Avustralya Fonunda Distopik Western

Aile reisi annenin idare ettiği suç çetesinin karanlık hikâyesini konu edinmiş, bizde vizyon görmeyen bol ödüllü ilk filmi ‘Animal Kingdom’dan (2010) beri yeni işini merakla beklediğimiz bir isim David Michod. Avustralyalı yönetmenin son Cannes Şenliği’nde yarışma dışı olarak ilk kez görücüye çıkan son çalışması ‘Takip / The Rover’, sıcağı sıcağına bizde de gösterime girmiş bulunuyor.

Uzak kıtanın uçsuz bucaksız topraklarında ‘felaketten 10 yıl sonra’ ibaresiyle açılıyor film. Söz konusu global bir ekonomik çöküş ve geniş Avustralya arazisi her zamankinden daha ıssız ve tekinsiz bir görünümde. Ülkenin yerlileri ve komşu diyarlardan kopup gelmiş Japon, Kamboçyalı vs. mülteciler hayatta kalma mücadelesi içindeler. Çatışmadan çıkmış bir grup silâhlı adam tarafından arabası çalınan Eric’in sahip olduğu tek varlığını geri almak üzere soyguncuları takibi üzerine kurulmuş bu yol filmi, yine Avustralya’dan çıkmış George Miller imzalı ‘Mad Max’ serisini ya da 2009 yapımı John Hillcoat filmi ‘The Road’u anımsatan bir kıyamet sonrası öyküsünü akla getiriyor hemen. Ancak bir bilim kurgu denemesinden ziyade Western’e, özellikle ‘spaghetti’ tarzına daha yakın duran bir film bu.

Güney Avustralya’nın doğal set olarak kullanılan ıssız boş arazisi tipik bir western mekânı. Yönetmen Michod, western ikonografisini ustalıkla kullanmış, özellikle Sergio Leone sinemasını örnek almış. Görüntü yönetmeni Natasha Braier’in sarı kahve tonlardaki hakimiyeti, filmin açılış bölümünün ‘Once Upon A Time In West’in böcek vızıltısı ya da hurda tıkırtısı gibi sahne dışı sesleri abartılı biçimde kullanmasını örnek alışı ya da kapalı mekândan çekilmiş araba kazası gibi stilize plânlarla ilginç bir başlangıç yapıyor ‘Takip’. Şerifsiz, kanunsuz ölümüne bir kavganın sürdüğü bu Western topraklarında, ikonografinin olmazsa olmazı yük trenleri ve onları koruyan silâhlı adamlar da eksik değil. Öykü ilerledikçe başka türlerden de besleniyor Michod’nun filmi. Metruk bir işletmede, yönetmenin alamet-i farikası baskın anne karakteri beliriyor. ‘Animal Kingdom’da Jacki Weaver’in müthiş performansı ile Oscar ve Altın Küre adayı olmuş suça azmettirici Janine tiplemesinin yerini bu defa Gillian Jones’un delikanlı torununun pezevenkliğini yapan sakin büyükanne kompozisyonu alıyor. Arabasına ya da western kodundaki karşılığıyla çalınan atına sahip olabilmek için hırsızlarla ölümüne bir mücadeleye giren Eric’in yolu, soyguncuların çatışma mahallinde yaralı olarak bıraktıkları ‘Fareler ve İnsanlar’ın Lennie’sini andıran yarım akıllı Rey ile kesişiyor. İkilinin izbe mekânlarda çatışmaları günümüzün zombi serüvenlerini çağrıştırıyor.

Görsel albenisine rağmen karakter yaratma açısından bir önceki filminin gerisinde kalmış Michod. Gözde oyuncusu Guy Pearce ve farklı bir kompoziyonda kendini göstermeye çalışan ‘Alacakaranlık / Twilight’ yıldızı Robert Pattinson’ın çabalarına karşın, senaryodaki boşlukları büyük ölçüde kanlı çatışma sahneleri ve stilize aksiyon bölümleriyle dengelenmeye çalışmış. Yaz günlerinin kısır vizyon ortamında yetmişli yılların yazlık serüvenlerinin hissiyatıyla yetinilerek izlenebilir.

(05 Temmuz 2014)

Ferhan Baran

ferhan@ferhanbaran.com