Burnundan yüzüne yayılan kanla orada öylece hareketsiz yatan o küçük kızı gördüğümde, zorlu bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım. Ama kan yavaş yavaş geri çekildi. Ardında lekesiz, masum bir yüz bırakarak. Savaş sonrası işgâlcilerin, işgâl ettiği topraktan çekilmesi gibiydi bu. Perdede beliren İspanya – 1944 yazısını görünce gülümsedim. Kimi savaşlar bitiyordu, kimileriyse hep devam etmekteydi. Düşüncelerimi ağaçlıklı bir köy yolunda ilerleyen üç siyah araba böldü. Arabalardan birinin arka koltuğunda oturan küçük kız, okuduğu masal kitabını kaparken, bir masal dünyasının kapılarını açıverdi. Annesi Carmen Ofelia diye çağırıyordu küçük kızı ama, Ayşecik suratlı bir Alice’ti o. Rahatladım. Kendimi bir düş dünyasına bırakmaya hazırdım ki, araba varması gereken yere vardı.
Üvey baba Vidal’in otoriter tavrı karşısında, Ofelia ile birlikte ben de oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun ruh haline büründüm. Navarra’daydık artık. Sivil savaş sona ermiş gözükse de Navarra’nın kuzeyindeki dağlık bölgelerde çatışmalar sürmekteydi hâlâ. Faşist rejime karşı savaşan silâhlı adamlardı o dağlara gizlenenler. Yüzbaşı Vidal onlara düşmandı çünkü o, faşist yönetimin emrinde çalışıyordu. Görevi sınırları isyancılardan temizlemekti. Acımasızdı. İstediği bir aile değildi asla. Değer verdiği tek şey soyuydu ve bunu devam ettirecek tek şeye, Carmen’in karnında taşıdığı bebeğe bağlıydı. Ofelia’nın tek ihtiyacı olansa sevgiydi. Oysa Vidal’den korkuyor, yolculuk ve ilerleyen gebeliği yüzünden hasta düşen annesine yaklaşamıyordu. Kendine sunulan o masal dünyasıydı tek avunduğu. İyi ve kötü, sihir ve tehlike, onun dünyaya açılan pencereleriydi. Bir de kâhya kadın Mercedes’in mırıldandığı sözleri unutulmuş o ninni… Ninniyi dinlerken masala geri dönme isteğiyle kıvrandım koltuğumda. Aslında masal, bir çocuk için fazla korkutucuydu. Karanlıktı. Garip yaratıklar, çamurlu dehlizler vardı. Ama savaşın, şiddetin, kanın, acının ve ölümün kol gezdiği gerçeğin kendisinden daha güvenliydi o anda. Masala döndük ama bu ne ilk dönüşümüz oldu, ne de son çıkışımız. Gerçekle, sihir arasında gidip geldik durmamacasına. Bir keçi Tanrı Pan’ın labirentindeydik, bir çatışmanın orta yerinde. Her geçiş bir tokat gibi indi yüzüme ve sonunda iki dünya birbirine geçiverdi. İspanya iç savaş sancısıyla kıvranıyordu, Ofelia iç dünyasındaki savaşla. Derken film bitiverdi ve ben, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun “Hangisini istersen onu seç” diye sunduğu iki ayrı sona bakakaldım.
Filmden çıktığımda, yolda yönetmenin nasıl zor bir şeyi başardığını düşündüm. Nasıl olmuştu da, çocukların o saf, sınırsız hayal gücüyle, dünyanın acımasız gerçeğini hem net bir şekilde birbirinden ayrı tutup, hem de böyle birbirine yedirebilmişti? Filmin fikrini yapımcılarından biri, Alfonso Cuaron vermiş del Toro’ya. Türk izleyicisinin de yakından tanıdığı Meksikalı diğer bir yönetmen, Alejandro Gonzalez İnarritu da, kurgu aşamasında yönetmenin filmi kısaltmasına yardım etmiş. Del Toro film üzerinde o kadar özenle çalışmış ki, filmin Amerikan pazarında iş yapabilmesi için altyazıları kendisi hazırlamış. Tam iki ay, sahne sahne, altyazı uyumuna çalışmış.
Oyunculara gelince… 12 yasindaki İvana Baquero, Ofelia rolünde oldukça başarılı. Del Toro’nun o rol için aslında 7 – 8 yaşlarında bir çocuk düşündüğü halde, yaşı 11’e çekmesinin nedeni de küçük Ivana’nın oyunculuğundan etkilenmiş olmasıymış. Ve filmin en etkileyici karakterlerinden biri: Pan. Keçi tanrıyı canlandıran Doug Jones, filmdeki tek Amerikalı aktör. Hiç İspanyolca bilmiyor. Üstüne üstlük, Pan kıyafetini giydiği zaman karşısındakinin konuşmalarını da hiç duyamadığı için, hem kendi repliklerini hem de karşısında konuşan kişinin repliklerini ezberlemek zorunda kalmış!
Sonuç olarak Pan’ın Labirenti’nin başarısı, bardağa hangi tarafından baktığınıza bağlı. Çünkü aynı film, Cannes Film Festivali’nde 22 dakika alkışlanır, çeşitli ödüllere aday gösterilir, En İyi Makyaj, En İyi Sanat Yönetmenliği ve En İyi Sinematografi dallarında 3 Oscar’a lâyık görülürken, şiddet içerikli sahneleri yüzünden Malezya’da yasaklanmış.
Şimdi durup düşünüyorum. Keşke ne yapacağımı bilemediğimde, elime boş bir defter alsam ve o bana ne yapacağımı anlatsa. Ve nereye gideceğimi bilemediğimde, bir tebeşir bulsam ve herhangi bir yere çizdiğim bir kapıdan geçip, bir masal dünyasına gidebilsem! Keşke…
(09 Mart 2007)
Gülay Oktar Ural
Film genel olarak güzel bir film olmuş ama akışı çok yavaştı. Psikolojik unsurlara yer vermesiyle, ikinci dünya savaşını farklı bir şekilde anlatmasıyla güzelliğini kaybetmemiş.