Huzur Maskesinin Ardındaki Dehşet

Amerikan rüyasının değişmez sembollerinden biridir banliyöler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ekonomik refah döneminin ve de nükleer savaş korkusunun etkisiyle banliyö hayatı Amerikalıların gözde yaşam tarzı haline gelmiştir. Günümüzde tüm dünyayı sarmış bulunan, ailelerin hep birlikte vakit geçirdiği büyük alışveriş merkezlerinin temeli hep bu dönemde atılmıştır. Hollywood yıldızlarından George Clooney’nin son yönetmenlik denemesi ‘Suburbicon’ 50’li yılların böylesine popüler bir banliyö merkezinden alıyor adını.

Çarpıcı bir reklam kampanyasıyla tanıtılıyor ‘Suburbicon’ filmin ilk karelerinde. Gürültünün trafiğin olmadığı, okulları ve tam teçhizatlı sağlık kurumlarıyla kendi kendine yeten bir yeryüzü cenneti olarak. Siyahi bir ailenin taşınmasıyla mahalledeki dengeler sarsılıyor. Afrikalı Amerikalılarla birlikte yaşamaya gönülsüz beyazlar ırkçı şiddeti adım adım tırmandırmaya başlıyor. Clooney’nin filmi bu gergin girişin ardından siyahi Mayers ailesinin karşı komşusu Lodge’ların gizemli hikâyesine odaklanmayı tercih ediyor.

Beyaz ailenin evinde tuhaf bir gasp olayı yaşanıyor bir gece. Silahsız iki soyguncu evin bireylerini etkisiz hale getiriyor. Yoğun doz kloroforma maruz kalan evin kötürüm annesi olay sonrasında hayatını kaybediyor. Yaşadıklarının bir kurmaca olduğunu keşfeden evin küçük oğlu Nicky’nin gözünden izlediğimiz hikâye dehşetengiz bir cinayet silsilesine dönüşürken, komşu bahçede benzer bir ırkçı terörün fitili ateşleniyor.

‘Suburbicon’, Coen biraderlerin 2000’li yılların ortalarında çekilmesi planlanan ancak daha sonra rafa kaldırılmış özgün hikâyesinden yola çıkmış. Aynı projede eksantrik sigorta müfettişini canlandırması düşünülmüş olan Clooney, Coen’lerin öyküsünü 50’li yıllarda Levittown, Pennsylvania’da yaşanmış gerçek bir linç hadisesiyle birleştirmiş. Mayers ailesinin liberal geçinen Kuzey Amerikalıların ırkçı öfkelerinin hedefi haline gelişini, komşu evde yaşanan ürpertici olaylar silsilesiyle paralel olarak anlatmayı denemiş.

Proje kağıt üzerinde hayli çarpıcı duruyor. Beyaz evinde yaşanan dehşetin farkında dahi varmayan ve tüm öfkesini ‘yaşanan ölümcül olaylardan’ sorumlu tuttukları kendi halindeki siyahi aile üzerine kusan, Güneyin Klu Klux Klan takımını aratmayan ırkçı beyaz topluluğun hikâyesi Trump öncesi bir dönemde kaleme alınmış ve çekimler gerçekleşmiş. Ancak başkanlık seçimleri ve ardından Charlottsville’de yaşanan ırkçı terör ve başkanın olaylar karşısındaki taraflı tutumuyla güncelin ve sıcak gelişmelerin sözcüsü olma fırsatını elde etmiş bir çalışma bu aslında. Ancak elindeki malzemeyi yeterince etkin kullandığı söylenemez. Önceliğin Lodge ailesinin evinde yaşanan Coen biraderler entrikasında olduğu yapımda, siyahi ailenin fertleri ve dertleri geri planda kalmış. Baba Mayers’ın tek bir repliğine bile yer yok Clooney’nin filminde. ‘Fargo’dan ve son dönemde Coen’lerin yürütücü yapımcılığını yaptıkları üç sezondur ilgiyle izlenen aynı adlı TV dizisinden aşina olduğumuz küçük kasabaların huzur maskesinin ardındaki dehşet kasırgasına yeni bir şey ekleyemiyor film, komşu evlerde yaşananlar heyecan verici bir biçimde kurgulanamıyor. Matt Damon, (çifte rolde) Julianne Moore ve Clark Gable bıyığı ve kemik gözlükleriyle eksantrik sigorta müfettişi kompozisyonunda parlayan Oscar Isaac’in performansları, Robert Elswit’in aydınlık / karanlık karşıtlığını özenle yaratan görüntüleri, Alexander Desplat’nın dönemin ruhunu yakalayan müzik çalışması filmi ancak seyredilir hale taşıyabiliyor.

(11 Aralık 2017)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com