Günümüzde eski popülaritesini yitirmiş olsa da sinema tarihinin en köklü türlerinden biri olan Western, Amerika Birleşik Devletleri’nin sancılı kuruluş yıllarını öyküler. Öte yandan eski kıtadaki yoksulluk ve kargaşa ortamından daha özgür bir yaşam hayaliyle vaadler ülkesine akın etmiş Avrupalıların hikâyesidir anlatılan. Vahşi Batı’nın sınır bölgesinde hayatta kalma savaşı verenler o veya bu nedenle yollara düşmüş Avrupalı göçmenlerdir. Kristian Levring’in bu hafta ‘İntikam’ adıyla gösterime giren filminin (özgün adı ‘The Salvation’ ‘Kurtuluş’ anlamına geliyor) ana karakteri Jon da bunlardan biri. 1864 yılında Almanlara karşı verilen savaşta bozguna uğradıktan sonra şansını Yeni Dünya’nın verimli topraklarında denemek isteyen Danimarkalı eski asker erkek kardeşiyle birlikte Amerika’ya ayak basışından yedi yıl sonra karısı ve küçük oğlunu yanına aldırır. Lakin hasret dolu buluşma kısa sürer, aynı yolcu arabasını paylaştıkları iki haydudun saldırısıyla yeni kavuştuğu ailesini ebediyen yitirir. Adamları bulup intikamını alır ne var ki canını aldıklarından biri bölgenin gözü dönmüş belalısı Delarue’nün kardeşi çıktığından hesaplaşma sürecektir.
Lars Von Trier, Thomas Vinterberg, Soren Kragh-Jacobsen ile birlikte Dogme 95 manifestosunun dört imzacısından biri olan Levring, gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalgası’ndan etkilenmiş akımın öne çıkan filmlerinden 2000 yapımı ‘The King Is Alive / Kral Yaşıyor’ ile bilinir en çok. Otobüsleri bozulunca Güney Afrika sahili boyunca uzanan Namib çölünde mahsur kalmış bir grup yolcunun yardım gelene kadar oyalanmak için Kral Lear’i sahneleme girişimlerini öyküleyen bu özgün çalışmanın ardından fazla film çekmedi Levring. Dördüncü uzun metrajı olan ‘İntikam’ sinemacının çocukluğundan beri tutkunu olduğu Western’e, hayranlıkla takip ettiği John Ford, Howard Hawks, Sergio Leone gibi ustaların işlerine bir saygı duruşu adeta.
Dogme 95 kurallarını çoktan rafa kaldırmış olan sinemacının bir kez daha Anders Thomas Jensen ile birlikte kaleme almış olduğu bu son çalışmasının ‘Kral Yaşıyor’ ile tek ortak noktası yaşanan serüvenin kızgın güneş altında cereyan etmesi herhalde. Danimarkalı yönetmen türü yenilemiyor belki ancak dersini iyi çalıştığı ve intikam temalı klasik ve spagetti westernlerin ana izleği doğrultusunda temiz bir iş çıkardığı inkâr edilemez. Bunda değişmez görüntü yönetmeni Jens Schlosser’in dijital teknoloji destekli gece çekimleri ve geniş perdede etkisi güçlenen kusursuz sinematografisinin büyük payı olduğunun altını çizmekte yarar var. Kasper Winding’in yaylılar ve vurmalı çalgılarla tedirgin atmosferi destekleyen etkileyici müzik çalışması ise uzaktan uzağa Ennio Morricone’nin işlerini anımsatıyor. Çekimlerin ekonomik avantajlar nedeniyle Güney Afrika’da gerçekleştiğini, 1930’lardan beri western ikonografisinin ayrılmaz parçası haline gelmiş Monument Valley mekânlarının bilgisayar müdahalesiyle stüdyoda kotarıldığını da not olarak ekleyelim.
Teknik başarısının yanında oyuncu seçimiyle de göz dolduran bir yapım bu. Thomas Vinterberg imzalı ‘Onur Savaşı / Jagten’deki pasif direnişçiden Arnaud des Pallières’in ‘Adalet İçin / Michael Kohlhaas’ının intikam savaşçısına uzanan TV’nin ünlü Hannibal’i Mads Mikkelsen karakteristik fiziği ve güçlü oyunculuğuyla Jon karakterinde göz doldururken, yerlilerin kaçırıp dilini kestikleri sessiz Madelaine’e öfkeli kırılgan bakışlarıyla hayat veren Eva Green bu erkekler filminin kadın oyuncusu olarak öne çıkıyor.
Başlangıçta Avrupalı göçmenlerin hayatta kalma mücadelesine odaklanacak gibi görünen ana hikâyenin ilerleyen bölümlerde (bizde ‘Kahraman Şerif’ adıyla gösterilmiş) ‘High Noon’ benzeri kötülere karşı tek başına bırakılmış yalnız kovboyun öyküsüne dönüştüğünü gözlemlediğimiz çalışmada diyalog minimal düzeyde. Karakterlerin psikolojik derinliği yetersiz belki ancak öykünün kapitalizmin doğuş yıllarına ilişkin kısa gözlemleri etkileyici. Çorak toprağın altında yatan petrol sularına karıştığı için ‘Black Creek’ adını almış küçük yerleşim bölgesi sakinlerinin onurunun peşindeki göçmeni yalnız bırakmaları sinmişlikten, başlarındaki ceberrut muktedirin estirdiği terör korkusundan. Kendi iptidai bankasını da kurmuş olan Delarue, kasaba başkanının bölge sakinlerinden ucuza kapattığı tapuları tetikçiliğini yaptığı şirket sahiplerine aktarmakta, bu şekilde Black Creek’in üzerine kurulmuş olduğu paha biçilmez arazinin birkaç ay içinde tümüyle büyük sermayenin eline geçmesi planlanmaktadır. Film özgün adının tersine kurtuluşu değil teslimiyeti ifade eden ve yükselen kapitalizmin ayak seslerini simgeleyen petrol kuyularının görüntüleriyle noktalanırken Paul Thomas Anderson başyapıtı ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’e gönderme yapar gibidir.
(03 Temmuz 2015)
Ferhan Baran
ferhan@ferhanbaran.com