Amerika’ya Veda: Kubrick

Büyük usta Stanley Kubrick’in son siyah-beyaz “Lolita” ve “Garip Doktor” filmleriyle sinema sanatına zengin anlatımlar sundu. Dâhi ustanın felaketleri anlatan bu iki filmine saygı sunmak istedik.

“Lolita…”

Stanley Kubrick’in Rus yazar Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “Lolita”, insanı kendi ikiyüzlülüğüyle baş başa bırakan, hem ahlaki hem de adli suç filmine dönüşen sarsıcı bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu da kendi romanından yazmış Nabokov. Filmin çarpıcı kurgusunu da Anthony Harvey yapmış. Filmin müziklerini de Nelson Riddle bestelemiş. Fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan görüntülerse Oswald Morris’e ait. Kubrick’in bu filmi, Amerika’da ahlakçılık oyunu oynayan muhafazakâr basın tarafından saldırıya uğradı. Usta, Amerika’yı terk etti, İngiltere’ye yerleşti ve ölene kadar orada kaldı. Bu film, Şubat 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Film, ön jenerikte Lolita’nın ayak parmaklarına bir elin oje sürmesiyle açılıyor. Ön jenerik yazıları zincirleme geçişleriyle yansıyor. Her şey birbirinin içine geçmiş gibi. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Bunların anlamı filmin derinliğinde anlamlaşıyor. Ön jenerik sonrası, sisler içinde steyşın bir beyaz araba şehir dışındaki bir çiftliğe doğru yol alıyor. Profesör Humbert Humbert (James Mason), malikâneye giriyor. Orada televizyonda oyun yazan ve çok para kazanan Clare Quilty’yi (Peter Sellers) arıyor. Malikâneye giren Humbert’i kayarak takip eden kamera, akşamdan kalma Quilty’yi buluyor. Humbert ona Dolores Haze’i soruyor. Yani Lolita’yı. Lolita, Dolores’in kısaltması. Buradaki konuşmalarda Kubrick, 1960 yapımı renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmine de gönderme yapmış. Bir şeylerin ters gittiğini anlayan Quilty, piyano çalarak ortamı yumuşatmaya çabalasa da tabancayla üstüne doğru gelen Humbert’in kurşunlarından kaçamıyor. Yağlı boya kadın portresinin arkasında trajedisini yaşıyor. Aynı zamanda tablo da etkileniyor bu trajediden. Filmi, Humbert’in iç sesiyle takip ediyor seyirci, baştan sona kadar. Sadece sondaki ses başkaydı. Çünkü trajedi uzaklarda değil.

Film, buraya nasıl gelindiğini anlatmak için dört yıl öncesine dönüyor. Humbert, Amerika’ya Fransız edebiyatından İngilizceye çeviriler üstüne dersler vermek için gelmiş orta yaşlı ve de yeni boşanmış İngiliz bir profesör. Uçak New Hampshire’a iniyor. Ramsdale kasabasına yerleşiyor. Sakin bir yaz geçirmeye karar vermiş Humbert. Sonbaharda Ohio’daki Beardsley Üniversitesi’nde dersler verecekmiş. Dostlarının önerisiyle Ramsdale’e gelmiş kiralık ev için. Önce, kocası Harold ölmüş Charlotte Haze’in (Shelly Winters) evine yerleşiyor. Charlotte, dindar ama onca yıl erkeksiz kalmanın verdiği bunalımla Humbert’e dişiliğini hissettiriyor hemen. Beyaz steyşın da Charlotte’un. Bu araba filmin önemli
karakterlerinden biri oluyor derinliklerde. Evi dolaşırken, dışarıda güneşlenen 14 yaşındaki sarışın Lolita’nın (Sue Lyon) ışık saçan güzelliğiyle sallanan Humbert, onun çocuksu davranışlarından anlamlar çıkartarak hayaller kurmaya başlıyor. Ona tutkusunu gönderen kelimelerle günlük bile tutuyor. Ailenin içine iyice yerleşen Humbert, onlarla arabadan izlenen film bile izliyor. Perdede “Frankeştayn” filmi yansıyor. Terence Fisher’in yönettiği 1957 yapımı renkli Filmin adı “The Curse of Frankenstein…” Bu bir metafor muydu? Zaman geçiyor. Kenny’yle çıkan Lolita, baloda sevgilisiyle coşkulu dans yaparken, onun enerjisi Humbert’i büyülüyor dansı dikizlerken. Avukat komşuları John ve karısı Jean’le de tanışıyor Humbert. Kızları, Jean ve John’un Mona’nın partisine giderken, Charlotte bu fırsatı değerlendirmek istese de kolay olmuyor. Elbette büyük balo da elbette Quilty de var.

Oyunlar oynayan Loita odasına, taze ışığıyla geliveriyor. En sevdiği şairden, Edgar Allan Poe’dan dizler okuyor ona Humbert. Yüce Poe dediği şairin şiirinden, “Yalnız ekimde bir akşamdı / Yılların en unutulmazıydı / Donuk Auber Gölü’nde zaman durdu / Orta Weir topraklarına sis kondu” diyor. Humbert, “donuk” ve “kondu” arasında Poe’nun oyun yaptığını söylüyor Lolita’ya. “Donuk” kelimesini diğer mısrada tersten yazmış Poe. Küçük Lolita anlamasa da dinliyor onu bir şeyler atıştırırken. Öğrencisiymiş gibi Lolita’ya açıklamalar da yapıyor Humbert, başka mısraları da okurken ona: “Yatıştırdım Psişe’yi ve dudaklarımız kavuştu / Ve yendim çekingenliğini, sildim sıkıntılarını / Vardık o yolun sonuna / Ama çıktı bir mezar karşımıza / Sordum o tatlı kıza orada ne yazıyordu / Cevap verdi bana ‘Ulalum, ulalum… Lolita, “O tatlı kız” lafını beğenmiyor pek. “Lolita, cicim” der gibiymiş ona göre. Yazar-şair Poe, polisiye romanın da öncüsüydü.

Lolita, yaz kampı için gittikten sonra, Charlotte bir notla Humbert’e evlenme teklif ediyor. Evleniyorlar. Cinsel yönden rahatlaması gereken Humbert, Lolta’ya özlemini günlüğüne dökmeyi sürdürüyor. Yatak odasında, Charlotte, Lolita’yla telefonda konuştuktan sonra Lolita’yı yatılı okula vereceğini söyleyiveriyor Humbert’e. Elbette Humbert’in emellerinden daha haberi yok Charlotte’un. Yalnızlıktan çok korkan Charlotte, Humbert’e Tanrı’ya inanıp inanmadığını söylüyor. Humbert, “Tanrı bana inanıyor mu bilmiyorum” diyor. Komidinin çekmecesinden kocasının tabancasını çıkartıyor ve Humbert’e, “Annenin babası Türk bile olsa umurumda değil. Tanrı’ya inanmadığını öğrenirsem, sanırım intihar ederim” diyor Charlotte. Ama çok geçmeden Humbert’in günlüğün bulup karıştıran Charlotte, yağmurlu havada arabanın altında kalıp ölüyor. Humbert, tabancayla öldürmeyi hayal ettiği Charlotte’un böyle zahmetsizce ortadan çekilmesinden gayet mutlu oluyor. Lolita ona kalacağı için belki de. Steyşın araba gibi, tabanca da önemliydi filmde. Kubrick, Brechtyen estetikten yardım buluyor tabancayla. Brechtyen bakışta, bir silah görünüyorsa mutlaka bir yerde işlevi olması gerekiyor. Hemen küvete girip keyif yaparken komşuları Jean ve John da geliyor eve. Sonra da Charlotte’a çarpan Frederick de özür için geliyor. Humbert’in umurunda değil ki tüm bunlar.

Yaz kampına gidip Lolita’yı alan Humbert, kıza annesinin hasta olduğunu söyleyip onu otele götürüyor. Otelde eyalet polisinin toplantısı var. Elbette Quilty de orada. Yatak sorunu çözülürken Humbert’le iletişimi deniyor Quilty. Aklı da Lolita’da. Odaya gelen Humbert, yatakta bir melek gibi uyuyan Lolita’ya sarılıp uyumayı hayal ederken, melek uyanıveriyor. Öncesinde, pencerenin panjurunun demirparmaklıkları hatırlatan çizgili gölgesi odanın içine yansıyor. Bu gerçeküstü görüntünün anlamı daha sonra anlamlaşıyor zihinlerde. Oyun yine başlıyor ve yeniden yollara düşüyorlar. Humbert, Lolita’ya annesinin öldüğünü söyleyerek biraz olsun rahatlıyor. Zaman geçiyor. Kış çöküyor. Başka bir kasabada yeni hayatları sürüyor. Lolita’yı başka erkeklerden, okuldan, etkinliklerden kıskanan Humbert, kızın hayatını küçük bir cehenneme de çeviriveriyor. Okuldaki piyese katılmasına bile karşı çıkıyor yatak odasında Lolita’nın ayak parmaklarına oje sürerken. Kubrick bu sahnede seyirciyi de epeyce zorluyor zihinsel anlamda. Yatakta sere serpe uzanmış Lolita’nın pürüzsüz beyaz teni kışkırtıcı, akıl alıcı yansıyor estetik fotoğraflarla. Seyircileri de dilemmalarda, ikilemlerde bırakan Kubrick, ahlakçı ikiyüzlülükle baş başa bırakıveriyor herkesi. Kubrick, Humbert’le Lolita’nın seviştikleri hakkında açık bir şey göstermiyor. Ama zihinlerde hep bir kuşku oluşuyor.

Lolita’nın piyese katılmasına izin vermeyen Humbert’i Dr. Zempf ziyarete geliyor. Onun kim olduğunu çıkartıyorsunuz çok geçmeden. Piyeste sahne alan Lolita’yı korkunç bir kıskançlıkla kıskanan Humbert, yeniden yolculuğa çıkartıyor Lolita’yı. Kasabada dedikodular da duyulmaya başlıyor. Kasabalı, Lolita’yla Humbert’in aralarında bir şeyler olduğunu hissediyor. Baba-kız ilişkisinin ötesinde. Steyşın araba otobanda yol alırken, bir araba da peşlerine takılıyor. Arabanın lastiği patlıyor. Lolita hastalanıyor. Bu, Humbert için kırılma anı oluyor. Çok geçmeden Lolita ortadan kayboluyor. Yedi ay geçtikten sonra Lolita’dan yardım için mektup alıyor Humbert. Hemen yola çıkıyor Lolita’ya çabucak ulaşabilmek için. Düş kırıklığını da yaşıyor orada. Lolita evli ve üstelik de hamile. Lolita gelmiyor. Ona para bırakıp, bu sorunları açan Quilty’yle hesaplaşmaya doğru yol alıyor Humbert. Filmin girişindeki an yeniden yaşanıyor. Quilty’ye ve kadın portresine kurşun yağdıran Humbert’in âkibetini de “sonsöz” (epilog) açıklıyor sonda.

Bir suç ve yol filmine de dönüşen bu yapıtında Kubrick, ahlakçıları eleştiriyor, önyargının korkunç bir düşünce olduğunu hissettiriyor. Humbert’e saldırgan ve aşağılayıcı yaklaşmıyor yönetmen. Yeni boşanmış ve hiç çocuğu olmamış bu yalnız adamın kıyılarında dolaşarak toplumun ikiyüzlü ahlakının maskesini düşürüyor yönetmen. Charlotte’un evinde yoğunlukla parlak ışık düzenlemeleri kullanan Kubrick, Charlotte öldükten sonra gölgeleri daha bir öne çıkartan dramatik ışık düzenlemeleri yapmış kara filmlerdeki gibi. Kasvet duygusunu da çoğaltıyor bu şık düzenlemesi. Kubrick, kararmalarla zamanın geçişini de hızlandırmış bu filminde. Aralarda duyulan piyano tınılarındaki “Lolita” tema müziği de filmin ruhunda hüznü çoğaltıyor bir de. James Mason (1909-1984), Shelley Winters (1920-2006) ve Sue Lyon’ın (1946) performansları muhteşemdi.

“Lolita” filmi, 1997 yılında Adrian Lyne tarafından bir defa daha uyarlanmıştı. Kubrick’in filmi daha değerliydi tabii ki.

“Garip Doktor…”

Stanley Kubrick’in yazar Peter George’un “Red Alert” (Kırmızı Alarm) romanından uyarladığı 1964 yapımı siyah-beyaz “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb – Garip Doktor”, nükleer felaket üstüne politik hiciv ve ironi yüklü gerçekçi bir film. Ayrıca bu Soğuk Savaş parodisi de. Columbia’nın sunduğu filmin senaryosunu romanın yazarıyla beraber Kubrick ve Terry Southern ortak yazmışlar. Filmin uzun orijinal adının anlamı “Dr. Garipaşk veya Nasıl Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim” demek. Çarpıcı fotoğraflar kameraman Gilbert Taylor’a, müziklerse Laurie Johnson’a ait. Filmde Peter Sellers üç rolde gözüküyor.

Film, Kuzey Kutbu üstüne bir dış sesle açılıyor. Ses, “Batılı liderlerin arasında dolaşan rivayete göre Sovyetler Birliği ‘nihai’ bir silah geliştiriyor. Mahşer Günü silahıymış bu. / … / Zarkov Adası’nda, Arktik tepelerin hemen altında olduğunu belirlediler. / … /” Sonra kamera, ön jenerikte havada uçan Amerika’nın savaş uçaklarını takip ediyor. Filmin ön jenerik yazıları da özgün ve çarpıcı.

Burdelson Hava Üssü’nü yöneten Amerikalı General Jack D. Ripper (Sterling Hayden), bir ayağı takma olan İngiliz yaveri Yüzbaşı Lionel Mandrake’ye (Peter Sellers) tüm radyoları toplaması emrini veriyor. Radyolar telsiz olarak da kullanılabiliyor. Ripper, havadaki nükleer bomba yüklü bombardıman uçaklarına Sovyetler’i bombalamaları için emir gönderiyor. Bundan kimsenin haberi yok. Amerikan Başkanı Merkin Muffley’nin (Peter Sellers) bile. Üçüncü Dünya savaşı yakın mıydı? Nükleer bombalarla yüklü bombardıman uçakları teftiş uçuşlarını yaparken, uçaktaki askerler de can sıkıntısından patlıyor. Ama bu uzun sürmüyor ve General Ripper’dan mesaj ulaşıyor onlara. Mesaj, nükleer bombaları Rusların üstüne boşaltmalarını istiyor. Popüler lafla yol haritalarını da broşürle açıklıyor askerlere. Uçaktakiler şaşkın. “Kanat Uçuş Planı R” devreye girmiş, ama Başkan’ın haberi yok olanlardan. “Mahşer Günü” başlıyor. Üçüncü Dünya Savaşı uzakta değil.

Kendine “Bayan Dışişleri” diyen sekreteri ve metresi Bayan Scott’la (Tracy Reed) eğlenen General Buck Turgidson (George C. Scott), Başkan’ın emriyle gizli toplantıya çağrılıyor. Turgidson, gururla Ripper’a Başkan’a anlatırken, ortaya tuhaf düşünceli, hatta meczup biri ortaya çıkıyor. Ripper, kızıl komünistleri yeryüzünden Tanrı’nın emriyle silmek istiyormuş. Evli ve bir metresi olan Turgidson da bir anti-komünist. Alttan alta da Ripper’ı destekliyor. Üste de işler karışıyor. Başkan Muffley, üsse girilmesini istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Kırmızı alarmın olduğu üste giden askerlerin üsteki askerlerle savaşmaları gerekiyor. Başkan Muffley, Sovyetler Birliği’nin Washington Büyükelçisini Aleksi de Sadeski de (Peter Bull) gizli toplantıya çağırıyor. Büyükelçi, Başkan’ın sunduğu Jamaika purolarını içmeyi reddediyor. Çünkü, emperyalistlerle işbirliği yapan bir ülkenin purosu içilmez. Devrime de aykırı. Turgidson’ın gözü Büyükelçi’nin üstünde hep. Başkan, Sovyetler’in başkanı Dimitri Kissoff’a da sürekli bilgiler veriyor. Hatta uçakları vurmasını bile söylüyor.

“Peace is Our Profession”, yani “Barış Bizim İşimiz” yazan üssün paranoyak, anti-komünist “ahlakçı” ve dinci muhafazakâr komutan Ripper, her şeyi Tanrı adına yaparken, dışarıdan yağan kurşunlar altında kızıl komünist ateistleri yok etme fikrinin seviştiği sırada aklına gelmiş. Madreke’ye böyle diyor. Ripper, dünyanın ve insanların onda yedisinin su olduğunu diyor Madreke’ye. Ruslar, sulara “florit” (fluorit) karıştırıyor diyor. Bunu da seviştikten sonraki yorgunluğuna bağlamış. Ripper, gücü almak isteyen kadınlara da gücünü vermekten korkuyor bir de. Madreke de Japonlara esir düşmüş ve köprü yapmış Japonlara. Tıpkı Kwai Köprüsü gibi. Ölümden sonra hayata da inanan Ripper ölse de verdiği emir sürüyor. Nükleer başlıklı bir bombanın arkasında da “Dear John”, yani “Değerli Yahya” yazdığını da belirtelim.

Başkan’ın yaptığı toplantıya, tekerlekli sandalyedeki bilim insanı ve de tuhaf isimli Dr. Strangelove da katılıyor. Strangelove (Peter Sellers), “Silah Araştırma ve Geliştirme Dairesi”nin başkanı o. Bu bombaları da o geliştirmiş. Alman doktorun asıl adı Merkwürdiglibe… Yani Strangelove… Yani Garipaşk… Bombalar, düştükleri yerlerde 93 yıl etkisini sürdürüyormuş. Dışarıdaki askerler üsse giriyorlar. Madreke’yi esir alan Albay Guano (Keenan Wynn), Madreke’nin telkinlerine dirense de sonunda Madreke Başkan’a ulaşabiliyor. Telefonların kesik olduğu üste bir tek jetonlu telefon çalışıyor. Bozukluğu biten Madreke, Guano’dan kola makinesine ateş etmesini istiyor bozukluklar için. Özel mülkiyet ve hr teşebbüse gasp yapılabilir miydi? Madreke, Başkan’a ulaşıyor, ama her şey için çok geç. Dr. Strangelove, Başkan’a bombalar düştükten sonra olabilecekleri doğal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sağlıklı Rus erkekleriyle sağlıklı Rus kadınları sevişip toparlar diyor. Gençler bilgisayar başında eğlenirler ve sevişirler. Canları da sıkılmaz. Aslında bu film fütüristik. Gerçekten gençler bilgisayarla eğleniyorlar, arta kalan zamanlarda da sevişiyorlar. Tıpkı bu filmin öngörüsü gibiydi şimdi her şey. Ruslar, Amerikan bombardıman uçaklarını düşürüyorlar, ama isabet alan bir uçak dışında. O uçak da Rusların üstüne nükleer bombaları bırakıyor. Soykırım uaşanıyor. Bir eli de sakat olan Nazi Dr. Strangelove, tekerlekli sandalyeden ayağa fırlıyor ve “Mein Führer (Lider Benim), yürüyorum” diye çığlık atıyor. Bombalarsa Rusya’yı karanlığa gömüyor. Kubrick’in bu filmi altın kadar değerli ve insana da her daim gerekli.

(06 Temmuz 2015)

Ali Erden

[email protected]