Denizli Beyaz Sahne Sinemaları, 03 – 09 Şubat 2012 seansları için tıklayınız.
Bolu Kardelen Eurimages Sinemaları
Bolu Kardelen Eurimages Sinemaları, 03 – 09 Şubat 2012 seansları için tıklayınız.
Beyaz Perde Aktörleri Derneği Ödülleri Sahiplerini Buldu
Sinema dünyasının önemli ödülleri arasında gösterilen Beyaz Perde Aktörleri Derneği Ödülleri (Screen Actors Guild Awards – SAG) ABD’nin Los Angeles kentinde düzenlenen ödül töreniyle sahiplerini buldu. Duyguların Rengi adlı filmindeki rolüyle ABD’li film yıldızı Viola Davis En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün sahibi olurken, Artist filmindeki rolüyle Fransız film yıldızı Jean Dujardin de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ne lâyık görüldü. Dujardin filmde, sessiz sinema devrinin zor günler yaşayan bir film yıldızını canlandırıyor. (Haber: Serpil Boydak.)
Beyaz Perde Aktörleri Derneği Ödülleri Sahiplerini Buldu yazısına devam et
Fırat Yükselir İmzasını Taşıyan Kurtuluş Son Durak Film Müzikleri Albümü Çıktı
Bu sezon çok konuşulan ve hâlâ gösterimde olan Kurtuluş Son Durak filminin Soundtrack albümü çıktı. Genç ve başarılı besteci ve düzenlemeci Fırat Yükselir’in imzasını taşıyan albümde filme renk katan pek çok şarkı yer alıyor. Başrollerini Demet Akbağ, Belçim Bilgin, Nihal Yalçın, Asuman Dabak ve Damla Sönmez’in paylaştığı Kurtuluş Son Durak filminin Soundtrack albümü Poll Production tarafından yayınlandı. Fırat Yükselir, Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Kompozisyon Bölümü mezunu ve Berklee College of Music’te Film Scoring bölümünü bitirdi.
Fırat Yükselir İmzasını Taşıyan Kurtuluş Son Durak Film Müzikleri Albümü Çıktı yazısına devam et
Hasankeyf İçin Topkapı Sarayı’nda Eylem
Hasankeyfliler ve Doğa Derneği gönülleri, İstanbul’un en önemli tarihi anıtlarından olan Topkapı Sarayı’nı ziyarete kapatarak 12 bin yıllık tarihlerinin Ilısu Barajı ile yok edilmek istenmesini protesto etti. Sarayın girişini geçici olarak kapatan Hasankeyfliler ve Doğa Derneği gönüllüleri, “UNESCO Dünya Kültür Mirasları Topkapı ve Hasankeyf Taşınamaz” yazan büyük bir pankart açtılar. Protestocular, Hasankeyf ve Dicle Vadisi’nde Ilısu Barajı nedeniyle sular altında kalacak tarihi alanların ve nesli tehlike altındaki türlerin resimlerini de sergilediler.
Hasankeyf İçin Topkapı Sarayı’nda Eylem yazısına devam et
Patlak Sokaklar: Gerzomat Filminin Ekibi Çubuklu Hayal Kahvesi’nde Basınla Buluşuyor
Patlak Sokaklar: Gerzomat filminin oyuncuları, çekimin son günü olan 31 Ocak Salı günü Çubuklu Hayal Kahvesi’nde basın mensuplarıyla bir araya geliyor. BatesMotelPro ekibinin sosyal medyadaki Patlak Sokaklar video serisinden sonra ANS Prodüksiyon’un yapımcılığı üstlendiği, Patlak Sokaklar: Gerzomat’ın çekimleri bitiyor. Başrollerini, “Sütü Seven Kamyoncular” olarak tanınan, Volkan Öge, Tansu Tuncel ve Ömür Cedimağar’dan oluşan BatesMotelPro ekibiyle, Selin Demiratar, Doğa Rutkay, Kubilay Tunçer’in paylaştığı, Türkiye’nin ilk absürt komedi filminde Bülent Serttaş da konuk oyuncu olarak yer alıyor.
Patlak Sokaklar: Gerzomat Filminin Ekibi Çubuklu Hayal Kahvesi’nde Basınla Buluşuyor yazısına devam et
Her Annenin Kâbusu
Lynne Ramsay’in filmi “Kevin / We Need To Talk about Kevin”in tanıtımlarında, eleştirilerinde en çok bu etiketle karşılaşıyoruz. Doğrusu, filmin annesi Eva (Tilda Swinton) da oğlunun doğumundan itibaren bitmez tükenmez bir kâbus yaşamıyor değil. Bir yandan da, kendi isteksizliğiyle bu kâbusa yol açtığını düşünüyor. Ne de olsa, oğlunun doğumunu şevkle beklediği söylenemez. Doğumdan önce gittiği yoga hamilelik kursunda, şiş karnıyla iftihar etmeyen tek kişi o. Hatta orada durmaya dayanamıyor, çıkıyor. Oğlunu yanında dururken gördüğü kitapçıda da anneye ilişkin şu ilân göze batıyor: “Efsanevi Maceraperest”. Belli ki Eva, bambaşka bir hayatı feda etmiş, istemediği bir anneliğe, hatta evliliğe sürüklenmiş.
Ama bence Lynne Ramsay bunları, kimin haklı kimin haksız, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu anlayalım diye koymamış ortaya. Yani, ne olursa olsun çocukların suçsuz olacağını da, bir insanın böyle bir çocuğu belli bir noktaya kadar çekebileceğini söylemek ve filmden bir ahlâk dersi çıkarmaya çalışmak anlamsız. Ramsay daha çok, kaotik bir evrende ille de bir nedensellik saptama, bu evreni ille de anlamaya çalışma yolundaki nafile çabamızı ortaya koymak istiyor gibi. Kitabın ise, Kötü Anne tartışmalarına yol açtığını okuduk.
Eva Khatchadourian, iyi kalpli, sakin ama ona hiç denk düşmeyen Franklin’le (John C. Reilly) evlenmiş, şehir yaşantısından banliyöde bir ev için, bağımsızlığından da bir aile için istemeye istemeye vazgeçmiş genç bir kadın. Hamile kalmaktan hoşnut olmasa da, vakti saati gelince bir oğlan doğuruyor. Bebek ilk andan itibaren onun kucağına gitmek, hatta onunla birlikte olmak istemiyor, avaz avaz ağlıyor. Bir sahnede Eva sokakta giderken de ağlayan bebeğin içinde olduğu arabayı, sırf bu sesi boğmak için, toprağı kazan bir makinenin yanına çekiyor. Bu arada, çocuk büyütmüş herkes, o ağlamayı duyunca acı tecrübeleri anmaktan kendini alamamıştır herhalde.
Kevin yeniyetme yaşında da (Ezra Miller) yeterince sevgisiz, sevimsiz ve tehlikeli ama emekleme çağındaki (Rock Duer) ve özellikle de daha sonraki hali (Jasper Newell) nefret dolu ve kesinlikle dayanılmaz. Koca çocuk olduğu halde annesinin gözünün içine baka baka altına kakasını yapıyor, onun bin özenle düzenlediği odayı aynı ölçüde özen göstererek mahvediyor. Özür dilemiyor, sorduklarına cevap vermiyor, ona domuz gibi bakıyor. Hatta bir seferinde dayanamayan Eva, ona kendisinden önce annesinin mutlu olduğunu söylüyor. “Şimdi anne her sabah uyanınca keşke Fransa’da olsaydım diyor.”
Öte yandan, ne Eva, ne biz bunun bir canavar masalı, bir kötü tohum hikâyesi olduğundan emin olamıyoruz. Eva’nın hem oğlu Kevin, hem de kendi namına suçluluk duyduğu kesin. Filmin başlarında takım elbiseli, evrak çantalı iki gençten adam kapıyı çalıp onunla öbür dünya hakkında konuşmak isteyince, bu duyguları dile getiriyor. Oysa kapı çalınınca biraz ürkmüş. Çünkü insanlar alışveriş arabasındaki yumurtaları kırıyor, yolda ona vurup küfrediyor, evini ve arabasını kırmızıya boyuyorlar. Ama işin öbür dünyadan ibaret olduğunu anlayınca ferahlıyor. Bunun hakkında her şeyi biliyor çünkü. “Dosdoğru cehenneme gidiyorum. Ebedi lânet falan, hepsi.” Aslında ebedi lânetten de ürkütücü olan ise, oğluyla aralarında bir bağ olabileceği şüphesi. Belki de, Kevin’in annesine ilgisini gösterme yöntemi bu.
Zaten bir canavar söz konusuysa bunun Eva değil de, yakışıklı (ve annesine çok benzeyen) yeniyetme oğlu Kevin olduğuna hiç kuşku yok. Onun ağza alınmayacak bir suç işlemiş olduğunu anlıyoruz. “Ratcatcher” ve “Morvern Callar” ile tanıdığımız Lynne Ramsay’in kronolojik sıra izlemeyen, nefis kurgulanmış, daha çok bir rüyayı (evet, kâbusu) andıran filminde Eva’nın endişeli kalabalığı yararak oğlunun okuduğu liseye yaklaşmaya çalıştığına tanık oluyoruz. Filmin güçlü görselliği, çarpıcı renkleri, ses tasarımı da Ramsay’in (Lionel Shriver’in romanından Rory Stewart Kinnear ile beyazperdeye uyarladığı) hikâyesini lâyıkıyla anlatmasına katkıda bulunuyor. Tilda Swinton’ın kendisinin ve karakterinin seyircinin rahatlıkla özdeşleşeceği, hatta acıyacağı kişiler olmayışı da işimizi zorlaştırıyor.
Ama yönetmen Ramsay’in rüya mantığı güden hikâyesinin merkezinde de Eva/Tilda var. Swinton “Io sono l’amore / I am Love / Benim Adım Aşk”ta da gene özdeşleşmekte zorluk çektiğimiz, sıradışı bir karakter olarak, genç bir erkeğe âşık olup ailesini bir çırpıda feda eden Emma’yı aynı yoğunlukla oynamıştı. Hem kendine hakim, hem de çabuk incinebilen Eva’da da yoğun bir performans sunuyor. Gururu dışında her şeyi kaybediyor. Vaktiyle Bohem bir hayat sürdüğünü anladığımız seyahat yazarı Eva’nın kıstırılmışlığını bize hissettirirken, mesafesini de koruyor. Doğrusu, her iki filmdeki oyunculuğunun (ona bakarsanız bu fevkalâde yetenekli İskoç aktrisin bütün filmlerindeki oyunculuğunun) yeterince takdir edilmediğini düşünüyorum. Mevcut en iyi aktörlerden biri olan John C. Reilly de, profesyonelce geri çekilerek ona eşlik ediyor.
Miss Ramsay’e gelince, ruh halleri ve atmosferin ustası olduğu kesin. “We Need To Talk About Kevin”da, bunlara renk (özellikle kırmızı) ve sesi de katıyor. Bir ileri, bir geri giderek anlatması da, Kevin ve Eva’nın hikâyesinden korktuğumuz kadar rahatsız olmamamızı sağlıyor. Bir korku filmi yapma kolaycılığına kaçmamış. Lionel Shriver’ın, Columbine stili bir lise katliamının ardından bir kadının ayrı olduğu kocasına yazdığı bir dizi mektuptan oluşan çok satan kitabını uyarlama yöntemini bulmakta da başarılı.
Film olarak bence yılın en iyilerinden biri. İlk paragraftaki “Efsanevi Maceraperest”e gelince, bir sıfat olan “efsanevi”nin yerine bir isim olan “efsane”yi koymaktan kaçınan, güzelim “maceraperest” kelimesinin de hakkını veren çevirmen Damla kardeşimize teşekkür ederiz.
(06 Şubat 2012)
Sevin Okyay
6. Uluslararası 2. El Film Festivali Gösterimleri Kızılay Büyülüfener Sineması’nda
5 yıldır düzenlenen 2. El Film Festivali, ilk uzun metraj deneyimini yaşayacağı 6. yılında, futbol konsepti ile sahalara çıkıyor. Bu sene 29 Şubat – 04 Mart 2012 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek olan festival, yarışmasız, jürisiz, gösterim koşulu olmaksızın, 2007 yılından itibaren ulusal ve uluslararası film festivallerinden elenen uzun ve kısa metraj filmlerin gösterimini üstlenecek. 01 Aralık 2011’de başlayan film başvuruları ise 01 Şubat 2012’de son bulacak. Festival süresince 11:30’da başlayacak olan film gösterimleri Kızılay Büyülüfener Sineması’nda gerçekleştirilecek. Festivalin İstanbul basın toplantısı ise 22 Şubat Çarşamba günü saat 19:00’da Gümüşsuyu’nda bulunan Yıldırım Mayruk Moda Laboratuvarı’nda düzenlenecek.
6. Uluslararası 2. El Film Festivali Gösterimleri Kızılay Büyülüfener Sineması’nda yazısına devam et
Can, Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü Kazandı
Yapımcılığını Defne Film Prodüksiyon ve Efekt Yapım’ın ortaklaşa yaptığı, Raşit Çelikezer’in yönettiği, başlıca rollerinde Selen Uçer, Serdar Orçin, Yusuf Berkan Demirbağ ve Erkan Avcı’nın yer aldığı Can filmi Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Yönetmen Raşit Çelikezer ödülü alırken yaptığı konuşmada, filminin küçük bir çocuğun zor günlerini anlatıldığı bir hikâye olduğunu söyledi. Ardından ödülü kızı Defne ile birlikte tüm çocuklara, yani ‘geleceğin yaratıcılarına’ ithaf etti. Üç kıtada daha bir çok festival katılacak olan Can, 16 Mart 2012 Cuma günü Tiglon Film dağıtımıyla Türkiye’de vizyona girecek.
Can, Sundance Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü Kazandı yazısına devam et
Anadolu Üniversitesi 14. Uluslararası Eskişehir Film Festivali
Anadolu Üniversitesi Sinema Kültürünü Geliştirme Birimi tarafından düzenlenen, Türkiye’de “üniversite” kimliği taşıyan uluslararası uzun metrajlı tek film festivali olan Anadolu Üniversitesi 14. Uluslararası Eskişehir Film Festivali, 02 – 09 Mayıs 2012 tarihleri arasında kapılarını sinemaseverlere açıyor.
Festival kapsamında gösterilecek 48 uzun metraj ve 35 kısa film ile Eskişehir yine sinemaya doyacak. 13 yıl önce “sinema günleri” olarak başlayan etkinlik, tüm Eskişehir’in heyecanla beklediği, kent dışından da sinema meraklılarını çeken bir film festivali haline dönüştü.
Anadolu Üniversitesi 14. Uluslararası Eskişehir Film Festivali yazısına devam et
Göçmen Çocukların Hepsi Göçüp Gitti
Ben Gazzara üç yıl önce, en sevdiği filmlerini, en beğendiği işlerini şöyle sıralıyordu: “Husbands” (1970), “Saint Jack” (1979) ve “The Killing of a Chinese Bookie” (1976). Bu üç filmin ilki ile sonuncusu sevgili dostu John Cassavetes’in yönettiği filmlerdi. “Saint Jack” ise, bir Peter Bogdanovich filmiydi. Yönetmen, Paul Theroux’dan uyarladığı 1979 yapımı filmde Gazzara’ya başrol vermişti: Singapur’da bir genelev işleten Amerikalı Jack Flowers. Genelde karakter oyuncusu muamelesi gören Gazzara için hakedilmiş bir başrol olduğu gibi, hoş da bir sürpriz.
Ancak burada esas olan “Husbands / Kocalar”. John Cassavetes filmlerinin aktörleri, birbirine bağlı bir ekip, bir büyük aile oluşturur. Başlıca üyelerini Ben Gazzara, Peter Falk, Seymour Cassel ve elbette Cassavetes’in eşi Gena Rowlands gibi dost oyuncuların oluşturduğu bir aile. “Husbands”da da, Yunan mültecilerin oğlu John Cassavetes, İtalyan (Sicilyalı) mültecilerin oğlu Biagio Anthony (Ben) Gazzara ve Doğu Avrupalı Musevi mültecilerin oğlu Peter Michael Falk, üç iyi arkadaş olarak, üç iyi arkadaşı oynamışlardı. John Cassavetes 1989’da henüz 50 yaşındayken toparlanıp gitmişti. İyi oyunculuğuna rağmen hep Columbo olarak tanınan Peter Falk da geçen yılın Haziran’ında 83 yaşında öldü. Ekipten geriye bir tek Gazzara kalmıştı. O da 81 yaşında pankreas kanserine yenik düşüp hayata veda etti.
“Saint Jack”in yönetmeni Peter Bogdanovich, “Artık O’nun gibi aktör çıkmıyor, çok özleyeceğim,” demiş. Eh, o da neredeyse Cassavetes kadar yakından tanırdı oyuncusunu. Meslektaşı O’nu Gazzara’nın oynadığı “Opening Night”ın bir sahnesine figüranlık yapsın diye çağırmış, tiyatrodaki bir seyirci rolüyle. O sıralarda “Saint Jack”i çekmeyi plânlayan Bogdanovich, “Ben’i çok sevdim,” diyor. Filminin baş karakteri Jack Flowers’a çok uyacağını düşünmüş. Bir müddet, yeterince meşhur olmadığı için Gazzara’yı istemeyen Paramount ile boğuşmuş. Sonra Roger Corman’a başvurmuş. Gerçi üstat ucuza malettiği filmlerle bilinir ama Bogdanovich, “Bu herhalde en çok para harcadığı film olmuştur,” diyor. Senaryo üzerinde Gazzara ile birlikte çalışmışlar. “Bu aktörler yaşadığım en yoğun deneyimlerden biridir.” Paramount da oyuncusunun marifetini görüp O’nu “Bloodline”da Audrey Hepburn’la oynatmış. Böylece de ayrılıkla biten bir aşka sebep olmuşlar. Bogdanovich ile Gazzara “They All Laughed”de de birlikte çalıştılar.
Bogdanovich’in Ben Gazzara’ya bayılmasının şaşılacak bir yanı yok. Hayattaki ilk eleştirisini, henüz okuldayken onun Calder Willingham karakteriyle Broadway’de büyük bir başarı kazandığı “End As a Man” için yazmış çünkü. Sonra O’nu, aralarında “Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi”nin de olduğu başka birkaç oyunda izlemiş. “Bir yerinde sürekli Maggie konuşuyordu, Brick de pencereden dışarı bakarak, “Haklısın, Maggie,” gibi şeyler söylüyordu. Ve gözünüzü ondan ayıramıyordunuz. Mıknatıs gibi çekiyordu.”
Biagio Anthony Gazzara (arkadaşlarının deyişiyle Benny) Manhattan’dan, Aşağı Doğu Yakası’nın sokaklarından gelme afili bir delikanlı, İtalyan bir göçmenin A.B.D.’de doğmuş oğlu olarak oyunculuğa Broadway’de adım attı. Actor’s Studio ekibinden biri olarak (Cassavetes’le oradan arkadaş), Broadway’e “End as a Man”in Jocko de Paris’iyle girdi. Sonra 1955 Mart’ında Tennessee Williams klâsiği “Cat on a Hot Tin Roof”ta, Burl Ives’ın alkolik oğlu Brick’i oynamaya başladı. Maggie ise, “Dallas”ın Miss Ellie’si Barbara Bel Geddes’ti. Elia Kazan yönetiyordu. Oyun 1956 Kasım’ına kadar oynadı ama Ben Gazzara 1955 sonbaharında başlayan bir başka Broadway oyunu için kadrodan ayrıldı. “A Hatful of Rain”de uyuşturucu müptelâsı Johnny Pope’u oynadı ve Tony Ödülü kazandı.
Zaman zaman bize boyu daha kısaymış gibi gelse de (hatta sık sık Ben Kingsley ile karıştırılsa da), Ben Gazzara 1.82 boyunda esmer, yakışıklı bir aktördü. 2004 yılında 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde de bu tariflerin geçerli olduğunu gördük ama siyah saçları kırlaşmış, tepede iyice seyrelmişti. Ancak o zengin, kalın sesi değişmemişti. Dört paket sigaradan puroya geçmenin yararını görmüştür belki. Gene Manhattan’da ama bu sefer Yukarı Doğu Yakası’nda yaşıyordu. Sag Harbor’da bir evi, İtalya’da bir villâsı varmış, yılın yarısını burada geçiriyormuş. İtalyan filmleri çevirirken buraya alışmış. “O filmler, İtalyanlar’ın sevdiği, ama İtalya dışına çıkmayan filmlerdi,” diyordu. “Olsun… İnsan kendisini nerede seviyorlarsa, oraya gider.”
İtalyan filmi dedik de, o festivalin yıldızı olmasını üç Cassavetes filmi : “Kocalar / Husbands” (1970), “Çinli Bir Bahisçinin Ölümü / The Killing of a Chinese Bookie” (1976) ve “Açılış Gecesi / Opening Night” (1977)) ile bir İtalyan filmine, Marco Ferreri’nin Ornella Muti’li “Sıradan Delilik Öyküleri / Tales of Ordinary Madness”ına (1981) borçluydu. Kendini alkol ve seksin koynunda kaybetmiş şair Charles Serking’i oynuyordu. Striptiz kulübü sahibi Cosmo Vitelli ile de “The Killing of a Chinese Bookie”nin başrolündeydi. Hani unutur ya da Kingsley ile karıştırır gibi olursak diye, damardan Ben Gazzara…
Ama belki de ‘meşhur’ olmayışının nedeni, onun tercihlerinde yatıyordur. “İdealist olduğum için öyle çok film teklifini geri çevirdim ki,” diyordu. “Saftım. Fırsatlardan pek yararlanamadım. Eğer bugün aynı şansa sahip olsam, hepsini kabul ederdim, çünkü sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz.” Kim bilir, belki de en çok “Road House”taki (1989) biseksüel kötü adamıyla hatırlanan Gazzara gene de iyi etmiş diyoruz. Yoksa aktör olarak aynı saygınlığa sahip olamayabilirdi. Son yıllarda da, “The Thomas Crown Affair”deki rolünü saymazsak, gene bağımsız cenaha meyil göstermişti: “Buffalo ’66”, “Happiness”, “The Big Lebowski” ve Spike Lee filmi (gene çete reisi) “Summer of Sam”. “Dogville”i de unutmuyoruz, tabii. Bu sayede, birlikte çalıştığı ilginç yönetmenlerin arasına Lars von Trier’i de katmış oldu.
İlk oyunundan uyarlanan “The Strange One”da (1957), sorunlu askeri öğrenciyi bir kez daha oynadı (ilk filmi). İki yıl sonraki “Anatomy of a Murder”da ise (1959) bir başka askeri, James Stewart’ın avukat karakterini kandıran Teğmen Manion’u canlandırıyordu. Kitabını önceden okumuştuk, heyecanla filmi bekliyorduk. Hayli bekledik, malûm o zamanlar filmler geç gelirdi ama hayalkırıklığına uğramadık. Bu film onun bir yıldızla ilk kez oynayışıymış. James Stewart’la birbirlerini pek sevmişler, başbaşa yemekler yemişler. Onun ciddiyetini, disiplinini ve çalışkanlığın takdir ettiğini söylerdi. Stewart da Gazzara’nın yeteneğine hayran kalmıştı.
Ama “The Strange One”ın Jocko’sunu kimseye kaptırmadığı halde, diğer iki oyun beyazperdeye aktarılırken rollerine sahip çıkamadı. Brick’i sinemada Paul Newman oynadı (Doğrusu çok da iyiydi), “A Hatful of Rain”in (1957) başrolü ise bir yıl önce Don Murray’e nasip olmuştu zaten. Gazzara, ülkesi A.B.D.’de en çok, yukarıda bahsi geçen “Road House” ile (televizyonda en sık oyanayan filmiymiş) ve TV dizisi Run for Your Life’ın (1965-68) Paul Bryan’ı olarak tanınıyor. Biz ise, diğer performanslarını da inkâr etmesek bile, onun Cassavetes’li filmlerini hasretle anıyoruz.
(05 Şubat 2012)
Sevin Okyay
İlhan Kantarcı’yı Kaybettik
Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçısı, tiyatro ve sinema oyuncusu İlhan Kantarcı, 27 Ocak 2012 Cuma günü geçirdiği kalp krizi neticesi hayatını kaybetti. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Rumuz Goncagül ve Ağaçlar Ayakta Ölür oyunlarıyla hatırlanan İlhan Kantarcı sinemada Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm filminde de rol aldı. Sanatçının cenazesi 29 Ocak 2012 Pazar günü (bugün) saat 10:30’da Ankara Büyük Tiyatro’da düzenlenecek törenin ardından Kocatepe Camii’nde kılınacak öğle namazını müteakip Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilecek. Merhuma tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
İlhan Kantarcı’yı Kaybettik yazısına devam et
4. Altın Bamya Ödülleri
Altın Bamya Akademisi ön jürisi 2011 yılında sinemalarda gösterime giren yerli sinema filmlerini değerlendirerek 4. Altın Bamya Ödülleri adaylarını belirledi. Ayrıca, Altın Bamya Ödülleri – İzleyici Bamyası Ödülü sinemasever seyircilerinin etkinliğin web sitesinden 01 Şubat – 16 Mart 2012 tarihleri arasında yapacağı online oylama ile tesbit edilip sahiplerine verilecek. Altın Bamya Ödülleri, Türk sinemasında kadınlarla ilgili yanlış mitlerin, algıların, cinsiyetçi bakışların sinemada yeniden üretilip temsil edilmesine ve bu ayrımcılığın kanıksanır kılınmasına, kadınlara dair alanların gittikçe daraltılmasına bir eleştiri, bir karşı duruş, bir söz söyleme isteğiyle ortaya çıktı.
2. Uluslararası Engelsiz Film Festivali
Mind the AD – İstanbul tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Uluslararası Engelsiz Film Festivali, 21 – 26 Mayıs 2012 tarihleri arasında hayata geçiyor. Engellilik, iş göremezlik konusunda kısa ve uzun metrajlı filmlerle toplumda farkındalık yaratmayı ve bu bilincin güçlenerek yayılmasını sağlamayı hedefleyen Uluslararası Engelsiz Film Festivali, “herkes için eşit yaşam koşulları, eşit saygı ve adalet” ana temasıyla çalışmalarını sürdürmeye başladı. Ulusal alanda yarışma düzenlenecek olan festivalde En İyi Kısa Film, En İyi Senaryo ve Jüri Özel Ödülleri verilecek.
2. Uluslararası Engelsiz Film Festivali yazısına devam et
Tenekeci, Terzi, Asker, Casus
Yılın en heyecanla beklenen filmlerinden biri, Gary Oldman’a şanlı meslek hayatının ilk Oscar adaylığını da getiren, “Tinker Tailor Soldier Spy” ya da John Le Carré okurlarının bildiği adıyla “Köstebek”ti. Yaklaşık bir aydır meraktan ölen birkaç kişi birbirimize ne zaman gösterileceğini sorup duruyorduk. Aslında “Köstebek”e aşina olup olmamayı kitapla sınırlamamak gerek, çünkü TRT’de de yayınlanan 1979 yapımı BBC mini dizisini de hayli izleyen vardı. Oysa, Ekşi Sözlük’teki bir maddeye göre, ilk bölümün yayınlandığının ertesi günü Günaydın Gazetesi’nde “Hiçbir şey anlamadık” başlıklı bir yazı çıkmış. Belki de Günaydın Gazetesi’ni tanımlayıcı mahiyette bir cümledir. Çünkü yaklaşık beş saatlik bir diziydi, hikâyesini gerine gerine anlatıyordu. Thomas Alfredson’un 127 dakikalık filminin ise böyle bir lüksü yok.
Ama oyuncular açısından, diziden geri kalmıyor. Alec Guinness, dizinin George Smiley’sinde parlak meslek hayatının en iyi performanslarından birini sunmuştu. Filmin Smiley’si Gary Oldman için de aynı şey söylenebilir. Öyle incelikli bir oyun sunmuş ki, rakipleri Dujardin ve Clooney’nin baskın varlıklarına rağmen, keşke Oscar’ı alsa diyoruz. Özellikle Karla ile karşılaşmasını anlattığı bölümde, filmin Peter Guillam’ı Benedict Cumberbatch’in (tesadüf işte: üçer bölümlük “Sherlock” ve “Sherlock 2” BBC mini dizilerinin Sherlock’u) geri çekilmiş, Pişekâr kıvamında oyununun da katkısıyla, cidden muhteşemdi.
M16’dan uzaklaştırılmış arşivci Connie Sachs (Kathy Burke), onu yanına oturmaya çağırdığında sadece sol ayağı ile alt bacağının bir kısmını gördüğümüz halde, bunu yapmayı nasıl da istemediğini ama yapmak zorunda olduğunu biz mükemmelen anlatıyor. Bu hareket bana, “Tinker Tailor Soldier Spy”ın Kontrol’u John Hurt’ün bir başka filmdeki benzer bir hareketini hatırlattı. “Partners”da masa başında çalışmayı yeğleyen polis karakteri Kerwin, gay cinayetlerini çözmek için Ryan O’Neal’in Benson’ı ile ‘ortak’ olur. Kerwin, müdürün kapısının önünde iskemleye oturmuş çağrılmayı beklerken durumdan haberdar değildir. Biz de onun gay olduğunu bilmeyiz. Ama emsâlsiz John Hurt bedeninin üçte birini arkadan gördüğümüz bir sahnede sadece bacak bacak üstüne atıp, üstteki bacağının pantalon paçasını yukarı çekişiyle bunu bize anlatmıştı.
Pek tanınan takma adıyla John Le Carré ya da John Moore Cornwell / James David Cornwell, Soğuk Savaş yıllarında, SSCB’nin istihbarat teşkilâtı baş düşman iken casustu. Oxford mezunu yazar hem Britanya’daki etkinliklerden sorumlu M15’te, hem de ülke dışındaki olaylardan sorumlu M16’da çalışmıştı. 1964’te üçüncü romanı “The Spy Who Came In From the Cold / Soğuktan Gelen Casus”un başarısı üzerine casusluğu bıraktı. Kitabında anlattığı “Köstebek” olayına da birinci elden vakıf. M16’nın üst kademesinde yer alan ama SSCB adına çalışan casusların yabancısı değil. O dönemde İngiliz Gizli Servisi’nde Cambridge mezunu iki taraflı casuslar, faaliyet gösteriyordu. Le Carré içlerinden en tehlikelisini, Kim Philby’yi tanıyordu.
Kitabı okumamış, diziyi de görmemiş olsanız bile, “Tinker Tailor Soldier Spy”ın yönetmeni ve kadrosu merakınızı uyandırmıştır. Filmi, “Let the Right One In/Gir Kanıma” (2008) ile tanıdığımız Tomas Alfredson yönetmiş. Kadrosu da tıpkı zamanında mini dizinin olduğu gibi, genelde seçkin İngiliz aktörlerden oluşuyor. Yönetmen de filmin Noel partisinde, çakırkeyif bir konuk olarak rol almış. Bu arada, aşağıda bahsi geçmeyen önemli bir karakterde, kaçak ajan Ricky Tarr’da Tom Hardy’nin nefis oyununu da unutmayalım.
Ancak kahramanımız, Smiley. Göze çarpmayan, çarpmayı da sevmeyen, zeki, gözlemci, orta yaşlı, gözlüklü, kendi halinde bir adam. George Smiley, John Le Carré’nin Karla Üçlemesi’nin ilk kitabı “Köstebek”in merkezindeki kişi. En büyük özellikleri, görevini her şeyin üstünde tutması ve bir ihanet ortamında sadakate inanması. Her şey, onun sağ kolu olduğu Kontrol’un, ajanlardan Jim Prideaux’yu (Mark Strong) zor bir görevle Çekoslovakya’ya yollamasıyla çığırından çıkar. “Aramızda çürük bir elma var,” der Kontrol. M16’ya takılan isimle Sirk’in üst kademelerindeki beş kişiden birinin Sovyet casusu, teşkilâtlarının başındaki Karla’nın adamı olduğunu düşünür: Tinker/Tenekeci (Percy Alleline/Toby Jones), Tailor/Terzi (Bill Haydon/Colin Firth), Soldier/Asker (Roy Bland/Ciaran Hinds), Poor Man/Yoksul Adam (Toby Esterhase/David Dencik) ve kendi sağ kolu Smiley (Beggar Man/Dilenci). Ne yazık ki, İngiliz saflarına geçeceği sanılan general bir palavradan, olay da komplodan ibarettir, Prideaux vurulur.
“Köstebek/Mole”, bir düşmanın gizli servisine nüfuz etmiş, halen orada çalışan kıdemli bir casus demek. Cambridge Casusları’nın varlığına karşın, gelmiş geçmiş en ünlü Köstebek de herhalde John Le Carré’nin köstebeğidir. “Tinker, Tailor, Soldier, Spy”ın senaryosu, başarılı bir karı-koca senaryo ekibinin: Bridgitte O’Connor ile Peter Straughan’ın imzalarını taşıyor. O’Connor ne yazık ki artık hayatta değil, film de ona ithaf edilmiş. Onlar ve yönetmen Alfredson, genelde yazarın ustaca yaratılmış dünyasını beyazperdeye başarıyla nakletmişler. Gene de bazı ayrıntılar hiç içimize sinmedi. Örneğin, Karla’nın sadece bir an arkadan gösterilmesi çok yerinde bir tercih ama Ann için yapılan benzer tercih olumlu sonuç vermemiş. Ann geçmişteki bir Noel partisinde çeyrek yan ve arka plândan gösteriliyor. Ama bu Ann, kitaptaki karakterle hiç ilgisi olmayan biri. Güzel ve aristokrat genç bir İngiliz hanımdan çok, İspanyol (giysi ve saç seçimi) dansözlerini andırıyor. Hatta İspanyol konsomatrisleri de böyle oluyordur herhalde. Macaristan’daki çekimlerin kitaptaki gibi ormanda değil, bir kafede, sokakta olması heyecan katsa da bu bölüm de hayli farklı. Hepsi bir yana da, gizli evin şifresi niye değişmiş acaba? Hangi havalandırma çıkışı, kapıya bırakılmış iki süt şişesinin yerini tutabilir?
Neyse, bunlar kitabı çok seven birinin itirazları. Okumadınızsa eğer, böyle koşuşturmacasız, kovalamacasız ama gerilimi yüksek bir casusluk filminden çok hoşlanabilirsiniz. Ona bakarsanız, biz de çok hoşlandık.
(04 Şubat 2012)
Sevin Okyay