Türkiye’de söz konusu bir “gişe filmi” ya da dizi gibi kitlesel bir sanatsal üretimse, övgüleri iki temel başlıkta toplamak mümkündür: 1. Daha önce yapılan hiçbir işe benzememek, 2. Gerçekçi olmak. Gerçeklik meselesine yazının ilerleyen bölümlerinde bolca değineceğim; ancak bir üretimin kendisinden önce yapılanlardan farklı olması tezinin izini sürmekte yarar var.
Daha Önce Yapılmayan Bir “İş”
Önceki yıllarda bu dizi yapımcısı, artan RTÜK baskısından kurtulmak için otosansüre nasıl başvurulduğunu çarpıcı bir örnekle ele alıyor ve üst sınıfı merkezine alan yapımlarda, akşam alkol tüketimi yapılacağı için kahvaltı sahnelerinin çoğaldığından dem vuruyordu. Dizilerini dünyanın çeşitli ülkelerine nasıl pazarladığını gururla anlatan bir sektör için hazin bir manzara bu. Dolayısıyla Bir Başkadır’a yapılan ilk övgünün çıkış noktasında bir tuhaflık var: Türkiye gibi son 20 yılda yalnızca kültürel değil, politik ve ekonomik bağlamda da tarihinin en büyük kırılmalarından birini yaşayan bir ülkede, diziler neden dar bir alana hapsoluyor? Neden söz konusu dizide ele alınan temaların bir bölümü, yaygın TV kanallarında daha önce karşımıza pek de çıkmamışken, bu onur ücretli bir platformun projesinde ve tam da bugün bizleri selamlıyor? Bunun nedenini yukarıdaki trajikomik örnek eşliğinde hepimiz tahmin edebiliriz.
Diziye dönersek; sonda söyleyeceğimizi en başta ifade ederek, Bir Başkadır’ın yeterince sağlam olmayan bir temel üzerine, kaçak ama mütevazı bir bina değil, devasa bir gökdelen dikmeye çalıştığını ve bunda da büyük ölçüde çuvalladığını vurgulayabiliriz. Dizinin temel yaklaşımı, ülkede sorun olarak gördüğü noktaları çeşitli figürler üzerinden ele almak ve kimi zaman -kendince- derin analizler, kimi zaman da çeşitli göstergeler eşliğinde olgulara dair tespitler yapmak şeklinde açıklanabilir. Ne var ki, bir yanıyla “şablon” (hatta Kürt aile veya “lezbiyenliğin” merkezinde olduğu gibi “oryantalist”) özellikler taşıyan, diğer yandan da doğruluğu tartışmalı ön kabullere dayalı olarak karşımıza çıkan tiplemelerin, ikinci övgüde olduğu gibi “sahici” olduklarına dair kuşkular var.
Sahici mi?
Bir film ya da dizide en kolay bağ kurabileceğiniz tip ya da karakter, yönetmenin (ya da senaristin) tercihleri sonucunda bu niteliğe kavuşmuştur. Meryem, oyuncunun başarılı performansının da etkisiyle hikâyenin tam merkezinde dururken, ilk anda gerçekçi bir figür olduğu izlenimi yaratmaktadır. Peri’yle tanışmasıyla ve sohbet etmesiyle ilerleyen anlatı ilk firesini verir. Boğaza sıfır bir yalıda yaşayan, Halk TV izleyicisi (!) burjuva bir ailenin kızı olan Peri, bir bölümü yurtdışında geçen başarılı eğitim serüveninin ardından memlekete dönüp devlette çalışmaya karar vermiştir! Meryem’in kendine özgü ama ona tepeden bakan bu kadını temellerinden sarsacak derinlikte bir hikâyesi yoktur. Sorunlu bir evliliği olan ağabeyi ve yengesiyle yaşamakta, onların çocuklarıyla ilgilenmekte ve “peygamber soyundan geldiği” iddia edilen Hoca’ya akıl danışmaktadır. Başlangıçta Hoca olgusunun üzerine giden Peri, Peru’daki rahipleri övüp, onların derinliğine şapka çıkarırken, burnunun ucunda duran hazinenin varlığından habersizdir! Dizinin ilk anlarında karşımıza çıkan bu durum, temel yönelimi ele veren ilk ipucudur aslında. Hoca’nın, yüzeyi kazındığında ne anlama geldiği çok da anlaşılmayacak çiçek metaforuyla karşımıza çıkması, Bir Başkadır’a aynı zamanda ilk esaslı darbeyi indirir. Daha birkaç ay önce yaşanan “çocuk tacizi”nde ve buna benzer -giderek yaygınlaşan- onlarca örnekte görülebilecek “dini kanaat önderi”, Berkun Oya’nın ellerinde başka bir şeye dönüşmüştür ve ne yazık ki o “şey”, sahici değildir. Benzer şeyler, Meryem’le ilişkisinde giderek çözülen tarafı temsil eden Peri’de de kendisini gösterir. Onu bu derece büyük bir bunalıma sürükleyen, gününü gün eden bir dizi oyuncusuna ya da meslektaşına günlerce anlatmasına neden olan şey nedir? İsmini yanlış telaffuz etmesinin ardından hıçkırıklara boğulan Peri’yi bu denli sarsan, sınıfsal avantajlarını ve aldığı eğitimi boşa çıkaran o dışavurumun altında neler yatmaktadır? Bu sorunun yanıtı, şayet burjuva ailenin “kızlarına olan ilgisizliği ve topluma yaklaşımındaki sevgisizlik” gibi izahı çok kolay olan bir durum değilse hiçbir zaman verilmeyecektir. Aynı şeyler, Alican Yücesoy’un canlandırdığı tiplemenin sorunlarıyla ilgili ipuçları vermesi beklenen, ama heba edilmiş annenin bulunduğu sahne için de söylenebilir. Hayatı yüzeysel yaşayan, ancak derinlerde büyük psikolojik sorunları olduğu ima edilen Sinan, günübirlik ilişkisinin kendisini yargıladığına tanık olduğu anda, öncülü gibi büyük bir çözülme yaşar. Ne var ki o ana dek bu gerçekle yüzleşmediği varsayıldığı için, söz konusu silkelenme hali de gerçeklikle örtüşmemektedir.
Ön Kabuller, Kodlanmış Veriler
Dizinin gerçeklikle yaşadığı sorunlar bununla da sınırlı kalmamaktadır. Öyküde yama gibi duran terapist Gülbin, yeterince işlenemediği gibi, burjuvalaşan muhafazakâr ablasıyla yaşadığı sorunda görüleceği üzere sahicilikle tüm bağlarını koparmıştır. Peri’yi “gizli faşist” olmakla suçlasa da metropolün tüm avantajlarından faydalanan eğitimli genç kadın, o tuhaf kırılma anında ablasını Tatvan’dan kente gelmekle suçlamaktadır. Gülbin ve ailesi, her konuya temas etmeye çalışan dizide Kürt kontenjanını doldurmaya çalışsa da buradaki temel bakış da ön kabullere ve kodlanmış verilere dayanmaktadır. Sınırı fazla aşmama çabasının ürünü olan bu sahnelere, yine ürkeklik içeren “lezbiyenlik” teması da eklenebilir. Taraflardan birinin tarikat liderinin kızı olması, üstelik bu kimsenin evlâtlık olduğunun anlaşılması bizlere ne söylemektedir? Bu “yalpalanmanın”, türbanı ardında bırakıp yeni sulara yelken açma eyleminin imamın soyundan gelmediği için olağan sayılabileceğini mi? (Tarikat liderinin saçı – sakalı uzatıp huzuru İslam’da değil bir başka yerde aramasına işaret eden kaçış mevzusu da aynı gerçek dışı; hatta bu kez sürreel bakışın ürünüdür. Dizinin mizaha kapalı diliyle bir parça oynansa, bu durum kendisini Coenlere veya Onur Ünlü’ye yaklaştırabilecektir, ama…)
Sonuca Dair
Bütün bunlardan çıkarılabilecek bir sonuç da Berkun Oya’nın, “yukarının” üstenci tavrını hunharca eleştirirken onları betimlediğine benzer kibirli bir bakışa sahip olduğudur. Orta ve üst sınıfı, 90’ların İslamcı edebiyatıyla akrabalık bağları taşıyan, son derece tanıdık bir bakışla yargılarken, onlara sıradan sayılabilecek bir hikâyenin sonucunda derin bunalımlar yaşatırken, Meryem, ağabeyi ve yengesi için mutluluk uzakta değildir. “Bilmenin mutsuzluk getirdiği” tezini destekleyen bu durumun sonucunda; alttaki, yukarıya derin ahlâki dersler verip, onu önyargılarıyla yüzleştirirken, kendisi için mutluluk reçetesi hiç de karmaşık değildir: Tecavüzcünle yüzleş ve sorunlarından arın, mutlu bir evlilik yap, çokomelini ye! Bu bakışın hiçbir yerinde, iddia edildiği gibi derin psikolojik çözümlemeler olmadığı gibi, meselenin ekonomi politiğine ilişkin de bir şeyler söylenmemektedir. Bu çözümleme, 20 yıl öncede kalmış primitif bir kültürel okumadan daha fazlasını vaat etmemektedir (Bu anlamda; imamın TRT, Meryem ve ailesinin Çukur ve burjuva ailenin Halk TV izlemesinin yenilik içermediğini, sözü edilen kodlanmış veriler ekseninde ele alınabileceğini vurgulayalım.)
Bir Başkadır, bir dönemde, yükselen İslami hareketin gelişim çizgisini bağlamından kopararak sadece kültürel okuma yöntemiyle algılamaya çalışan liberal yönelimin yerinde saydığını ve ezberine yeni bir şeyler ekleyemediğini ortaya koyması bakımından önemli görünmektedir; ama teorik altyapısı kesinlikle “yeni” değildir. Bir dizinin bütün bu tahlillerin yeniden hatırlanmasına vesile olması azımsanacak bir şey değildir; ancak “sahicilik” ya da “değinilmeyeni yapma” söyleminin dışında, en çok da bu yüzden övülmesi şartıyla…
(28 Kasım 2020)
Tuncer Çetinkaya
ModernZamanlar Sinema Dergisi Editörü
[email protected]