Ölümün Sesi (Yönetmen: Eric Valette)

Eric Valette’in yönettiği ve Shannyn Sossamon, Ed Burns, Ana Claudia Talancón ile Ray Wise’in oynadığı Ölümün Sesi (One Missed Call), 25 Nisan 2008’de Warner Bros. dağıtımıyla Warner Bros. tarafından vizyona çıkarıldı.
Bazı insanlar ölecekleri ana ilişkin korkunç cep telefonu mesajları almaktadırlar. Beth Raymond birkaç gün arayla iki arkadaşının korkunç bir şekilde can verişlerine tanık olarak ciddi bir travma yaşar. Arkadaşları bu mesajlarda yaşayacakları dehşet dolu son anlarının kaydını dinlemişlerdir. Beth, Dedektif Jack ile birlikte bu ölümlerin üzerindeki esrar perdesini kaldırmak için çalışma içine girerler.

Ölümün Sesi (Yönetmen: Eric Valette) yazısına devam et

Şamar Oğlanı

Peter Hedges’ın yönettiği ve Steve Carrel, Juliette Binoche, Dane Cook ile Alison Pill’in oynadığı Şamar Oğlanı (Dan in Real Life), 18 Ocak 2008’de 35 Milim Filmcilik dağıtımıyla D Productions tarafından vizyona çıkarıldı.
Dan Ashburn, yalnız bir baba ve yazılarında sorunları olanlara öğüt veren ünlü bir köşe yazarıdır.
Bir aile toplantısında tanıştığı Beth’e aşık olur. Beth güzel, zarif ve eğlencelidir ancak ortada bir sorun vardır: Beth, Dan’in erkek kardeşinin kız arkadaşıdır! Bu durumda acaba Dan okurlarına verdiği öğütleri kendisine uygulayabilecek midir?

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Şamar Oğlanı yazısına devam et
  • Antalya Altın Portakal Jürisinin Kararıyla İlgili Zorunlu Bir Yazı

    Belirli bir emek ve genelde de acılı bir süreç gerektiren sanatsal üretimin, belgesel üretiminin ya da herhangi bir üretimin bir aşamasında filminizi, yada ürettiğiniz sanatsal ürünü DVD.lere basıp zarflara koyup hiç tanımadığınız ya da biraz tanıdığınız, kimisinin belgesel ve estetik anlayışına, etik anlayışına, cesaretine güvendiğiniz veya güvenmediğiniz veya hiç de aynı fikirde olmadığınız veya olduğunuz insanlardan oluşan bir jürinin beğenisine yolluyorsunuz.

    Geçen yıllarda jürilerin manipüle edildiğine, tehdit edildiğine ya da açık bir sübjektiflik içinde karar verdiğine tanık olduğum zamanlar oldu ancak bunlarla ilgili konuşmamayı tercih ettim. Çünkü filminizi yollarken bu sübjektiflik payını hesaba katıyor ve risk alıyorsunuz.

    Herhangi bir jüriden dürüst bir karar kadar sübjektif ve taraflı bir karar bekleyebilirsiniz. Herhangi bir jüriden ahlâki ya da estetik bir suç işlemiş, hırsızlık yapmışsanız meselâ hakaret de bekleyebilirsiniz. Bunun ötesinde ne kadar emekle çekildiği filân zerre kadar önemli değildir sanatta işiniz kötüyse olumsuz eleştiriye maruz kalabilirsiniz.

    En iyi ve olumlu bir yaklaşımla bile sanatsal uluslararası tanınırlıkları, belgesellerinin estetik ve etik duruşu hemen herkesinki kadar ve gibi olan bir jürinin, içlerinde yaptıklarının belgesel olup olmadığı bile tartışılabilecek kişiler olan bir jürinin, bugüne kadar diğer üç versiyonu olan hayır, ışık insanları ve ışık insanlarının ince yürüyüşü ile uluslararası ve ulusal festivallerde ödül almış olan belgeselimizi amatör olarak değerlendirmesi anlayışla karşılayabileceğim bir durum değil.

    Eğer bu jüriyi değerlendirirken onların benim işime gösterdikleri saygısızlığın binde biri kadar kötü niyetli olsaydım bir yukarıdaki paragrafı şöyle yazabilirdim: Benim yaptığım estetik düzeyde ve çeşitlilikte işleri olmayan, benim işlerimin gösterime girdiği coğrafyanın çok daha sınırlısında tanınırlıkları olan ve sınırlı kabûl gören, sürekli olarak belli kurumların desteğinde ve televizyonda sürekli var olma kaygısıyla hayat boyu etik ve estetik tavizler veren… Teorik ve teknik birikimleri benden çok daha geride bir jürinin gaddarlığının derecesini anlamama ve anlayışla karşılamama olanak yok.

    Bunu yapmaya hakları yok. Bunu hangi kriterlerle yaptıklarını açıklamaları gerekiyor. Bu jürinin durup dururken yalnızca bana değil ama bu kadar yönetmene böyle bir şey yapmaya hakları yok. Bunun için benden daha iyi, önemli birer yönetmen olmaları gerekiyor en azından.

    Peki biz bu kadar kinci, acı dolu ve yaralı (ki yaralı olmak ölü olmaktan beter bir durumdur) bir insan gurubuyla ülke ve toplum olarak ne yapabiliriz. Bunun yanıtını bu yazıyı okuyanlara bırakmak isterim.

    Ulusal festivallerin önemli bir kısmi ile ilgili genelde olumsuz fikirlerim var, bunları ve gerekçelerini geçmişte yazdım. Bu nedenle de çok uzun bir müddettir bir iki özel festival hariç, özel gösterimler ve toplu gösterimler hariç filmlerimi ulusal festivallerin yarışmalı bölümlerine yollamıyorum.

    Geçmişte hangi festivalleri eleştirdiğimi, ya da hangi kurumları eleştirdiğimi o kurumlar bilir çünkü ben her şeyi dolaysız ve insanların yüzüne karşı yapmak prensibinde birisiyim. Eleştirilerim ve gerekçeleri bu kurumların birer arşivi varsa duruyordur. Yazılı olarak da yolladım.

    Bu filmimizi ulusal festivallere yollama sebebimiz çok önemli bir antiemperyalist sivil itaatsizlik olan Bergama halkının ve bilim insanlarının direnişinin özellikle Kaz dağları ile tekrar gündeme gelen çok uluslu altın şirketlerinin Anadolu’yu talanı anlamında Türkiye’de halk tarafından izlenmesini önemli bulmamızdı.

    Sonuç olarak tekrar etmek gerekirse, Antalya Altın Portakal Belgesel Jürisinin kararını ve bu kararın gerekçesini hiç bir şekilde kabullenmiyorum ve içtenlikle kınıyorum.

    Diğer filmleri seyretmedim, onların içinde önemli bir kısminin belki de tümünün ön elemeyi geçtiğine göre ödüle lâyık olduğunu düşünüyorum. Ön eleme bu manaya gelir, ön elemeyi geçen her film potansiyel bir finalist ya da ödüllü filmdir. Final jürisi bunu bilerek görev alır. Bütün bu tartışmaları insanların sürekli birbirinin canını yakmaya çalışacak kadar acılı bir ruh halinde yaşadığı bu ülkede bile doğal karşılamıyorum. Bu jüri benim festivale yolladığım film için bu gerekçeyi kullanamaz. Kullanırsa bu benim baktığım noktadan saygın bir karar olmaz şeklindeki düşüncemi jüriyle ve sanat anlayışını anlamlı bulduğum çevremle paylaşıyorum. Nasıl onlar bu absürd kararlarını herkesle paylaşacak yetkiyi bulmuş ve bu kararı imzalamışlarsa ben de kendimi bunları söylemek zorunda hissediyorum.

    1995 yılında kısa bölümünü oluşturduğumuz ve başlattığımız ve bir çok kişi tarafından hâlâ hatırlanan Antalya Altın Portakal Festivali’nin bize teşekkürü de böyle olmalıydı herhalde. Halktan kopmuş, sırça bir sarayda, sanattan başka her şeyin öne çıktığı ve dedikoduları sanattan daha önde, uzun film festivali dışında hiç bir bölümü önem taşımaz görünen bir festival.

    Kültür ve sanatla uğrasan gazetecileri bu gazetelerin sahipleri bir bardak suyu bile festival yönetiminden talep etmeyecek bir maddi ve manevi güçle festivallere yollamadıkları sürece biz festivallerde neler olduğunu basından ve televizyonlardan asla tam olarak öğrenemeyeceğiz, eleştirinin bu kadar eksik ve yetersiz olduğu bir ortamda da festival yöneticileri ve festival yapan kurumlar kendilerini bir tur tanrı gibi görmeye, insanlar da içeriği son derece tartışılır olsa da sanatsal etkinlikleri gayet parlatılmış görmeye devam edecekler.

    Maalesef şimdi oturdum iki saattir bunları yazıyorum. Değer mi acaba benim başka işim yok muydu. Sessiz kalmaya olağanüstü dikkat ettiğim bir ortamda bunu mu konuşmalıydım.

    Cevap evet olmalı. İnsanların bu kadar ağır yaralı olduğu bu ülkede yaralanmadan kalmayı nasıl başaracağız.

    (04 Ocak 2008)

    Ethem Özgüven