Sefaletten Oscar’a: Milyoner”in Çocuk Oyuncuları Gerçek Hayatlarını Oynuyorlar

8 dalda Oscar ödülü alan Milyoner (Slumdog Millionaire) filminin çocuk oyuncuları, gerçek hayatlarının sürdüğü gecekondu mahallelerinden Oscar’ın Kırmızı Halı rüyasına doğru inanılmaz bir geçiş yaptılar. Filmin ana karakterlerinin 8 yaş hallerini oynayan Rubina (8) ve Azhar (9), gerçekten de çok zor şartlarda hayatlarını sürdürüyorlar. Hatta birkaç hafta önce Azhar’ın evi belediye tarafından yıkılmış ve o günden beri naylondan yaptıkları bir çadırda yaşıyorlar. Babası tüberküloz ve işsiz.

06 Mart 2009 Haftası

“Watchmen”, alternatif yakın tarihte, insan denilen kaotik varlığın en karanlık bölgelerine girerken, savaşın / yok etmenin dayanılamaz cazibesinin kodlarını arayan, sonsuz zaman çizgisi üzerindeki devinimleri ve çok katmanlı temalarını, grafik şiddetin, cinselliğin, aksiyonun tasarlanıp çekilmiş en iyi örneklerinden biri olarak sunan, gösterişli çizgi roman uyarlaması: Tüm kusur ve yanlışlarla ‘insan kalmak’ önemliyse sizin için, bu yeni yüzyıl sineması örneğini seveceksiniz.

“Sıradan Bir Gündü”, bu düzenin (hani şu sıralar domino taşları gibi hızla devrilen şirketlerin kurduğu düzen) ‘zayıf’ları eleyen ve kurban eden çarklarında yer alan bir ‘içe dönük’ genç adamın dışa vuramadığı öfke seyrine dair gelişmeleri, küçük ama muzip fantastik dokunuşlarla sunuyor: Asla aldanmayın, asla yanılmayın, üst katlara gerçekten çıkmak ve yerleşmek için üst katların havasını içinize iyice doldurmuş olmanız gerekir!

“Gran Torino”, beylik laflarla ırk, dil, din, milliyet vs. ayrımı yapmadıklarını söyleyen ‘sahte’ çok yüzlülerin tersine, bu ayrımı yapmaktan çekinmeyen ama işte belki de onun için temel insani özelliklerini muhafaza ederken, yüreğindeki vicdan azabını atamayan bir adamın, keskin mi keskin ‘kefaret’ öyküsü ve bilin ki içinizi çok acıtıyor. İnsanlar kaynaşır tabii, neden kaynaşmasın? En sert mizaçlar da yumuşatılır, neden yumuşatılamasın ki? Ama bir insanın yaşamı sona ermişse, ne yapsanız da geri gelmez. Film boyunca bu geri dönülemezliği hissettiren ve sizi de ‘rahatsız eden’ Eastwood, gerçekten büyük bir sanatçı.

“Gökten 3 Elma Düştü”, yaşamın kenarında var olmaya çalışan üç birbirinden çok farklı karakteri, finalde aynı dostluk karesinde birleştiren, ‘insan olmaya ve kalmaya’ dair ortalama bir çalışma: Belki tesadüf ama ekseninin, fena halde, “Padre Nuestro” adlı 2007 yapımı filme benzediğini vurgulamak şart.

“Cüceler Devlere Karşı”, yaşamım boyunca izlediğim, en berbat / itici uzun metraj animasyonu: Çocuklarınızın kötü rüyalar görmesine neden olabilir!

(04 Mart 2009)

Ali Ulvi Uyanık

aliuyanik@superonline.com

En İyi 10 Gün Rakamlarında da “Recep İvedik 2” Rekor Kırdı

Filmlerin box office sıralamaları genelde 3 günlük, haftalık ve 10 günlük hasılatlar baz alınarak belirleniyor.

Gösterimi sürmekte olan Recep İvedik 2, En İyi 10 Gün rakamlarında da rekor kırdı.

Son yıllara ait En İyi 10 Gün rakamları şöyle sıralanıyor:

Gora: 2.436.126 seyirci,
Kurtlar Vadisi: 2.655.929 seyirci,
A.R.O.G: 2.611.425 seyirci,
Recep İvedik: 2.169.586 seyirci,
Recep İvedik 2: 2.941.891 seyirci.

Beverly Hills Çuvava

Raja Gosnell’in yönettiği ve Piper Perabo, Manolo Cardona, Eugenio Derbez ile Jamie Lee Curtis’in oynadığı Beverly Hills Çuvava (Beverly Hills Chihuahua), 24 Nisan 2009’da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
Live – aksiyon komedi filminde, film yıldızlarının ve jet sosyetenin yaşadığı Los Angeles, Beverly Hills’te şımartılarak büyütülmüş Meksika kökenli küçük cins Çuvava türü bir köpeğin, güzel sahibesi tarafından Meksika’ya götürülmesi, bu yolculuk sırasında kaybolması ve evine dönebilmek için orada alelacele edindiği arkadaşlarının yardımına başvurması anlatılıyor.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Ali Ulvi Uyanık Yazıyor
  • Diğer basın bültenlerine haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Beverly Hills Çuvava yazısına devam et
  • Öldür Beni – Türk Sineması’nda Üslûp Çoğulluğu – [Avantajlar ve Dezavantajlar]

    Öyle bir film düşünün ki, bugüne değin izlediğiniz en kötü aşk sahnelerinden mürekkep sahneler içersin, hatta filmin o mecraya hangi sıra nasıl taşındığı kati surette anlaşılmasın! Yoksa, filmin mimarları, estetik tavırlardaki müspet bütünlük arayışının darmadağın edildiği bir stratejiyi mi devreye soktu bu filmde? Cevabı biz de bilmiyoruz…

    Öte taraftan farklı üslûp denemeleri yapan bir yazarı andıran genç yönetmenin (Korhan Uğur) senaryoya bağlı kalmaksızın, deneyci bir tavırla bu filmi çekmiş olması (sahneler arası geçişlerdeki dağınıklıktan bu iddiamızı temellendirmek mümkün), izleyiciyi farklı duygulanımlara da sevk ediyor. İlk iddiamızdaki dezavantajı dengeleyecek bir durum olarak da değerlendirebiliriz bu stratejiyi. Çünkü Türk sinemasında çokça görmeye alıştığımız “duygu manipülasyonu”na girmeden (ya da başka bir ifadeyle, sinemadaki tüccar zihniyetinin geleneksel stratejilerine başvurmadan) 20 dakikada bir, sizi başka bir evrenin karmaşık atmosferine sokmayı başarıyor bu film.

    Kısıtlı bir bütçeyle 16 günde 16 ayrı deneme-yanılma…

    Film, senaryosu açısından oldukça farklı ve bugüne değin Türk sinemasında hiç işlenmemiş bir konuyu ele alıyor: “Ölüler yaşayanları rahatsız eder”. Film, bu düşünceye temelden karşı çıkıyor ve bizi “tam tersinden bakmaya” davet ediyor. Yaşayanların ölüleri sürüklediği bu dayanılmaz mahcubiyeti, ölülerin üzerinden alıp, yaşayanların üzerine yüklüyor. Yıllardır süregelen geleneğe karşı çıkarak “yaşam”ı değil, “ölüm”ü sorguluyor. Bunun yanı sıra, filmde zaman ve mekânın kurgulanış düzeni oldukça ilginç. Tanrı’nın insanlara yeni bir şans verdiği mekân küçük, sessiz bir köy. Oysa burada bir senaryo boşluğu var gibi. Çünkü diyalogların birinde -bütün bilgece sözlerin tek hakimi ve en büyük sinema hatalarından biri olan bu klâsik kahraman tipolojisi- Hulusi Dede, bu köyün Tanrı’nın insanlara hayattayken yapmak istediklerini yapmaları için, ölüm öncesi bir fırsat olduğunu söylüyor. Oysa bir insanın yapmak istedikleri bir köyde mümkün olabilir mi? Hele de köyden dışarı çıkamıyorsanız! Tenis oynama sahnesi (ki barındırdığı ironi, izleyici açısından kayda değer) bu eleştirimize bir cevap olabilir, ancak raketleri turistler unutmuş yüzyıllar önce. Ya kişi burada, teknolojik bir malzeme arzularsa?

    Burada filmin içeriğine dair daha pek çok kritik yapmak mümkün! Ama ben merceği başka yere yöneltmek istiyorum (yazımın derdide budur): Filmin alımlanma tarzına…

    Bu filme dair karmaşık haleti ruhiye içinde kalan izleyicinin yorumlarından filme dair ve genel film değerlendirme alışkanlıklarımıza dair bazı profilleri sizinle paylaşmak istiyorum. Kentsoylu hayatın içinden gelen kesim, bu filmi kategorize edememenin rahatsızlığı içinde, “Öldür Beni”de popülist aksiyon, gayri ahlâki ucuz sahneler, pulp fikir aktarımı, standartlaşmış zihinlere uygun sinema ritüelleri ve belki de kente dair modernlik imgeleri bulamamanın üzüntüsü içindeydi. Filmi beğenmeyenlerin ve ivedi(k) eleştiri getirenlerin (üst-derecede estetik bilimi okumuş tahsilli eleştirmen edasıyla) filme tavır alışında ben sınıfsal bir hınç yakaladım. Buna karşılık Anadolu yerlisi, kimlik tipolojisinde memleket ahvaliyle duygudaşlık kurarak yaşayan kesimdeyse filmdeki mesajların içeriği ve köyün kendine has natüralizminin bir mest etkisi yarattığını gördüm. “Bu filmin türü nedir?” sorusu cevap alamıyorsa bunu, bu filmde emeği geçen ve amatör ruhla (arkasına büyük finansörlerin kendi “beğeni kalıplarını dikte etme arzularını” almaksızın) emeğini katan ekibin zengin muhayyilesine vermek gerekir.

    Türk sineması bu tarz draması, mizahı, gerilimi ile karmaşık duygularla bizi yüzleşmeye bırakan çalışmalara ihtiyaç duymalı kanımca. Ayrıca filmde çalışan bütün ekibin ilk deneyimi olması itibariyle, ağır eleştiriler sunmayı elbette etik ve samimi bulmuyorum. Sinema izleyicisi için bir filmdeki noksanlıkları görmek bir hayli kolaydır. Oysa emek, çaba ve cesaretin ürünü olan her çalışma bizce alkışlanmaya değerdir. Bir filmden beklenen en önemli unsur, senaryosunun tutarlı ve her şeyin nihayetinde yerli yerine konulmasıdır. Öldür Beni’nin bunu başarıyla sergilediğini düşünüyorum. Metafizik bir konuyu toparlamak, onu, yıllarca standart senaryoları izlemek zorunda bırakılmış Türk seyircisine anlatmak, filmi izleyenlerin kafalarında soru işareti bırakmak ve bir yandan da bu sorulara cevap aramanın hazzını yaşattırmak oldukça zor bir iştir.

    (03 Mart 2009)

    Şahin Sınır

    Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu