Olivia de Havilland: Hollywood’u Sarsan Çetin Ceviz

Olivia de Havilland “Ben 110 yaşına kadar yaşamayı planlıyorum”* dermiş.

Hollywood’un Altın Çağı’nın iki Oscar ödüllü bu son kadın starı, bazılarına göre süperstarı, iki ay önce, 26 Temmuz’da aramızdan ayrıldığında 104 yaşındaydı.

Geçen yıl 103 yaşında vefat eden Kırk Douglas’ın ardından, Hollywood, böylece Altın Çağı’dan arda kalan son birkaç asırlık çınarından birini daha kaybetti.

Olivia de Havilland uzun yaşamanın sırrının üç “L”de olduğuna inanırmış. Sevmek (Love), gülmek (Laugh) ve ışık (Light).

Ayrıca hayata olumlu bakmak ve her zaman bir şeylerle meşgul olmak, her daim yaşam prensibi olmuş.

Bir de, tabii, bir işin yürümediğini görünce, Olivia de Havilland’ın yaptığı gibi, Hollywood adlı cazibe merkezine bile arkanı dönüp çekip gidip, 40’lı yaşlara girerken, yeni bir hayata başlama cesareti gösterebilmek.

Fransız – Alman ortak kanalı Arte, geçen ay, 30’lu 40’lı yılların bu efsane oyuncusunu anmak için, “en iyi kadın oyuncu” dalında iki Oscar ödülünden birini kazandığı 1949 yapımı, ülkemizde de 1951 yılında gösterilen “Miras” (The Heiress) filmini yayımladı.

Henry James’in “Washington Meydanı” (Washington Square) romanından uyarlanan, yönetmen koltuğunda usta William Wyler’ın oturduğu, 1850’lerin New York’unda geçen, tam bir siyah-beyaz şölen.

Ama herşeyden önce “Rüzgâr Gibi Geçti” filmi gelir elbette.

Bazı filmler gönlümüze ve beynimize öylesine kazınıyor ki giderek özel ve tüzel kişilik kazanıyorlar bence. Olivia de Havilland’ı 1930’ların sonunda bir gecede dünyaca tanınan bir oyuncuya dönüştüren on Oscar ödüllü “Rüzgâr Gibi Geçti”* öyledir mesela.

Birkaç sefer niyetlenildiyse de 81 yıldır yerine bir yenisi konulamadı.

1942 yılında gösterime girdiğinden beri hâlâ en çok sevilen aşk filmi seçilen “Casablanca” da öyledir. Rick’i oynayan Humprey Bogart’ın yerine kolay kolay başka bir oyuncuyu koyamazsınız.

Bizim filmlerimiz arasında aklıma ilk gelen “Selvi Boylum Al Yazmalım.” Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’in yerine koyalım bakalım başka isimler. Kolay değildir, koyamayız.

“Rüzgâr Gibi Geçti” filminde, Scarlet O’Hara (Vivien Leigh), Rhet Butler (Clark Gable), Melani ve Ashley (Leslie Howard) dörtlüsünden, ateşli Scarlet’i kıskançlık ve öfkeden çıldırtan sessiz sakin melek ruhlu Melani’ye can veriyordu Olivia de Havilland.

Ancak 1916 yılında Tokyo’da İngiliz asıllı bir anne babadan dünyaya gelen, 2020’nin Temmuz’unda Paris’te uykuda hayata gözlerini yuman, sıcak, sevecen, yaramaz çocuk gülümsemesiyle ünlü, bu ufak tefek, güzel yüzlü, biblo gibi kadın, hiç ama hiç canlandırdığı Melanie gibi sessiz sakin yumuşak biri değil anlaşılan. Tersine, tabiri caizse, tam bir “çetin ceviz.”

Neden derseniz, yedi yıllık kontratla bağlı olduğu Warner Bros. şirketinin astığı astık kestiği kestik patronu Jack L. Warner’a başkaldırıp, açtığı davayı kazanarak 1944 yılında, hâlâ kendi adıyla anılan “De Havilland” kararını çıkarmayı başarıyor. “Stüdyo sisteminin belini kırdı”* diye nitelenen bu karar ya da yasa, büyük film stüdyolarının yıldızlarına uyguladığı “kontrat esareti”ne darbe indirip, sinema oyuncularına özgürlük ve kendi kariyerlerine sahip çıkma yolunu açıyor. Bu Hollywood’da o zamana kadar görülmüş birşey değil. Bu bir.

Bilindiği gibi, Hollywood, “Altın Çağ” diye anılan, kabaca 1920’lerden 1950’lere uzanan yıllarda, Warner Bros, RKO, Fox, MGM ve Paramount gibi beş büyük; Columbia, Universal ve United Artists gibi daha küçük üç stüdyo tarafından yönetiliyor.

Bu stüdyoların başındaki Jack L. Warner, Howard Hughes, Darryl F. Zanuck, Louis B. Mayer, Adolf Zukor gibi, neredeyse yıldızları kadar ünü büyük patronlar, sözü kanun olan birer zorba kral sanki.

Yedi yıllık kontratlarla kendilerine bağladıkları ve mahkemeden “De Havilland” kararı çıkana kadar da kontratlarını keyfi olarak kafalarına göre uygulayıp uzattıkları yıldızlar, onların gerek kariyerlerine gerek özel hayatlarına, kimi zaman cinsel tacize kadar varan her türlü tasarrufu kendilerine hak gördükleri “özel mülkleri” ve “ücretli köleleri.”

Jack L. Warner davayı kaybettikten sonra, şapkasını çıkarıp yerine oturacağına, olup biten sanki çektiği bir filmin mizanseniymiş gibi, Olivia de Havilland’ı işten atıp, filmlerinde oynatmamaları için diğer stüdyolara da baskı yapıyor örneğin.*

Hatırlarsak, geçen yıl gösterilen, başrolünü Renée Zellweger’ın üstlendiği “Judy” filmi, çok yetenekli bir Hollywood yıldızının, yani Judy Garland’ın hayatının MGM’in büyük patronu Louis B. Mayer ve ekibi tarafından daha 15 – 16 yaşından itibaren nasıl acımasızca ve vahşice perişan edildiğini bir güzel sergiliyordu.

“Star, Hollywood stüdyo sisteminde, hem büyük bir şöhrettir, hem de bir köledir. Ben de hem bir stardım hem de bir köle,” diye değerlendiriyor bu durumu Olivia de Havilland, 2009 yılında “The Independent” gazetesinden John Lichfield’le Paris’te yaptığı görüşmede.

Olivia de Havilland, bu gözükara patronlara itiraz edip “hayır” demeye cesaret edebilen, Bette Davis gibi, Katherine Hepburn gibi, Rita Hayworth gibi parmakla sayılabilen birkaç yıldızdan biri. Buna karşılık bu adamların, “huysuz,” “geçimsiz,” “başına buyruk” diye damgaladıkları bu eşsiz yıldızların başlarına örmeye çalıştıkları çoraplar ise traji – komik ayrı bir yazı konusu olabilir.

Olivia de Havilland, hanım hanımcık bir ingiliz leydisi görünümüne rağmen, gönlünü gidip gidip sinema dünyasının en “arıza” adamlarına kaptırıyor. Bu da iki.

Önce, 1935 yılından başlayarak birlikte sekiz film çektiği, ölünceye kadar skandalları dillerden düşmeyen, çocukluğundan itibaren başını durmadan belaya sokan, okullardan atılan, yakışıklının yakışıklısı Errol Flynn’a aşık oluyor. Hiçbir işte dikiş tutturamayan, peşindeki öfkeli kıskanç kocalar yüzünden doğduğu Avustralya’dan ayrılmak zorunda kalan Flynn, Hollywood’da kamera ışıklarının karşısında macera filmlerinin vazgeçilmez oyuncusuna dönüşüyor. Olivia de Havilland’la aralarındaki güçlü çekim beyazperdeye de yansıyor. Ama Flynn evli. O yüzden bu ilişki fazla ileri gidemeden imkansız bir aşk olarak kalıyor. “Doğru, aramızda çok yoğun bir çekim vardı,” diyor Olivia, yıllar sonra bir röportajında*.

Ardından 1938 yılında egzantrik milyoner, uçaklara, uçmaya tutkun, hastalık hastası, evham kumkuması RKO stüdyosunun patronu Howard Hugues’la hiçbir yere gidemeyecek bir ilişkisi oluyor. “İyi bir insandı. Gerçek bir kahramandı,” diye anıyor de Havillland, Hugues’u.

Bu iki arıza adamdan sonra Havilland bir değişiklik olarak, iki yıl kadar Amerikan sinemasının “iyi insan, iyi vatandaş” rollerinin vazgeçilmez oyuncusu James Stewart’la çıkıyor. Olivia’nın “Savaş – öncesinin liseli aşkı gibiydi” diye tanımladığı bu ilişki James Stewart’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında savaşa gitmek için orduya katılmasıyla sona eriyor.

Ardından Olivia de Havilland, sinemanın en maceraperest, en başına buyruk, en yerinde duramayan adamına sırılsıklam aşık oluyor. Yani yönetmen, oyuncu, senaryo yazarı, boksör, süvari subayı, muhabir ve daha pek çok şey olan İngiliz, İskoç, İrlanda hatta uzaktan Portekiz asıllı, Nevada doğumlu John Huston’a.*

1941 yılında birlikte “Aşk Yarışı” filmini çekerken ilişki yaşıyorlar. Hatta filmde Olivia’nın kızkardeşini oynayan Bette Davis, yönetmen Huston’un Olivia’ya iltimas geçmesi ihtimalinden ciddi endişe duyuyor. Ancak Huston o sırada ikinci karısıyla evli, boşanmaya da niyeti yok. İlişkileri üç yıl sürüyor. “O benim çok büyük aşkımdı. Evlenmek istediğim bir adamdı,” diyor Olivia, Huston için.

Olivia de Havilland bu fırtınalı ilişkilerin ardından sonunda iki evliliğini okur, hem de yazar adamlarla yapıyor. 1946 yılında evlendiği ilk kocası Marcus Goodrich, “Night Waitress,” “Navy Born” gibi romanların yazarı. Senaryo da yazıyor.

1955 yılında evlendiği ikinci kocası Fransız Pierre Galante, gazeteci – yazar. “Paris Match” dergisinin ünlü yayın yönetmeni. 1979 yılında boşanıyorlar ama hep dost kalıyorlar. Galante, Grace Kelly ile Monaco Prensi Rainier’i bir foto – röportaj nedeniyle ilk kez Cannes’da bir araya getiren kişi olarak tanınıyor. On ikiden fazla kitap da yazan Pierre Galante’nin 1984 tarihli “Operasyon Valkyrie” romanını Tom Cruise 2008’de filme çekip başrolünü oynadı.

Olivia de Havilland’ın kendisi gibi ünlü oyuncu olan, bir buçuk yaş küçük kızkardeşi Joan Fontaine ile hiç geçinemedikleri, ilişkilerinin hayatları boyunca, uzun süreler görüşmeyi kesecek kadar sürtüşmeli, kıskançlık krizli ve rekabetçi olduğu iddiası yaygın. Bu üç.

Anneleri Lilian’ın baskısıyla İngiltere’ye dönmek üzere 1919 yılında gemiyle Japonya’dan yola çıkan de Havilland ailesi, Olivia ve Joan’ın bronşit ve zatürre hastalıklarına iyi gelir umuduyla gemiden inip güneşli Kaliforniya’ya yerleşmeye karar verince, büyüyünce ikisi de oscarlı yıldız olacak iki küçük kızın Hollywood’a giden yollarına ilk taşlar döşeniyor.

Avukat babaları bir süre sonra onları terkedip, Tokyo’daki evlerinde hizmetli olarak çalışan Japon sevgilisine geri dönüyor. Anne baba 1925 yılında boşanıyor. Joan’ın olmasa da, Olivia’nın öz babasıyla ilişkisi kesiliyor. Annesi bir iş adamıyla ikinci evliliğini yapıyor. Aşırı baskıcı ve kontrolcü üvey baba oyunculuk hayallerinin önünü kesmeye çalışıp, okul oyununda rol almasına izin vermeyince Olivia on altı yaşında evi terk edip, bir aile dostunun yanına gidiyor. Bu da dört.

Anne Lilian, Birleşik Amerika devletinin bu en renkli, en canlı eyaletinde, kızlarını büyük bir ısrar ve kararlıkla birer “İngiliz” olarak yetiştiriyor. Sanat, oyunculuk, dans, müzik eğitimi almalarına önem veriyor.

Olivia de Havilland, 1934 yılında bir okul oyununda ünlü Avusturya asıllı tiyatro yönetmeni ve yapımcı Max Reinhardt tarafından keşfediliyor. Oyun William Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası.”

Reinhardt, Olivia de Havilland’ı aynı oyunda önce tiyatroda ardından da Warner Bros. için 1935 yılında çektiği filmde oynatıyor. Böylece on dokuz yaşında Olivia’nın önünde Hollywood’a giden kapılar açılıyor. Önce “Kanlı Korsan” (Captain Blood), “Vatan Kurtaran Aslan” gibi Errol Flynn’le oynadığı “derin romantik, hızlı macera” filmleriyle sinema dünyasında adını duyuruyor. 1939 yılında da “Rüzgâr Gibi Geçti” filmiyle zirveye yürüyor.

Olivia de Havilland’ın “en iyi kadın oyuncu” dalında ilk Oscar ödülünü aldığı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiren ve onu evlatlık vermek zorunda bırakılınca, yıllarca uzaktan takip edip yaklaşmaya çalışan bir anneyi oynadığı, Paramount Pictures yapımı, 1946 tarihli “Günah Çocuğu” (To Each His Own) filmini izleme olanağım olmadı.

“Günah Çocuğu,” kendisine hep tekdüze saf masum kadın rolleri verilmesine itiraz ettiği için Warner Bros.’un 1943 yılında Olivia’yı kara listeye alıp, sonra da işten atması yüzünden, açtığı davanın sonucu kesinleşene kadar iki yıl evinde oturup beklemek zorunda kalan yıldızın yeniden setlere döndükten sonra çektiği ilk film bu arada.

Yine bir Paramount yapımı olan, Olivia de Havilland’ın ikinci Oscar ödülünü aldığı 1949 tarihli “Miras” (Heiress) filmini ise geçen ay Arte televizyonunda büyük bir keyifle izledim.

Henry James’in, bir arkadaşının anlattığı gerçek olaydan yola çıkarak yazdığı, 1880 yılında yayınlanan romandan uyarlanan film, aradan geçen yetmiş bir yıla rağmen gerek teknik, gerek içerik, gerek oyunculuk açısından hâlâ çok güncel, taze ve etkileyici. “En iyi kadın oyuncu”nun yanı sıra, “en iyi sanat yönetimi ve set tasarımı”, “en iyi kostüm”, “en iyi müzik” dalında aldığı dört Oscar ödülünü sonuna kadar hak ediyor.

Olivia de Havilland, 1850’lerde henüz yeni gelişmekte olan New York’ta varlıklı, mevki sahibi doktor babası, kocasını kaybedince yanlarına gelen halasıyla beraber yaşayan, otuzunu geçmiş, hem kendi evinde, hem de içinde yaşadıkları toplumda evde kalmış kız gözüyle bakılan utanganç, insan içine çıkmaya çekinen, çıkarsa da iki lafı biraraya getiremeyen Catherine’i ustalıkla canlandırıyor. Catherine’in, üzerine geçirilmiş kalın güvensizlik ve çekingenlik perdesinin altından zaman zaman fışkıran yaşam tutkusunu, canlılığını ve direncini de son derece incelikli bir oyunculukla sergileyerek, akıllardan kolay çıkmayacak bir portre çiziyor.

Babası Doktor Sloper’ın, “onu en iyi okullarda okuttum, gelişsin diye onunla geceleri politika ve dünya meselelerini konuştum” diye övündüğü Catherine’in kendine güvensizliğinin temel nedeni, yine babası. Yani Dr. Sloper’ın, Catherine’i durmadan onu doğururken ölen annesiyle kıyaslayarak, önceleri kibar kibar, sonra da sözünü geçiremeyince son derece kaba ve gururunu kıracak şekilde aşağılayarak, hor görerek ve ona değer vermeyerek, kızına çocukluğundan beri psikolojik şiddet uygulaması.

Dr. Stopper’ın öfkesinin nedeni, Catherine’in, bir türlü, annesi gibi toplum içinde parlak güzel bir genç kadına dönüşmemesinin üstüne, bir de gönlünü servet avcısı dediği bir adama kaptırması.

Yakışıklılığının ve karizmasının zirvesinde bir Montgomery Clift’in oynadığı, Avrupa görmüş, Londra ve Paris’te yaşamış, bilgisi kültürü yerinde ama işsiz güçsüz ve beş parasız Morris gerçekten de Catherine’in mirasının peşinde olan bir servet avcısı. Ama Catherine sonunda ikisini de altedip, hayatına sahip çıkmaya, içindeki gücü tanımaya yöneliyor.

“Bu filmin yeri bende çok özeldir ve hep öyle kalacaktır. Filmi seyreden kadınlar beni çok iyi anlayacaktır,” diye değerlendiriyor Olivia de Havilland oynadığı “Miras” filmini.

Filmografisinde* 1935 – 1988 yılları arasında altmış bir film, dizi, TV filmi yer alan Olivia de Havilland en çok arandığı yıllarda, 1950’lerin ortasında Hollywood serüvenine “buraya kadar” diyor. “Ben ömrümü artık hayal dünyasında, rüyalar aleminde, setler dekorlar arasında değil, gerçek bir şehirde, gerçek insanlar, anıtlar, binalar arasında geçirmek istiyorum,” diyerek Paris’e yerleşiyor ve kendisine yeni bir hayat kuruyor.

Ağırlığı televizyona verse de 1988 yılına kadar oyunculuğa devam ediyor. 1965’de Cannes Film Festivali’nde ilk kadın jüri başkanı oluyor. Kültür ve sanat etkinliklerine katılıyor. ABD, İngiltere ve Fransa’nın kültür ve sanat alanında verdikleri en onurlu unvan, madalya ve nişanları alıyor.

Olivia de Havilland, planladığı gibi 110 yaşına kadar gelemese de, günahıyla sevabıyla, sevinciyle kederiyle, Tokyo’da başlayan, Hollywood’da süren ve Paris’te sonlanan dolu dolu uzun bir ömür geçiriyor şu güzelim “mavi” gezegenimizde, kendi deyişiyle gülerek, severek ve ışığın tadını çıkararak.

* Not: ABD’de Mayıs ayında siyahi George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan, ardından dünyanın birçok ülkesine yayılan ırkçılık aleyhtarı gösteriler şiddetlenince, “ırkçı, köleci öğeler içerdiği” gerekçesiyle 10 Haziran 2020’de “Rüzgâr Gibi Geçti” filmini yayından kaldıran Amerikan paralı televizyon kanal grubu HBO, iki hafta sonra 24 Haziran’da, “Amerikan iç savaşı”nın tarihi içeriğini açıklayarak “Tarihi Bilgilendirme”yle bu “klasik” filmin tekrar ekranlara dönmesi kararı aldı.

Kaynakça:

(19 Eylül 2020)

Çiğdem Kömürcüoğlu