Bir yönetmenin “tema” birliği içeren filmler ile bir grup film yapması hallerinden biri, o grubu oluşturan film sayısı nedeni ile üçleme (trioloji) olarak anılır. Ülkemizde bu tarz çalışmalar fazla görülmez, ama bu yok demek de değildir.
Yönetmenlerimiz üzerine yapılmış araştırma / inceleme fazla değildir ve yapılanlarda belirli sayıda yönetmenle sınırlı kalır. Bu yönetmenlerden Lütfi Ömer Akad üzerine, Âlim Şerif Onaran “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabı yazmaktan başka “Lütfi Ö. Akad” ismi ile de yaptığı uzun söyleşiyi yayınlamıştır. Bir kolektif çalışma da “Sadeliğin Derinliğinde Bir Usta: Lütfi Akad”dır. (Ayla Kambur, Necla Algan, S. Ruken Öztürk, Şükran Kuyucak Esen, M. Zeynep Dabak, Burçak Evren)
Onaran, “Lütfi Ömer Akad’ın Sineması” isimli kitabında ustanın filmlerini tek tek ele alarak inceler. Onaran, Akad’ın kimi filmlerini, sonradan yapacağı üçleme’ye (Gelin / Düğün / Diyet) benzeterek üçlemeler şeklinde gruplar halinde ayırır.
1 – Anadolu Üçlemesi dediği Hudutların Kanunu, Ana, Kızılırmak / Karakoyun farklı Anadolu kırsalında geçen farklı temaları ve tarihsel dilimleri olan filmlerdir.
Hudutların Kanunu (1967 – Dadaş Film), Güney Doğu Anadolu’daki kaçakçılık olgusunu ele alan, öykü olarak da sinema olarak da başarılı bir filmdir. Film, çevrildiği yıllarda geçebilecek olayları ele alan güncel bir konuyu inceler, çevrenin ekonomik geri kalmışlığının yol açtığı, tehlikeli ama kısa sürede kazanılabilen parası ile kaçakçılık; yoksul kişilere hem töresel (ağa olgusu) hem ekonomik nedenlerle kolayca yaptırılabilen bir eylemdir. Film alternatiflerini de (öğretmen – eğitim, jandarma komutanı – devlet düzeni) koyarak, olayları kahramanları açısından ele alır.
Ana (1967 – Şahinler Film) sinemamızın bir çok kez ele aldığı, türlü biçimlerde işledi kan davası üzerine bir filmdir. Kan davasından kaçarak kurtulacağını sanan bir kadın, kanlıları bulunan kocasını ve biri kız diğeri erkek çocuklarını alarak devamlı kaçmayı dener, ama yollar bir yerlerde bitmekte, kanlıları ile kesişmektedir. Bu kez de kesişecektir. Ana’da (1967 – Şahinler Film) günümüzde geçen bir hikâye anlatır.
Kızılırmak / Karakoyun (1967 – Dadaş Film), Anadolu efsanelerinden yola çıkılarak Nazım Hikmet’in Ercüment Er adı ile yazdığı senaryodan Muhsin Ertuğrul’un çektiği filmden (1946) sonra Akad’ın yazıp yönettiği film olarak, gününde geçen efsaneyi tarihi içinde çağdaş (güncel) yorumlarla zenginleştirerek ele alır. Konu üçüncü kez Şahin Gök tarafından çekilmiştir. (1969 – Sen.: Tuncer Cücenoğlu – Şahin Gök)
Görülüyorki, yer ve tarih olarak Anadolu’da geçen öykülerin bir üçleme oluşturacak yeterli bağlantıları yoktur, ama çokça ele alınmış konularına rağmen her üçü de -özellikle Hudutların Kanunu- aynı konuları işleyen filmlerden ayrılırlar.
2 – Kent Üçlemesi başlığı altında ise Vesikalı Yârim, Kader Böyle İstedi ve Seninle Ölmek İstiyorum filmlerini toplar, bu filmlerde ortaklığı sağlayan geçmiş oldukları mekândır, İstanbul kentinin özel bir kullanımı yok ise de, filmlerin ortak mekânı içinde çok farklı yapıları, kişileri barındıran bu metropol kenttir.
Vesikalı Yârim (1968 – Şeref Film) ilginç bir öykü içerir, hem film içeriği olarak, hem de filmin serüveni olarak. Kaynaklarda filmin Sait Faik’in öyküsü Menekşeli Vadi’den alındığı belirtiliyor, senaryoyu yazan Safa Önal öykünün kalkış noktası olduğunu söylüyor ki, film öyküye göre hayli farklılık gösterir. Ayrıca, Sait Faik’in öyküsünden filme daha yakın olarak, film çekildiği yıllarda yayınlanan Burhan Arpad’ın Alnımdaki Bıçak Yarası isimli romanı da vardır. Bütün bunlardan sonra Vesikalı Yarim film olarak daha önce örneği pek çok kez yapılmış bir öyküyü daha farklı bir biçimde aktarır. (Bak.: Çok Tuhaf Çok Tanıdık) Evli bir manav bir gün arkadaşları ile gittiği bir Saz’da bir kadına tutulur ve evine dönmez, çok sıradan insanların sıra dışı aşkı anlatılır, sonuç ile yaşamın gerçeklerinin galebe çalmasıdır. Vesikalı Yarim, daha sonraki yıllarda Gizli Aşk (N. Okçugil) ve Sarmaşdolaş (Ü. Efekan) filmleri ile tekrarlanır, Menekşeli Vadi ismi ile -öyküye bağlı kalınarak- TV filmi yapılır, Sait Faik üzerine Havada Bulut ismi ile yapılan bir kolaj filminde, tekrar farklı öykülere paralel olarak ele alınacaktır. Ekonomik yapıları farklılık göstermeyen, ama birarada olmaları da -yine toplum tarafından- benimsenemeyen kişilerin, yaşamdan çalabildikleri trajik bir aşkı anlatır.
Kader Böyle İstedi (1968 – Şeref Film), bir dolmuş şoförü ile bir burjuva kızının, daha sert tepkiler alan, acı sonlu aşkını anlatır. (Bu filmdeki, sözsüz, fakat insan dramını anlatan “nişan sahnesini” ile Akad’ın sinemasal özelliklerinin altını çizmek isterim.)
Seninle Ölmek İstiyorum’da (1969 – Şeref Film), kökenleri farklılık göstermeyen kadın, zengin bir erkek ile evlidir ama mutluluğun uzağındadır. Erkek okuyarak mühendis olmuş, çalışma alanı nedeni ile karşılaşmışlardır. Bir mutsuz, bir yalnız insan, birbirlerine itilirler, kadının yaşamını bağladığı oğlunu yitirmesi işin katalizörü olur.
Kent üçlemesini oluşturan filmlerde kentin farklı dokularından, birer aşk öyküsü anlatılır. Kent mekânı ortak noktaları oluşturur, üç filmde oynayan İzzet Günay’a iki filmde Türkân Şoray eşlik eder, filmler -magazinsel olarak- bu açılardanda birbirine bağlanır.
3 – Şarkıcı üçlemesi :
Anneler ve Kızları (1971 – Erman Film)
Rüya Gibi (1971 – Er Film)
Bir Teselli Ver (1971 – Saltuk Film)
Öncelikle görüldüğü gibi, Anadolu Üçlemesi’ndeki iki film aynı yapımevine, Kent Üçlemesi’ndeki üç film de aynı yapımevine ait olmakla birlikte Şarkıcı Üçlemesi’ndeki üç film de farklı yapımevlerine aittir. Filmlerin Şarkıcı Üçlemesi oluşturmasına oyuncularından birinin, sırası ile Neşe Karaböcek, Zeki Müren ve Orhan Gencebay olması neden olmaktadır. Ayrıca ilk film olan Anneler ve Kızları, 1934’de John Stahl, 1959’da Douglas Sirk tarafından çekilen Imitation of Life filmlerinin (özellikle ülkemizde Zehirli Hayat adı ile gösterilen ikincisinin) bir uyarlamasıdır. (Yalnız şunu belirtmek gerekir ki Sirk’in filminde anne ile kız arasındaki dramın nedeni zencilik olmasına rağmen, konunun ülkemize uyarlanmasında köylülük / kentlilik, zenginlik / fakirlik olmuştur.)
Üç film de, filmler çekmelerine rağmen asıl uğraş alanları müzik olan oyuncuların başrol oynadığı filmlerdir. (O. Gencebay’ın ilk filmidir.) Ve filmdeki olaylar arasına sıkıştırılmış şarkılarla gelişen bu üç yapımcı filmi Akad’ın genel sinema tavrı içinde fazla ön plâna çıkmazlar. Ortak özellikleri, kahramanlarının şarkıcı olmasından ibarettir.
*****
Bu girişten sonra, Akad’ın tematik birliktelik içermesi bakımından gerçek anlamda bir üçlemesi olan Gelin / Düğün / Diyet’i ele almadan belirtilmesi gereken önemli bir konu, filmlerin her ne kadar bir üçleme oluştursalar da, aynı zaman da süreçsel bir gelişim de göstermelerini ve sosyo – kronolojik bir sıra izlemelerine rağmen bu sıraya bağlı olarak çekilmedikleridir. Filmler, Gelin / Düğün / Diyet sırası ile çekilmiş olsalar da, gerçekte Düğün / Gelin / Diyet şeklinde sıralanmaları gerekmektedir.
Bu nedenle, filmlerin içerik bakımından gösterdiği sıralama, çekiliş sırasına göre daha öncelik taşımakta olduğu için, çekiliş sırası ile değil, anlattıkları süreç öne alınarak Düğün / Gelin / Diyet sırası ile incelenecektir.
Tema birliği içeren bu üç filmin bir başka ortak noktası da, ağırlık noktalarını kadın kahramanların taşımasıdır. Akad, anlatılarına kahraman olarak kadın kişiliğini seçmekten başka, filmlerde tamamen farklı yapıdaki bu kahramanlarının üçünü de Hülya Koçyiğit’e oynatır. Koçyiğit, bu nedenle filmler arasında bir dış bağlantı sağlamış olur.
Gelin, için Akad yazmadığı romanların filmini yapıyor ibaresi kullanılmıştı, üç film arasında en çok Gelin’e uyan bu benzetme, diğer iki film içinde söylenebilir.
Düğün (1973), Akad’ın yazarak yönettiği, Gani Turanlı’nın görüntülediği, Metin Bükey’in müziklediği, Hülya Koçyiğit’in Zelha’yı, Kâmuran Usluer’in Halil’i, Turgut Boralı’nın Bekir’i, Ahmet Mekin’in Ferhat’ı, Erol Günaydın’ın İbrahim’i, Altan Günbay’ın Cabbar’ı, Hülya Şengül’ün Cemile’yi, İlknur Yağız’ın Habibe’yi, Sırrı Elitaş’ın Reşit’i, Günay Güner’in Zeki’yi oynadığı, bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımı olarak, 1974 / 11. Antalya Film Festivali’nde, En İyi Film ve En İyi Yönetmen; Sinematek Derneğinin, Mevsimin En Başarılı Filmleri (1974) seçiminde birinci seçilmiştir.
İkinci sırada çekilmiş olmasına rağmen, tematik olarak önce gelen Düğün; Urfa’da geçim koşulların daralması ve amcaları Bekir’in önerisi ile Halil ve kardeşleri’nin (Zelha, İbrahim, Cemile, Habibe ve Yusuf), İstanbul’a göçmesi ile başlar. Olaylar, taşrada kısıtlı ekonomik olanaklar nedeni ile eskiden beri sürdürdükleri çalışmaları da verimli olmamaya başlayınca, taşı toprağı altın olan İstanbul’a gelinir. Habibe ve Cemile fabrikaya işçi olarak girerler, (sanayileşme – “emek”in paraya çevrilmesi), evi çekip çeviren Zelha yine kısıtlı bir alanda (kıyı semtindeki evin tahta perde ile çevrili avlusundaki fırında) kıymalı pide ve lâhmacun yapar, İbrahim bunları satar (metropolde ticarete adım atış), küçük Yusuf tüm bu ortam içinde okumak gibi bir lükse sahip olur. Zelha’nın hem abla, hem (doğurmamış olmasına rağmen) ana olması yanında Halil beyni oluşturur. Akşamları günlük hesapların görülmesi sırasında, elde çok az para kaldığı, “Harran’ın dikeni gibi kök salmaya geldikleri buradan” geri dönüş olmaması kararı ile, işi büyütme kararı alınır. Borç harç bir üç tekerlekli bir araba alınır, bu arada Cemile’yi isteyen kebapçının ödediği ‘başlık’ da bu paraya katılır, bu alış veriş Zelha’nin içine sinmez. Araba alınarak genişletilen ticari faaliyetlere başlanılır, İbrahim’e Yusuf da yardımcı olmaktadır. Bu arada Zelha’nın sırf ailesi için ayrıldığı sözlüsü Ferhat da İstanbul’da kamyon şoförlüğü yapmakta olduğundan, -kaçınılmaz şekilde- karşılaşacaklardır. Cemile’nin kocası, karısını evlere temizliğe gönderir -ödediği başlık parasını çıkartmalıdır-. Zelha geri almak isterse de, Cemile gelmez. Habibe’yi ise mahalle kasabının kardeşi Zeki sevmektedir, Habibe de karşılık verir, ama Halil ve Bekir’e ticaret yapmayı öneren Cabbar da Habibe ile evlenmek ister, Zelha karşı çıkar, Zeki de ısrarcıdır. Araba ile lahmacun, sucuk ekmek satışı sırasında aynı işi yapan başka kişiler ile çıkan kavgada İbrahim birini öldürür, suçu Yusuf üzerine alır. Kavga sırasında araba elden gider, Habibe Cabbar’a verilir. Ferhat Zelha’ya kendisi ile gelmesini, evlenmelerini söyler. Zelha işlerinin daha bitmediğini söyleyerek düğün yerine gider. Ağabeyi Halil ve amcasına çok ağır konuşur, Habibe’yi alıp gitmek ister. Cabbar çektiği bıçak ile mani olmak ister, İbrahim araya girer. Bu arada Zelha yaralanır, ama İbrahim ile beraber Habibe’yi alıp düğün’ü terk ederler. İbrahim polise her şeyi anlatıp Yusuf’u kurtaracağını söyler, Zeki ise kapıda Zeliha ve Habibe’yi beklemektedir.
Akad, aile kişileri arasındaki gelişmelerle dramını oluştururken, ekonomik çıkmazları nedeni ile İstanbul’a gelen aileyi, önce aile içi çalışma ile seyyar satıcılıkla ufaktan ticarete başlatarak, giderek genişlemeye -genişleme çabalarına- (satılan malların çeşitlenmesi, gündüz ve gece ayrı ayrı çalışma) yönlendiriyor. Bu gelişmeler olurken aile kıyısından köşesinden dağılmaya, çeşitli bedeller ödemeye başlıyor. Finalde dramatik yapı tamamlanır gibi görünüyor. -ama- Zelha Habibe’yi Cabbar’a vermemekle -belki- Cabbar ile daha devamlı ticaret ilişkisine girecek, Halil’den kopacak, Habibe’yi esnaf (kasap) çocuğu olan Zeki’ye vererek bir başka ticaret ehli ile ilişkisini sağlayacaktır. Belki bu ilişkide kendisi de vardır veya yoktur. Habibe’nin fabrika işçiliği deneyimi olduğunu da unutmamak lâzım. Şimdilik seyyar satıcılık işi kaybolmuş gibi görünmektedir. Akad, Yusuf’un başına gelenleri, daha önce Yusuf’un okuduğu Hz. Yusuf’un kardeşleri nedeni ile başına gelenlerle paralelleştirerek, dramatik yapıda vurgu yaparken, işçiliğe girmiş kızların, bir meta gibi başlık karşılığı, hemen pazarlık konusu olması ile de, Yusuf olayına paralel geliştirdiği olaylarla da, toplumuzun halen genel geçer feodal bir kısım yapılarına değinmekle beraber, Yeşilçam’ın tipik olay örgüsüne de yaklaşıyor.
Akad, üçlemesi yaptığı son dönem filmlerinde, eski filmlerinden geliştirerek getirdiği, giderek durgunlaşan, nerede ise kamera hareketinin terk edildiği, ama derinliğin önem kazandığı görüntülemesi ile, hareketin hemen hemen yalnızca çerçeve içinde belli bir oyuncu trafiği ile olup bittiği, sinema diline Düğün’de de yeni bir halka ekliyor.
Aslında Düğün’den daha önce çevrilen Gelin’de dizi / trioloji devam etmektedir. Sıralamayı sürece göre alırsak, ailenin göçünü ve yerleşme / tutunma çabalarını ele alan Düğün’den sonra Gelin, ailenin memlekette (bu kez Yozgat) kalan son kısmının da İstanbul’a gelmesi ile başlıyor. Ailenin (baba dahil) bir kısmı önceden gelmiş ve bir kenar mahallede bakkal dükkânı açmış ve kök salmaya niyetlenmiştir; amaç artık metropol’ün merkezine yürümek, bakkallığın alternatifi olmaktan çok karşıtı olan marketciliğe geçmektir. Büyümek değil değişmek istemektedirler ve değişim, bedelini ödetecektir
Gelin, yine Akad’ın yazarak yönettiği, Gani Turanlı’nın görüntülediği, Yalçın Tura’nın müziklendirdiği, Hülya Koçyiğit’tin Meryem’i, Kerem Yılmazer’in Veli’yi, Kahraman Kral’ın Osman’ı, Ali Şen’in Hacı İlyas’ı, Aliye Rona’nın Ana’yı, Kâmuran Usluer’in Hıdır’ı, Nazan Adalı’nın Naciye’yi, Seden Kızıltunç’un Güler’i oynadığı 1973 yılı yapımı bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımı, 1973 5. Adana Altın Koza Film Festivalinde En Başarılı Film, Kâmuran Usluer En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu, Nazan Adalı En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini almışlar, ayrıca Sinematek Derneği’nin sinema yazarları arasında yaptığı Mevsimin En İyi 10 Filmi soruşturmasında birinci seçilmiştir.
Gelin, ailenin son partisinin de memleketten İstanbul’a gelmesi ile başlar, yerleşik bir bakkal dükkânı mahalle arasında aileyi sırtlamış, aile de, avlu içindeki ev de Yozgat’taki düzende yaşamıştır. Artık şehir merkezine doğru hareket zamanıdır, yeni bir dükkân tutulmuş, iş büyütülmeye çalışılmaktadır. Yeni gelenler de düzene dahil olurlar, ama Meryem’in oğlunun rahatsızlığı ortaya çıkar. Çocuğunu Hacı İlyas okuyarak iyi etmeye çalışır, ama Meryem memleketlisi ve fabrikada işçisi bir arkadaşı ile gittiği doktorda durumun ciddi olduğunu öğrenir fakat yeni dükkân için para lâzımdır. Büyük gelin takılarını verir, Meryem takılarını çocuğu için harcamak istemektedir, ailenin kararına boyun eğmek durumunda kalır, fakat kurban bayramından önce çocuğunun ameliyatı için kayınpederinden söz alır, ama çocuk bayramı çıkaramaz, kalbinden olan rahatsızlığı tutar ve bayram sabahı ailenin kurbanı olarak ölür. Meryem de avludaki kurbanlık koçu azat eder ve evi terk eder, işçi arkadaşının yardımı ile fabrikaya girer, aile meclisi (baba) namus temizleme güdüsünü harekete geçirir. Eline silâh verilen kocası (Veli) Meryem’i öldürmeye gittiğinde, -cebinde silâhı- “fabrikada kendine de iş olup olmadığını” sorar. Emeğin -bedeli karşılığında- üretime yöneltilmesi ile finale ulaşan filmde, aile ticaret çarkında ulaşabileceği son basamak olan daha büyük bir dükkânda / markette ticaret aşamasına geçecektir. Sanayileşme şimdilik ufuklarında bulunmamaktadır, beri yandan aile fertlerinden ikisi emeklerini değerlendirme ortamına yönelmişlerdir. Düğün’de aile içi üretimle yürütülen ticaretin karşılaştığı metropol kâbusu artık aşılmıştır, dükkân düzeyinde önce kenar mahallede sonra kent merkezine yönelik yürüyüş tamamlanmıştır. Sermayenin büyümesi, holdingleşmesi, söz konusu olmayacaktır. Alternatif olarak mekanizmanın bir de öbür yüzü bulunmaktadır, Akad bu noktadan Diyet’e geçecektir. Akad Gelin’de Düğün’de de sürdürdüğü sinema dilini daha olgun bir biçimde; son dönem filmlerinde ağırlıklı olarak kullandığı gibi, durgun, izleyici bir biçimde sürdürüyor. Onaran’ın belirttiği gibi sinemanın bir çok teknik olanağını kullanmamaya kararlı bir dil kullanıyor, üçlemeyi oluşturan filmlerinde bunu en başarılı olarak Gelin’de yapıyor. Gelin sinemasal bakımdan üçlemenin en oturmuş filmi olurken, iç dinamiği bakımından da oturmuşluk gösteriyor. Bu oturmuşluk, ailenin çevresinden soyutlanmış bir durum içinde ele alınması sonucunu doğursa da, filmin bütünleşmesini sağlıyor. Onaran, filmin gerçek sonunun Osman’ın ölümü olduğunu, bu ölümle yapılan “kurban” allegorisi olduğunu belirtiyor. Çocuğunu “kurban etmeye” kalkan Hz. İbrahim’e koyun gönderilerek, çocuğun yaşamı kurtarılıyorsa da, ailenin bir, belki de iki basamak üstteki bir basamağa taşınması -ekonomik olarak, sınıfsal olarak değil- uğruna Osman’ın kurban edilmesine göz yumuluyor. Düzenin çarkının bu şekilde işlemesi ile filmin bitirilmesi, Meryem’in bağlarını koparma davranışını belki es geçecekti ama Akad, emeğin değerlendirilme ortamına geçişini de önleyecekti.
Diyet üçlemenin sonuncu filmi olarak 1974 yılında Akad tarafından yazılarak, yöneltilir. Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü Cilt 2’de belirttiği gibi film Ömer Seyfettin’in Diyet isimli öyküsünün uyarlaması değildir. Gerçi Akad’ın TRT’ye yaptığı Eski Kahramanlar üst başlığını taşıyan Ömer Seyfettin’in dört öyküsünden (Topuz / Ferman / Pembe İncili Kaftan / Diyet) oluşan TV filminde, sonuncu öyküyü oluşturan Diyet, Özgüç’ün kastettiği Ömer Seyfettin öyküsüdür ama, üçlemenin finalini oluşturan Diyet’in öykü ile ilişkisi yoktur.
Gani Turanlı’nın görüntülediği filmde; Hülya Koçyiğit “Hacer”i, Hakan Balamir “Hasan”ı, Erol Taş “Bilâl Usta”yı, Erol Günaydın “Mevlût”u, Güner Sümer “Salim Bey”i, Atıf Kaptan “Fabrika sahibi”ni, Turgut Savaş “Yunus”u, Günay Güner “Mustafa”yı, Yaşar Şener “Muhsin Usta”yı, Murat Tok “İmam”ı, Osman Alyanak “Börekçi”yi, Uğur Kıvılcım “Şerife”yi oynar, bir Erman Film (Hürrem Erman) yapımıdır.
Salim Bey’in babası adına yönettiği fabrikada bir makine işçilerin yaralanıp sakat kalmalarına neden olur, en son Mustafa bu makinede bacaklarından olmuştur. Bilâl Usta İstanbul’a yeni gelen Hasan’ı Mustafa’nın yerine aldırır, bu arada fabrika da sendikacılar faaliyet gösterirler ama bir kısım işçi sendikaya henüz girmemiştir. Fabrikada çalışan kocası kendisini terk edip gitmiş iki çocuklu Hacer’de çalışmaktadır, sendikacılar Hacer’i de yanlarına çekmek isterler. Bir nedenle Hacer’i gören Hasan, Bilâl Usta’dan Hacer ile aralarını yapmasını ister. Bilâl Usta sendikaya karşıdır, sendikacıların isteklerini fabrika sahibi kabûl etmez. Bu arada Hasan fabrikada işe başlar ve Hacer’le evlenir. Salim Bey işçileri sendikalı – sendikasız diye ayırır. Hacer sendikalılar arasında, kocası Hasan sendikasızlar arasında yer alır. Hasan bu nedenle Hacer’e kızar. Bu arada kızı Hacer’e yardım etmek için balon satan babası Yunus bir gün parkta otururken ölür, sendikacılarda Mustafa’ya bir tekerlekli sandalye alırlar. Mustafa’nın makinesinde çalışan Hasan, Bilâl Usta ile karısının tutumu yüzünden tartışırken kolunu makineye kaptırır ve kolu kopar. Olay yerine gelen Hacer, “alın diyetinizi” diye kocasının kolunu Salim Bey ve İbrahim Usta’ya fırlatır. Ve bir balyoz ile makineye vurmaya başlar.
“Al diyetini” diye kol fırlatma sahnesi, Akad’ın Ömer Seyfettin’den uyarladığı Diyet’te de vardır. Demirci ustası olan Koca Ali, işlemediği bir suç ile suçlanır ve suçsuzluğunu ispat edemez. Kol kesilmesi cezasına hüküm giyer, bir kasap diyet’ini ödeyerek kolunun kesilmesini önler ama yanında çalışmasını ister. Yanında çalışırken de ezer ve aşağılar, diyetini ödediğini belirtir hep, sonunda dayanamayan Koca Ali (Kadir Savun) kolunu keserek ve “al diyetini” diyerek kasabın yüzüne fırlatır.
Diyet’te yeteri kadar güvenli olmayan bir fabrika makinesinin, çalışanlara zarar vermesi ve sendikanın isteklerine rağmen önlemlerin alınmaması sonucunda yeni bir kazada yine bir işçinin zarar görmesi, kolunun kopması / diyetin ödenmesi ile, Ömer Seyfettin’in “diyet”i, farklı ortamların yapısal farklılık taşıyan farklı olgularıdır.
Gelin ve Düğün, taşradan metropole gelen aileleri, kendi içinde dayanışmalı ve şehirde yerleşik şekilde tutunmaya yönelik çalışma uğraşı içinde gösterir. Bunu aile içi üretimin seyyar olarak, araba ile satılması aşamasından geçerek, mahalle içi bakkal dükkânı ve giderek kentin daha merkezinde market açmaya varan uğraşları olarak göstererek, yan öykülerle de destekler. Fakat hep ticaret alanının ağırlık kazandığı gelişmeler içinde veren ve Gelin’de fabrika kapısında biten akış Diyet’de kapının iç tarafının durumunu, işçi – işveren ilişkisini ve yine Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelmiş bu kez emeğini satan kişilere ağırlık veriyor.
Akad bunu, tavrını işçiden yana koyarak yaparken, sorunu sınıfsal değil, insanilik açısından ele alıyor. Bunu yaparken “ne servet düşmanlığı, ne işçiyi işverene karşı tahrik, ne de ütopik patronsuz fabrika fikrini savunuyor.” Akad’ın olaya “duygusal, ilerici ve bilinçlendirici” bir biçimde, yaklaşımının eleştirisi de yapılıyor.
Düğün’de Hz. Yusuf çağrışımı yaparak kullanılan din motifi, Gelin’de kurban ile ağırlık kazanır, Diyet’de ise “iki bir’den, üç iki’den, dört üç’ten, beş dört’ten iyi değil midir”, hadisi ile örgütlenmenin (sendikalaşmanın) günümüzdeki gerekliliğini, toplumumuzun moral değerleri ile de destekliyor. Kırsaldan gelerek metropolün varoşlarına yerleşip, bir süre sonra, girdikleri çalışma yaşamında, yerlerini belirleme aşamasına geliyorlar. Doğal olarak henüz sınıf bilinci yerleşmemiş olması nedeni ile, sendikal hakların biçimlendiricileri başkaları … bu konudaki öykü, roman, oyun ve de filmlerde düşülen bir genel yanılma, Diyet’de de karşımıza çıkıyor. Bütün suç daha önce başkalarını da sakat bırakan, sonra da Hasan’ın kolunu koparan makine üzerinde kalıyor. Evet makine bir simge ama…
Diyet, hem sıra bakımından hem aşamanın halkalanması bakımından “üçlemenin” son filmi olarak diğerlerine nazaran biraz zayıf kalıyor. Koçyiğit’de Düğün’de de ulaşamadığı Gelin düzeyine, burada da ulaşamıyor, bunda senaryodan kaynaklanan, karakterin yeterince boyutlu olmaması da etken.
Anadolu’nun farklı bölgelerinden İstanbul’a farklı birikim ve amaçlarla, değişik sosyo – ekonomik yapılardan gelen farklı kişilerin, ticaretin ilk adımlarından başlayan metropol yaşamına katılma uğraşı, bu farklı kişilere rağmen bir zincirin halkalarını oluşturacak şekilde, değişik karakterdeki kişiler ile toplumumuzun temel ve moral değerleri de ele alınarak birbirine bağlanıyor. Ticaretin ağır bastığı ilk iki öykü fabrika kapısında sonuçlanınca, kulvar değiştirerek bir başka çalışma alanına geçiyor, çalışanlarında taraflardan birisi olması gerektiği, tarafların kozlarının bilincinde olarak anlaşmaya yönelmelerini bekliyor. (Evet bir makine ama kırılmalı mı, kırılması gerekirken kırılmamalı mı?)
Farklı sosyo – ekonomik yapıların yanında farklı kültürleri de barındıran ülkemizde, doğu – batı farklılaşmasının doruk noktası, İstanbul’a 50’li yıllardan sonra giderek yoğunlaşan göç olgusu sinemamızda bir çok filme konu olmuştur. Bu filmler olaya farklı yaklaşımlar getirerek, bazen yüzeysel, bazen nedenini ve sonucunu dar alanlarda ele alarak, belki bir neden üzerinde derinleşmişler fakat olayı tüm boyutları ile aktaramamışlardır. Büyük kente göçü, burada olduğu gibi ekonomik nedenlere dayandırıp farklı sonuçlara ulaşması yanında, intikam, kan davası için kaçma ve izleme nedeni ile de göçün gerçekleştiğini görmekteyiz. Böyle göçler sosyolojik anlamda göç’de değildirler ve çoğunlukla bitirilmesi gerekli bir işe yönelik ve genellikle tek başına yapılan yolculuklardır. Hacıağaların para yemek için İstanbul’a gelmeleri de bir dönem komedi filmlerinde geçici göçü -genellikle bir gecelik- konu alan filmlerdi. Yukarıda anlatılan Akad öykülerinde, hele Gelin ve Düğün’de göç eden bir ailedir. Diyet’de ise farklı kökenli, bir fabrika çevresine toplanmış gurbetçilerdir.
Yeşilçam günlerinin en ilgi gören konularından biri olan göç, farklı bir yapılanmaya giren sinemamızda da yine zaman zaman ele alınan konulardan biri olacaktır. Teknolojik gelişmesinin yanında yapısal bir değişmede geçiren sinemamızda konuya daha farklı yaklaşımların ele alınması değişimin doğal sonucu olacaktır. Ama Akad ustanın üçlemesi, sinemamız tarihinde önemli bir yer alacaktır.
(25 Haziran 2006)
Orhan Ünser
*****
Yararlanılan Kaynaklar:
Alim Şerif Onaran: Lütfi Ömer Akad’ın Sineması (Ege Üniversitesi Yayını)
Alim Şerif Onaran: Lütfi Ö. Akad (Afa Yayınları)