39. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma Seçkisi’nden İzlenimler

Salgın hayatımızda çok şeyi değiştirdi. İstanbul Film Festivali geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleştirilemedi. Ancak sevgili festivalimiz 2020’yi atlamak istemedi. Ulusal Yarışma. Temmuz ayı içinde yapıldı. Uluslararası Yarışma ise Filmekimi tarihine denk düşen bugünlerde programa alındı.

Bu yıl 12 filmden oluşan uluslararası seçki çevrimiçi bir düzenle gerçekleştirildi. Film yapımının hayli kısıtlandığı bir dönemde ilgiye değer bir toplamı izledik ve değerlendirdik siz okurlar için. Seçkinin ilk gün gösterilen filmi ‘Atlantis’ bir Ukrayna yapımıydı. ‘Kabile / Plemya’nın görüntü yönetmenliğinden tanıdığımız Valentyn Vasyanovich’in geçtiğimiz yıl Venedik’te ödüllendirilmiş son filmi, yakın gelecekte savaş sona erdiğinde ülkesinin travmatik ruh hali üzerine. Kayıp ülke Atlantis metaforu bu yüzden anlamlı. Kasvetli bir diyarda umudun peşine düşmüş bir kadın ve erkeğin arayışları üzerinden ilerleyen film, daha çok sinematografik yetkinliği ve Romen Yeni Dalgası’nı andıran uzun plan sekanslarıyla göz dolduruyordu.

‘Luxor’, filme adını vermiş antik mısır kentinde geçmiş ile bağ kurmaya çalışan iki arkeolog, kentin hiyeroglifler ve anıt mezarlarla dolu tarihi yapısında bir mutluluk arayışının izini sürüyordu. 1940’ların Mısırlı tanınmış şarkıcısı Asmahan’ın (yoksa Esmahan mı demeli) büyülü yorumundan dinlediğimiz ‘Ya Habibi Taala Elhaani / Geri Dön Sevdiğim’ bu güzel filmin hoş sürprizlerinden biriydi.

‘Mickey ile Ayı / Mickey and the Bear’ seçkinin Amerikan bağımsız ayağını temsil ediyordu. 1993 doğumlu Annabelle Attanasio’nun ilk uzun metrajlı çalışması, Irak savaşından dönüşünün ardından eşini erken yaşta yitirmiş hayata tutunamamış baba ile kendini var etmeye çalışan genç kızı ilişkisi üzerinden ilerliyor ve başroldeki genç yetenek Camila Morrone ile tanışmamıza vesile oluyordu. Bir diğer büyüme hikâyesi Almanya kaynaklıydı. ‘Koza / Kokon’, Berlin’in Kreuzberg kentinde yaşayan üç genç kızın sıcak 2018 yazında, değişen çağın gerekleri, sosyal medya ve dört bir yandan dayatılan standard incelik ve güzellik baskısının ortasında kendi kozalarından çıkmaya çalışmalarının hikâyesiydi.

Seçkinin ağır topları üçüncü günden başlayarak karşımıza çıkmaya başladı. Brezilyalı yaman sinemacı Felipe Bragança’nın son filmi ‘Sarı Hayvan / Um Animal Amarelo’, sadece seçkinin değil son dönemin en yaratıcı çalışmalarından biri olarak beğenimizi kazandı. Kendi varoluşunu ve sinema yapma amacını yeniden tanımlamak isteyen 30’lu yaşlardaki yönetmen Fernando, kimliğini kaybetmiş ülkesinin acı dolu geçmişinde bir gezintiye çıkarken, sömürgeci mazinin hayaleti peşini bırakmıyordu.

Festival sayesinde filmografisini yakından takip etme şansı bulduğumuz Polonyalı tanınmış sinemacı Malgorzata Szumowska’nın İrlanda kırsalında çektiği ilk İngilizce filmi ‘Öteki Kuzu / The Other Lamb’, ataerkil bir düzende kadınların başkaldırışı üzerine çok başarılı bir filmdi. Müthiş sinematografisi ile dikkati çeken yapım, katı Hristiyan dogmalarını ve İsa peygamber motifini ters yüz ederek cesur bir denemeye girişmişti.

Uruguay’lı gencecik bir sinemacının ilk uzun metrajı, seçkinin öne çıkan filmlerinden bir diğeriydi. ‘Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Silici / Chico Ventana También Quisiera Tener Un Submarino’ upuzun isimli bu fantastik yapım, Alex Piperno imzasını taşıyordu. Patoganya açıklarında seyreden lüks yolcu gemisinde çalışan denizci çocuk, bir portal aracılığıyla Montevideo’da bir apartman dairesine geçiş yaparak genç bir kadınla tanışıyor; benzer bir portal ile gemi Filipinlerin ücra dağ köyünde aniden beliriveren gizemli bir beton kulübeye bağlanıyordu. Kendi dünyalarında kaybolmuş bireyler hakkında bu ilginç deneme, fantastik arayışlar üzerine kafan yoranlar için biçilmiş kaftan niteliği taşıyordu.

Mahnaz Mohammadi’nin ‘Oğul-Ana / Pesar-Medar’ında günümüz İran’ında geleneklerin boyunduruğunda neredeyse bir tragedya kahramanı gibi imkânsız seçimler yapmaya zorlanan karakterlerle karşılaştık. Anayı oğuldan ayıran koşullar çok sevdiğimiz Alexandr Zvyagintsev filminde olduğu gibi sevgisizlikten değil bu kez toplumsal baskıların zorlamasıyla ortaya çıkıyordu. Çocuk oyuncu Mahan Nasiri’nin çok dokunaklı performansıyla yürekleri dağlayan bir filmdi bu.

Kosovalı yönetmen Visar Morina’nın Almanya’da çektiği ‘Yabancı / Exil’, yabancı eşiyle yaşadığı Alman kentinde saygın bir firmada kimya mühendisi olarak çalışan Cafer’in yabancı kimliğinden ötürü maruz kaldığı dışlanmışlık ve zorbalıklar zinciri, gerçek ile hayal arasında paranoid bir kimlik krizini inşa ediyordu. Almanya’daki yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa dair gelişmeler üzerine odaklanan yapım, tekrara düştükçe ilginçliğini yitirmeye başlıyordu.

Yönetmen Rúnar Rúnarsson’ın ‘Yankılar / Bergmál’i, Noel döneminde 56 tablodan oluşan modern bir İzlanda portresi çiziyordu. Aklınıza hemen Roy Andersson geldi değil mi. Ancak Rúnarsson o denli derinlikli bir sinematografi ve mizah anlayışına sahip değil. Yine de renkli ve göz alıcı bir filmdi bu. Son gün izlediğimiz ‘Kuş Dili / Mowa Ptakóv’da efsanevi Polonyalı sinemacı Andrzej Zulawski’nin ölümü nedeniyle yarım kalan projesini oğlu Xawery hayata geçirmiş. Filmin delişmen kurgusu ve kadrajlarıyla Zulawski sinemasına bir güzelleme olduğu da söylenebilir. Benim için en büyük sürprizi ise, Andrzej Wajda’nın efsanevi oyuncusu Daniel Olbrychski uzun yıllar sonra bir filmde karşılaşmak oldu. Seçkinin son filmi ‘Sanctorum’, Meksika’daki uyuşturucu kartellerinin acımasızlığını ele alan bir yapımdı. Ancak bunu yaparken, bilinen klişelerin tersine büyülü gerçekçilik akımından besleniyor ve kendine özgü fantastik dünyasını kurma yoluna gidiyordu.

(18 Ekim 2020)

Ferhan Baran

[email protected]