1-16 Nisan tarihleri arasında yirmibeşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin bu yıl yapıtlarına yer verdiği dünya sinemasının ustalarından biri de ünlü İtalyan yönetmen Roberto Rossellini’ydi. Yönetmenin 100. doğum yılı nedeniyle “Stromboli”, “Viaggio In Italia” (İtalya’da Yolculuk) ve “Dov’è La Libertà…?” (Özgürlük Nerede?) gibi 50’li yıllardan üç çalışmasının yanı sıra, kızı Isabella Rossellini’nin senaryosunu yazarak babasını anlattığı 16 dakikalık bir belgesel de gösterimde yer aldı.
Savaş Filmlerinden Bergman’a
Roberto Rossellini, dünya çapındaki ününü elbette ki öncelikle 40’lı yıllarda savaş sonrasında yıkıma uğramış ülkesinde çektiği yeni gerçekçi filmlere borçlu. Savaştan arta kalan bir toplumun acılarını olağanüstü bir doğallık ve gerçekçilikle yansıtan yönetmen, Yeni Gerçekçilik akımının başyapıtı olarak bilinen o ünlü “Roma Açık Şehir” filmine 1945’te imza atmıştı. Ünlü müzikhol oyuncusu Anna Magnani’nin performansı, amatör oyuncuları, savaştan henüz çıkmış bir şehirden arta kalan yıkıntıların dolaysızca gözler önüne serilişi bu filmin ve tabii ki yönetmenin de sinema tarihinin dönüm noktalarından birine yerleşmesinin sebepleriydi. Bunun ardından gelen “Hemşehri” ve “Almanya Sıfır Yılı” filmleriyle bir üçleme yaratan Rossellini, o dönemin “savaş filmleri yönetmeni” olarak sinema tarihine kazınır. Ancak bütün diğer yeni gerçekçi yönetmenler gibi Rossellini de zamanın ve içinde yaşadığı toplumun değişmesiyle, gerçekçi üslubundan ve savaş temalarından yavaş yavaş uzaklaşacak ve hayat arkadaşı ünlü yıldız Ingrid Bergman’a adadığı, modern insanın yalnızlığına ve iletişimsizliğine odaklandığı filmlerle dolu yeni bir döneme geçecekti.
İtalya’da Yolculuk
Festivalde izleme şansına eriştiğimiz üç uzun metraj Rossellini filminden biri olan 1953 tarihli “İtalya’da Yolculuk” da işte o meşhur “Bergman dönemi”nin bir eseri olarak karşımıza çıkıyor. Göz kamaştırıcı çekiciliğiyle Ingrid Bergman’ın ve George Sanders’ın başrollerde yer aldığı film, boşanma aşamasına gelmiş bir evliliğin kahramanları olan Alex ve Katherine’nin kendilerine miras kalan bir villayı satmak amacıyla Napoli’ye doğru yolculuklarıyla başlar. Alex ve Katherine arasındaki kopukluk, filmin başlangıcında, çiftin henüz Napoli’ye varmaları sırasında bile gergin atışmalarından ve yer yer rahatsız edici suskunluklarından kolayca anlaşılır. Villanın satış işlemleri sırasında Alex, bir grup İngilizle Capri’ye doğru kısa bir seyahat düzenlerken eşi Katherine Napoli’de kalarak şehrin güzelliklerini, tarihsel kalıntılarını ve müzelerini gezmekle meşgul olur. Tükenmekte olan bu ilişkideki tek kurtuluş umudu ise Alex ve Kahtherine’in birbirlerinden ayrı yaptıkları bu kısacık geziler sırasında kendilerini ve ilişkilerini sorgulamalarında saklıdır. 100 dakika boyunca yoğun biçimde İtalya’nın turistik yerlerini seyirciye aktaran Rossellini, siyah-beyaz filmin tüm olanaklarıyla eşsiz bir seyirlik sunuyor ve filmin kurmaca değil de yer yer belgesel havasında olduğu bile düşünülüyor. Modern ilişkilerin zemininde son derece güçlü bir dram olarak nitelendirebileceğimiz film, bir yandan yabancılaşmış insan ilişkileri üzerine düşündürürken bir yandan da gerçek bir “İtalya Yolculuğu” yapmamıza fırsat veriyor. Yönetmen her ne kadar bireyin içsel yolculuklarını, gerginliklerini ve çıkmazlarını aktarsa da sonuçta tutkunun ve aşkın galip gelmesi gerektiğini vurgularcasına bu dramı klasik bir melodram havasına taşıyor ve geleneksel bir “mutlu son”la bitiriyor.
“İtalya’da Yolculuk”un ardından uslarımızda arta kalan kimi sorular ise şöyle:
Yarım asır önce Rossellini’nin kamerasından çekilmiş bu hikayenin benzerlerine içinde bulunduğumuz yeni bin yılda da rastlamak fazlasıyla mümkün. Ancak yalnızlığın ve iletişimsizliğin doruklarına vardığımız bu çağda kendimizi ve ilişkilerimizi sorgulamak ve mutlu sonla noktalamak, kısacası yaşantımıza artık bu denli iyimser bakabilmek mümkün mü? Rossellini’nin bir zamanlar aktardığı gibi umutlu olabilmeyi acaba bugün içimizden kaç kişi başarabiliyor?
Rossellini’yle İstanbul’da yeniden buluşmak dileğiyle…
(25 Nisan 2006)
Âlâ Sivas