaştaki üyesini elbirliğiyle linç edecektir.
Yönetmenin dört yıl önce yine İstanbul Film Festivali’nde yarışmış bir önceki filmi ‘Gecikme / La Demora’ daha alçak tondan bir sosyal güvenlik ve bürokrasi eleştirisidir. Yetişme çağındaki üç çocuğuyla yaşam kavgası veren Maria, Alzheimer hastası babasını huzurevine yerleştirerek daha güvenli bir işte çalışma arzusundadır. Bu konuda başvurusu geri çevrildiğinde yaşlı adamı sokak ortasında yalnız başına bırakarak kaçar genç kadın. Sıradan bir karakterin yaşamındaki beklenmedik bir patlamanın derinliklerine inmek suretiyle insan zihnine hakim olan zalim gerçekliğin etkisini anlamaya çalıştığını ifade eden Plá’nın sessiz çığlığıdır bu üçüncü uzun metrajı.
Latin Amerikalı sinemacının geçtiğimiz yılın Venedik Film Festivali’nde ‘Venedik Ufukları / Venice Horizons’ bölümünün açılış filmi olan son çalışması çok daha hareketli. Başka bir sosyal bir yaraya parmak basan yapımda bin başlı devasa canavar olarak nitelenen, özel sigorta şirketleri ve onlara bağlı çalışan doktorlar ve sistemdeki adaletsizliğe sessiz kalarak ortak olan devlet bürokrasisi. Sıradan bir vatandaş ile büyük bir şirketin mücadelesini konu alan filmde kanser hastası kocasına uygulanması gereken ilaç tedavisinin onayı için kapı kapı dolaşan Sonia’nın 24 saatine tanık oluyoruz. Daha ellisine varmamış eşi için yaptığı başvurulara olumlu yanıt alamayan genç kadın ‘yaralı hayvan ağlamaz, ısırır’ misali çareyi tabancayı doktorların ve şirket yöneticilerinin kafasına dayamakta bulacaktır.
Sonia’nın oğluna hitaben ‘bir dahaki sefere banka soyacağız’ repliğinden yola çıkarak bir sonraki filminde bankaları ve finansman kuruluşlarını topa tutacağını şimdiden tahmin etmekte güçlük çekmediğimiz Latin Amerikalı sinemacının, gerilimli yüklü saatleri bir Hollywood örneğinden bekleneceği biçimde aksiyona ve aşırı duygusallığa sapmadan anlatabilmesi en büyük erdemi. Tüm filmlerini birlikte kotardığı yazar eşi Lauro Santullo’nun aynı adlı romanından beyazperdeye aktardığı filmde yaşanmış olaylar romanda olduğu gibi öyküye dahil olan farklı karakterlerin öznel bakış açısıyla veriliyor. Öyle ki, ana karakterlerin ve temel olayların gerisinde izleyici konumunda olan yan kişilerin gözlemleriyle yetiniyoruz çoğu kez. Yönetmen taraf tutmuyor, yaşananları neredeyse bir belgesel titizliğiyle yansıtıyor. Uzun planlar kullanıyor, olayların gidişatı içinde dış sesler eşliğinde mahkemedeki tanık ifadelerine yer veriyor. Plá ve Santullo’nun bu çarpıcı biçimsel tercihi filmin İstanbul’da büyük ödüle uzanmasının başta gelen nedeni sanırım.
Bu Kafkaesk bürokrasi öyküsünü görüntüleyen Odei Zabaleta’nın mükemmel çalışması ayrıca övgüye değer. Genç oğulda geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nin en iyi yapıtlarından biri olarak anılarımızda iz bırakan ‘Güeros’un genç oyuncusu Sebastián Aguirre ile karşılaşma keyfinin yanı sıra filme damgasını vuran performans, ilk sinema deneyiminde harikalar yaratan Meksika’nın deneyimli tiyatro aktrislerinden Jana Raluy’dan geliyor.
(22 Haziran 2016)
Ferhan Baran