Anadolu Anadolu: Elia Kazan

Sinemanın büyük yönetmenlerinden Elia Kazan’a, Anadolu’yu hep içinde ve etrafında hissettiği “Amerika Amerika” ve “Kader Değişmez” filmlerini hatırlatmak istedik.

“Amerika Amerika…”

Büyük usta Kayserili Rum yönetmen Elia Kazan’ın içindeki kederleri ve umutları anlattığı 1963 yapımı siyah-beyaz “America America-Amerika Amerika”, değerli bir film. Bu film vakti zamanında ülkemizde yasaklanmıştı. Warner Bros’un sunduğu bu filmin senaryosunu Kazan yazmış. Zaman zaman belgesel tadı veren çarpıcı fotoğrafları kameraman Haskell Wexler çekmiş. Kazan, Kayseri ve İstanbul’da gizli çekim yapmış gibi hissediyorsunuz. Acele çekimlerden görüntüler yer yer titriyor. Filmin büyük bölümüyse doğal olarak Yunanistan’da çekilmiş. Yönetmen bu filminde sıkça zincirlemeli geçişler de yapıyor, zamanın ve mekânın değişmelerinde. Müzikleriyse Manos Hadjidakis bestelemiş. Filmde türkü de duyuluyor. Bu film, sanat yönetimi dalında Gene Callahan’a Oscar kazandırdı.

Kayseri topraklarından görüntüler yansırken, dış ses olarak da ustanın, Kazan’ın sesi duyuluyor. Yoksullukların sürdüğü ülkede, Rumlar ve Ermeniler, izin verildiği kadar yaşamlarını sürdürmeye gayret gösteriyorlar. Dış ses, “Adım Elia Kazan” diyor. Sonra, “Yunan (Rum) kanından Türk olarak doğmuşum. Amcamın bir gezisi nedeniyle de Amerikalıyım” diye ekliyor. Kazan, “Bu hikâye, ailemdeki yaşlı kimseler tarafından yıllar boyu bana anlatıldı. Anadolu’yu hatırlıyorlar. Erciyes Dağı’nı da hatırlıyorlar. /…/ Anadolu, Rumların ve Ermenilerin çok eski tarihlerdeki yurtlarıydı. 500 küsur yıl önce bölge Türkler tarafından istila edildi. Rumlar ve Ermeniler burada yaşadılar ama azınlık olarak. Rum teba. Ermeni teba. Türkler gibi fes ve çarık giydiler, aynı yiyeceği yediler, birlikte sıkıntı çektiler, yük işinde, ulaşımda eşekleri kullandılar. Aynı dağa, Erciyes’e baktılar ama farklı duygularla. Aslında onlar yenmiş ve yenilmiş olanlardı. Türklerin ordusu vardı. Halk soyulmaya başladığı zaman, Anadolu’nun her yerinde baskılar kendini gösterdi. Şiddet patlaması olmuştu, birdenbire ve pervasızca. Halk kaygılanmaya başladı. Kimileri de başka yurt aradı.” diyor. Bu konuşma devam ederken, görüntülerle de yoksulluklar da yansıyor. Yaşlı kasap kız çocuklarının ellerindeki tabaklara et koyuyor, eşekle yükler taşınıyor, askerlerin elleri korkuyla öpülüyor. Sonra köyün üstüne ezan sesi düşüyor.

Hikâye 1896’da başlıyor ve birkaç yılı anlatıyor. Rum Stavros Topuzoğlu (Stathis Giallelis) ve Ermeni Vartan Damadyan (Frank Wolff), Erciyes’in karlı eteklerinde buz kırıyorlar satmak için. Vartan, Stavros’a Amerika’daki dağları anlatıyor. Oradaki dağlar Erciyes’in kederlerine benzemiyormuş. Kısa ön jenerik yazısının ardından Kayseri Valisi, mülkü amirlere başkentten, İstanbul’dan gelen telgrafı okuyor. Ermeni komitacılar, Merkez Bankası’na bombalı saldırı yapmışlar. “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi Sultan Abdülhamit Hanımızın dileği odur ki, Ermeni tebasına bu tedhiş olayının hoş görülmeyeceği…” diye uzayıp gidiyor telgraf. Stavros ve Vartan, at arabalarına buzları yükleyip yola koyuluyorlar. Çok geçmeden askerler yollarını kesiyorlar. Vartan, Ermeni olduğu için potansiyel suçlu. Rumların sesi çıkmıyor. Orada askerlerin komutanı, Vartan’ı tanıyor ve buzları yeniden arabaya yükletiyor. Asker, Vartan’ı ya tanımasaydı ne olurdu? Ermeniler üzerinde baskılar çoğalıyor, kiliseleri yakılıyor, mezalim yaşatılıyor. Kilise yakılırken içeride kadınlar ve çocuklar vardı. Olayda Vartan öldürülüyor. Stavros tutuklanıyor. Stavros’un babası, oğlunu kurtarmak için valinin elini öpüyor. İdare, Rumları seviyor dişleri olmadığı için. Ya Ermenilerin? Stavros’un babaannesi (Estelle Hemsley), bu dişleri anlatıyor Stavros’a ve Rumlara öfkeleniyor. Kendi topraklarında azınlık bu iki halkın acıları derin keder veriyor insana. Ermenilerin isyanı, milliyetçiliğin o devirlerde bu topraklara da gelmesinden olmalı. Şiddet elbette kötüydü. Mezalim de kötüydü. 1915’e daha vardı. Sonra Rumları mübadele ettik. Ardından da Yahudileri küstürdük. Ermeni adını duyan Türklerin gözünde birdenbire öfke ve derin nefret ateşi savruluyor. Ezelden beri gelen bu nefreti anlamaya çabalamak beyhude kalıyor. Naziler de Yahudilerden nefret etmiyorlar mıydı?

Stravros’un hayali, para bulabilirse Amerika’ya gitmek. Köylerinden geçen yoksul bir Ermeniyle karşılaşıyor Stravros. Adı Hohannes Gardaşyan (Gregory Rozakis) olan genç, yürümekten ayakkabıları paramparça olmuş. Onun Amerika’ya gitme hayali olduğunu öğrenen Stavros, O’na ayakkabılarını veriyor. Stavros’un babası İsak (Harry Davis), O’na ellerindeki tüm serveti veriyor. İstanbul’da halıcılık yapan yeğeni Odiseus’un (Salem Ludwig) yanında ortak iş yaparak ailesini yavaş yavaş İstanbul’a taşımasını umuyor Stavros’tan. Annesi Vasso (Elena Karam) karşı çıksa da eşeğiyle yola koyuluyor Stravros. Nehirden salla geçerken, Türk salcı O’nu soymaya çalışıyor. Kıyıda namaz kılan Türk Abdul (Lou Antonio), O’nu bu zor durumdan kurtarırken peşinden de ayrılmıyor. Abdul’u ilk gördüğünüz anda üçkâğıtçı olduğunu fark ediyorsunuz. Bir kasabaya geliyorlar beraber. Biri genç iki Çingene kadın, “Oğlan oğlan kalk gidelim/ İdareyi feneri yak gidelim/ Ne güzel oğlan/ Boynuma dolan” türküsünü çığırıyorlar. Bu türkü Balkanlar’dan, Anadolu’da çok seviliyor. Hatta Yunanistan’da bile. Handa gecelik geçirmek için yerleştiklerinde Abdul, hediyelik eşyalarını dağıtıyor hancıya ve Çingene kadınlara. Abdul’u başından atmaya çabaladıkça Abdul’dan gelen öfke de çoğalıyor. Abdul, eşeğindeki yükün ve paraların peşinde. Trenle ondan önce yola çıkan Abdul, Stavros eşeğiyle oraya geldiğinde Abdul O’nu zabitlere şikayet ediyor, kendini soyduğunu söylüyor. Zabitler her şeyi Abdul’a veriyorlar. Abdul, Stavros’a “Türklerin ya sevgisini ya öfkesini kazanırsın” diyor alay ederek. Bu söze inanmak gerek. Abdul O’nun peşini yine de bırakmıyor, kalan parayı almak için. Kavga ediyorlar. Abdul’u bıçakla yaralıyor. Abdul ölmüş müydü? Eşek de kaçınca Abdul’un cebinden birkaç lirayı alıyor ve trenle İstanbul’a doğru yola çıkıyor Stavros. Filmde insani hasletleri olan Türk hiç yok. Bir şey tümden iyi veya kötü olabilir miydi? Film ırkçılığa karşı dururken, ırkçılığın içine düşüveriyor, maalesef. Abdul’un kıldığı tuhaf namaz gösterisi bir ironi miydi, yoksa namazın nasıl kılınacağını bilmediklerinden dolayı mı böyle yansıyordu?

İstanbul’a ulaşan Stravros, ezan sesiyle Boğaz’da vapurlara ve gemilere özlemle bakıyor. Onlardan biri O’nu “özgürlükler ülkesi”ne mi götürecekti? Üçüncü sınıf gemi yolculuğunun 110 lira olduğunu öğrenen Stavros, kuzeni Odiseus’un halıcı dükkânına gidiyor. İşleri kesat giden kuzen, Stravros’un, paraları ve her şeyi kaybettiğini öğrenince yıkılıyor. Tüm umudu paralar olmayınca kuzeninin yanında keder yaşayan Stravros yol parası biriktirebilmek için oradan ayrılıyor. Hamallık yapmaya başlayan Stravros, burada orta yaşlı Ermeni hamal Garabet’le (John Marley) dostluğu ilerliyor. Garabet O’nu düşlerinden vazgeçirmek için uğraşıyor. Yol parasını biriktirebilmek için neredeyse kuru ekmek yiyen Stravros’un başını döndürerek geneleve sürüklüyor Garabet. Hiç karşı cinsle beraber olmamış Stravros. Bir yıldır da ancak yedi lira biriktirebilmiş. Parayı çaldırıyor. Garabet O’nu yeraltında çalışan komitacıların yerine götürüyor. Zabitler orayı basıyor komitacıları katlediyor. Cesetleri at arabasına yükleyip denize döküyorlar. Yaralı Stravros kurtuluyor ve kuzeninin evine gidiyor. Hayatı değişmeye başlıyor Zengin Rum halıcı tüccarı Aleko Sinikoğlu’nun (Paul Mann) “çirkin” kızı Tomna’yla (Linda Marsh) evlenip kuzenini de sıkıntıdan kurtaracaktı. Ya düşler? Ailede saygıyla karşılanıyor bıyık bırakmış Stravros. Tomna da O’na âşık oluyor. Neredeyse Stravros O’nun için son umut gibi. Eş anlamında. Müstakbel kayınpederi Aleko, onlara evlendikleri zaman hediye edeceği eve götürdüğünde, Stravros’la Tomna’nın duyguları da dışarıya çıkıyor bu konuşmalarda.

Hohannes’le de karşılaşıyor Starvros. Mutlu oluyor ve aç Hohannes’i lokantaya götürüyor. Hohannes’in Amerika düşlerinden vazgeçmemesi O’nu daha da mutlu ediyor. Çok geçmeden dükkâna gelen Ermeni aile, Aratun (Robert H. Harris) ve Sofya Kebabyan (Katharina Balfour) çifti O’na heyecan veriyor. Daha çok da Sofya veriyor bu heyecanı. Yaşlı ve zengin bu adamla çok genç yaşta evlenmiş Sofya, Amerikan vatandaşı da. Yakınlaşıyorlar ve Sofya O’na yol parasını veriyor ve Stravros düşlerine doğru yol alıyor. Gemide Hohannes de var ve Hohannes hasta. Amerika’ya hasta olanları alıyorlar mıydı? Yoksul insanlar geminin altındaki koğuşlarda ve güvertede yolculuk ederlerken, paraları çok olanlarsa lüks kamaralarda yolculuk yapıyor. Stravros, yolculuğun büyük bölümü Sofya’nın kamarasında geçiyor. Artun bundan rahatsız olmaya başlıyor ve Long Island’da O’nun yakalanması için çaba gösteriyor. Hohannes, ada göründüğünde suya, trajedisin atlıyor. New York’a ulaşabilseydi ayakkabı boyacılığı yapacaktı Hohannes. Boyacıların arasına katılan Stravros, Hohannes’in adından türetilen Joe Arness oluyor. New York’ta şevkle çalışıyor. Kazan’ın dış sesi yine duyuluyor. Daha sonraları tek tek ailesini Amerika’ya taşımış Stravros. Mutlu ve umutlu bir son, gerçeklikte de olabiliyordu. Film, üstüne ısrarla gidersen düşlere yaklaşırsın, diyor.

Bu film, 1997’deki 16. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Beyoğlu Emek Sineması’nın perdesinde görme şansına ulaşmıştık bu filmi.

“Kader Değişmez…”

Elia Kazan’ın 1969 yapımı renkli ve sinemaskop “The Arrangement-Kader Değişmez”, yıllar sonra Topuzoğlu ailesinin şimdiki durumuna bakıyor. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu Kazan kendi romanından yazmış. Müzikleri David Amram yapmış. Ama filmin fonunda sıkça sanat müziği tınıları duyuluyordu. Görüntülerse Robert Surtees’ten. Kazan’ın bu filmindeki kurgu dili de çarpıcıydı. Bu kurguyla kendinizi bir Antonioni filminin içindeymiş gibi hissediyordunuz zihinsel kaos yaşarken. Zaman geçerken ve başka bir mekâna giderken “sert kesme”ler yapan Kazan, seyircilerin zihnini sürekli karıştırıyor. Hatta geriye dönüşlerde bile. Şimdiki zaman ve geçmiş iç içe geçerek kaos yaratıyor. Bu yüzden film iki defa görülmeyi hak ediyor. Kazan, bolca “şok zum”lu çekimler de kullanmış. Bu filmde teknik yönler de çarpıcı. Gwen’ın, fotoğraf karelerinin içinde hareketli görüntüsü gerçekten 1960’ların teknolojisine saygı duymanızı sağlıyor. Bir de, iki Eddie’nin aynı karede görünmesi de çarpıcı bir görsellikti. Filmde bazı konuşmaların belden aşağı olduğunu da belirtmeli. Filmin orijinal adı “Uzlaşma” anlamına geliyor. Bu, final bölümünde anlamlaşabilecek zihinlerde belki. Bu film, ülkemizde Mart 1972’de “Kader Değişmez” adıyla vizyona girmişti.

Los Angeles’ta reklam şirketinde yaratıcı işler ortaya koyan 44 yaşındaki bıyıklı Eddie Anderson (Kirk Douglas), güzel Amerikalı kadın Florence’la (Deborah Kerr) evli ve Ellen (Dianne Hull) adında da bir kızları var. Radyodan haber-reklam karışık dış ses duyuluyor banliyödeki havuzlu lüks malikâne yansırken. Evde hizmetçiler de var. Eddie ve Florence, önceki sabahlar gibi uyanıyorlar, birbirlerine “günaydın” diyorlar. Sonra Eddie, üstü açık spor arabasıyla işe doğru yola koyuluyor. Bu sabah, önceki sabahlara benzemiyor benzer tarafları olsa da. Otobanda arabasını hızla süren Eddie, iki kamyonun arasında beklenmedik bir şey yapıyor ve büyük kamyonun altına arabasını sürüveriyor. Gözünü hastanede açıyor. Bankadaki hesabı şişkin olan Eddie’nin küçük bir uçağı bile var. Şimdi bıyığını kesmiş Eddie’yi bunalıma iten şey neydi? Zihinden kısa kısa kolaj anlar düşüyor sürekli. Zephyr sigaralarının reklamında çalışırken hayatına güzel Gwen (Faye Dunaway) girmiş. Gwen, kendisini terk ediyor. Sonra da Eddie, geçmişini ve köklerini hatırlıyor, kimlik bunalımına düşüyor. Asıl adı Avengelos Topuzoğlu. O bir Rum. Stavros Topuzoğlu’nun oğlu. Adı bir WASP adıyla değişip Eddie Anderson olmuş. WASP (White Anglo-Saxon Protestant), yani “Beyaz Anglo-Sakson Protestan” o… WASP bir kadınla evlenmiş ve işinde yükselmiş. Ama geçmiş bırakır mıydı? Eddie, bir şizofreninin içinde gibi sanki.

Karısının kaygısı, bu lüks hayattan kopma kaygısı yaşıyor. İlk, Eddie’nin kardeşi Michael’ı (Michael Higgins) arıyor Florence. Sargıları açılan Eddie, nekahat dönemini evde geçirirken, zihni de ona oyunlar oynamaya başlıyor. Zihninden hep Gwen’ın görüntüleri düşüyor. Başlarda ondan hiç hoşlanmamış. Patronu Finnegan’ın (Charles Drake) casusu olarak görmüş onu Eddie. Ama çok geçmeden fırtınalı ilişki başlıyor ve onunla özgürce sevişebiliyor Eddie. Zihninde en unutulmaz anlarsa sahildeki görüntüler. Karısıyla bunları yaşaması da uzaklarda bir ihtimal onun için. Gwen, Eddie’nin metresi olmaktan sıkıldığında onu terk ediyor ve Eddie de boşluğa düşüyor. Anadolu, geçmiş ve birçok şey zihnini kurcalıyor. Zihninde sadece anlar bir an gelip gitmiyor, Anadolu’nun müzikleri de zihninde çalıyor sürekli. Kazan, sanat müziği formunda oyun havaları kullanmış çoğunlukla. Bu müzikler kulağa aşina geliyor. Florence’ın aileye yakın psikiyatrı Dr. Leibman da (Harold Gould) Eddie’ye pek bir şey veremiyor. Florence, gecenin derinliğinde yatak odasında Eddie’ye itirafta buluyor. Florence, Eddie’nin aldatmalarına karşılık vermek için tanımadığı bir adamla sevişmeyi denemiş, ama kadınsal bir sorundan bunu başaramamış. Eddie’yi sevdiğini söyleyip duruyor Florence. Gerçekten öyle miydi?

Elbette babası. Amerika’ya Joe Arness adıyla girmiş Stavros Topuzoğlu, sonradan adını Sam olarak değiştirmiş. Baba Sam (Richard Boone) hastalanmış. Stavros Sam, Amerika’ya gelmek için geride bıraktığı Tomna’yla da evlenmiş. New York’ta toplanıyor aile. Tomna (Anne Hegira), sert, girişken ve coşkulu adamı, Stravros’u hiç yalnız bırakmamış, O’na hep destek olmuş. Belki de ona minnettarlığından. Stravros, Amerika’ya göç ettiğinde O’nu hiç aramayabilirdi. NewYork’ta Gwen’in dairesini bulan Eddie, pencereden bir adamla O’nu görüyor. Zihninden adamı vurmak istiyor. Görüntüde çizgi romanlardaki patlangaçlar patlayıveriyor. Bir zaman sonra daireye giden Eddie, Gwen’la eskisi gibi olmasını bekliyor. Gwen, bir genç adamla beraber ve bir bebek de var ortada. Gwen, Eddie’nin varlığına tahammül edemiyor. Genç adamın arabasıyla uzaklaşan Eddie, sonra daireye dönüyor. Bebeğin kendisinden olduğundan kuşkulanıyor. Bu kuşku sonuna kadar sürüyor. Sonra yeniden ilişki başlıyor. Bir de kardeşi Charles’ın (John Randolph Jones) karısı Gloria da (Carol Rossen) var. Koca Sam’e bakmaktan bıkmış. Eddie, babasını hastaneden alıp, Long Island’daki çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği kıyıdaki malikâneye götürüyor. Burada babayla oğlun arasındaki ezelden beri gelen çatışmalar da su yüzüne çıkıyor. Hatta Freudyen bu çatışmalar. Geçmiş bu anlarda da zihninden düşüyor Eddie’nin. Babası, Eddie’den çalışabilmek için bir şans daha istiyor. Arada bir “aman aman” diyen baba, “Benim gibi tüccar kanı taşıyorsun” diyor Eddie’ye. Bu sözlere öfkeleniyor ve kırılıyor Eddie. Babası gibi olmamak için kendisiyle hep savaşmış Eddie. Sonra yaşlı kurt Sam, Anadolu’yu hatırlatan rakısını içiyor kederle. Gloria, bu ihtiyardan kurtulmak için bakımevi cankurtaranıyla (ambulansıyla) malikâneden kaçırıyor Sam’i.

Sonra yine kendiyle hesaplaşmasını sürdürüyor Eddie. Piyano çaldığı bir anda çok yakın zamandaki reklamcı geçmişi geliyor, hesaplaşıyorlar beraberce. Gerçeküstücü bir sahneydi bu. Ama hatıralar silinip atılabilir miydi? Gwen da gidiyor yanındaki genç adamla beraber. Sonra Eddie’nin zihin karışıklığı gibi kurgusal kaosla Eddie kendini yaralı olarak hastanede buluyor. Kendi kendini mi vurmuş, yoksa Gwen’ın yanındaki genç adam kıskançlıkla mı O’na ateş etmiştir. Aile avukatları şeytansı Arthur’un (Hume Cronyn) planıyla serveti karısının üstüne geçerken, kendini akıl hastanesinde buluyor Eddie. O’nu hastaneden çıkaran da Gwen oluyor. Yeniden başlayabilmek için. Hastaneye, ölmek üzere olan babasını görmeye gittiğinde, babasının gözlerindeki “bir şans daha” arzusunu görüyor Eddie ve O “bir şans daha” arzusunun peşinde Gwen’la yeni hayata başlıyor Eddie.

Bu filmi seyrettiğinizde, hangi kadınla yola çıkmayı umut ederdiniz? Florence’la mı, yoksa Gwen’la mı? Mutluluk oyununu oynayanı mı, yoksa gerçekliğin varlığını hissettireni mi tercih ederdiniz? Cevapları bulmak kolay değil. Kazan, bu filminde “Amerika Amerika” filmindeki genç Stravros’un gemi güvertesindeki anlarını da sepya olarak yansıtıyordu.

(07 Haziran 2015)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com