Can Arca ile Birkan Uz’un yönettiği ve Şükrü Özyıldız, Başak Parlak, Levent Özdilek, Bedia Ener, Ahmet Uz, Nergis Kumbasar, Sinem Burcu Kalaycı, Kenan Vural ile Tuna Velibaşoğlu’nun oynadığı Neva, 13 Eylül 2013’de Medyavizyon Film dağıtımıyla Arca Medya tarafından vizyona çıkarıldı.
Neva, aşk için verilen mücadelelerden yola çıkılarak geçmişin sorgulanması üzerine gerçek bir hikâye. Film, “aşk, sevgilinize daha çok güvenmenizi mi, yoksa geçmişini daha çok sorgulamanızı mı sağlar” sorusu üzerinden aşk ve hayata odaklanıyor.
Hababam Sınıfı, Altın Koza’da
16 – 22 Eylül 2013 tarihleri arasında yapılacak 20. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında, Rıfat Ilgaz’ın eseri Hababam Sınıfı özel bir sergiyle sanatseverlerin karşısına çıkacak. Adana Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, festival kapsamında Hababam Sınıfı sergisi açılacağını açıklayarak, “Ülkemizin edebiyat, tiyatro ve sinema tarihinde çok önemli bir yer tutan bu eseri, bir sergiyle sanatseverle buluşturacağız. Serginin ardından ilgili materyalleri Adana Büyükşehir Belediyesi Sinema Müzesi’nde kuracağımız ‘Hababam Sınıfı’nda yıl boyunca sergilemeye devam edeceğiz” dedi. Hababam Sınıfı, Rıfat Ilgaz tarafından ilk kez İlhan ve Turan Selçuk kardeşler tarafından çıkarılan Dolmuş isimli mizah dergisinde yazı dizisi olarak yayınlandı. 75. Yıl Sanat Galerisi’nde açılacak sergi 30 Eylül’e kadar gezilebilecek.
Venedik’te Ödüller Sahiplerini Buldu, Altın Aslan İtalya’nın Oldu
İtalya’da bu yıl 70.si düzenlenen Venedik Film Festivali’nde ödüller sahiplerini buldu. Festivalin En İyi Filme verilen Altın Aslan ödülü, İtalyan yönetmen Gianfranco Rosi’nin Sacro Gra adlı belgesel filminin oldu. Roma’nın büyük otoyolu Gra kenarında yaşayan ailelerin gündelik hayatlarını anlatan belgesel, favoriler arasında gösterilmiyordu ve Altın Aslan’ı alması sürpriz olarak yorumlandı. Venedik Film Festivali’nin yarışma bölümüne ilk kez bu yıl belgesel filmler kabul edildi. En İyi Yönetmen Ödülü Gümüş Aslan Miss Violence filmiyle Yunanlı yönetmen Alexandros Avranas’ın oldu. Filmin başrol oyuncusu Themis Panou da En İyi Erkek Oyuncu seçildi. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü ise İtalyan sanatçı Elena Cotta’ya verildi. (Haber: Serpil Boydak.)
Venedik’te Ödüller Sahiplerini Buldu, Altın Aslan İtalya’nın Oldu yazısına devam et
Hafta Sonu Box Office Listeleri
06 – 08 Eylül 2013 Haftasonu (Weekend) Box Office listeleri için tıklayınız. Bu listelerden alıntı veya kopyalama yapıldığında kaynak olarak Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi’nin gösterilmesi rica olunur.
Altın Portakal’da 50. Yıl Coşkusu
50 yıllık kesintisiz deneyimiyle Türkiye’nin en köklü film festivali olan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin basın toplantısı 09 Eylül Pazartesi günü yapıldı. AKM Aspendos Salonu’nda gerçekleşen toplantıda Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı ve AKSAV Şeref Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Akaydın, 50. festivalin ulusal jürisi, yarışma filmleri ve program detayları konusunda açıklamalarda bulundu. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 50. yılında ön jüri değerlendirmesi sonunda Cennetten Kovulmak, Kısa Film, Kusursuzlar, Kutsal Bir Gün, Mavi Dalga, Mavi Ring, Meryem, Sev Beni, Uvertür ve Uzun Yol adlı filmlerin Ulusal Uzun Metraj dalında yarışacağı açıklandı.
- Basın Bülteni
- Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
Büyük Kumar
Brad Furman’ın yönettiği ve Justin Timberlake, Gemma Arterton, Ben Affleck ileAnthony Mackie’nin oynadığı Büyük Kumar (Runner Runner), 27 Eylül 2013’de Tiglon Film dağıtımıyla Tiglon Film tarafından vizyona çıkarıldı.
Son sınıf öğrencisi Richie okul parasının tamamını yatırdığı, online kumar oynatan iş adamı Ivan Block tarafından dolandırıldığını düşünür ve Costa Rica’ya doğru yola çıkar. Block’un sonsuz varlık sözü vermesi üzerine ikna olan Richie, Block hakkındaki gerçekleri öğrenince tüm plânlar alt üst olacaktır. Block, Richie’nin zekâsından son derece etkilenir ve ona tüm sırlarını vereceğine söz verir.
Bu Ülkede Sinema Yapabiliyor Olmak Gerçekten Başlı Başına Teşekkürü ve Ödülü Hak Eden Bir İş
İlk filmi ‘Kız Kardeşim: Mommo’ ile Uluslararası başarıyı yakalayan Yönetmen Atalay Taşdiken’in ikinci filmi Meryem Cuma günü vizyona giriyor. Maalesef filmi basın gösteriminde izleyemediğim için sevgili Emel Göral’ın yardımlarıyla AT Yapım’da izleme şansını yakaladım. Bir gazeteci için hem lüks hem de tedirgin edici bir durum bu Meryem aslında. Sektörden birkaç arkadaşla beraber Meryem filmini yönetmenin ofisinde izleyeceksiniz, hatta o birkaç kişi gelmeyecek, siz yalnız kalacaksınız. Tek başına gösterim, büyük lüks! AT Yapım’a teşekkürlerimi bir borç bilirim. ‘Tedirginlik’ dedim ama aslında Atalay Taşdiken’i gördüğüm an tedirginlik falan kalmadı bende. ‘İçi dışı bir insan’ derler ya işte aynen öyle biri Atalay Taşdiken… Filmi izledim, hemen ardından sıcağı sıcağına yönetmeni ile söyleşi şansını yakaladım. Sinema onun yaşam şekli olmuş. Anlatırken pırıl pırıl parlıyor gözlerinin içi… Bana da her zaman olduğu gibi bu keyifli röportajı sizlere aktarmak düşüyor…
Mommo çok başarılı bir filmdi. Şimdi yola Meryem ile devam ediyorsunuz. Peki, neden Meryem’in hikâyesi?
Mommo’daki hikâye gerçek bir hikâyeydi. O benim çok yakından şahit olduğum, gelişmelerini takip ettiğim beni çok etkilemiş bir hikâyeydi. 4 yıllık bir aradan sonra Meryem’e başladık. Çünkü o süreçte üzerimizde biraz da ilk filmin başarısının baskısı vardı. En az Mommo kadar iyi bir film yapmak zorundaydık. Seyircinin beklentisi ilk filmle birlikte yükselmişti. Meryem de kahramanını iyi tanıdığım bir hikâyeydi ve Mommo ile akrabalığı olan bir öyküdür. Mommo’yu seven insanlar eminim ki Meryem’i de çok sevecekler.
Mommo’daki abartısız anlatım dili bu filmde de var…
Son derece sade ama sıradan olmayan, derinliği olan, küçük ayrıntılarda insanları etkileyebilen bir film oldu. Ayrıca kadın seyirci üzerindeki etkisinin daha fazla olacağını tahmin ediyorum.
Film bize Türkiye’nin sadece İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerden ibaret olmadığını ve hem bu şehirlerde hem de Anadolu’da nice Meryemler olduğunu da gösteriyor.
Kesinlikle. Ben kentte yaşayan kadının da bunu çok iyi ayırt edebileceğini düşünüyorum. Çünkü sonuçta kentte yaşayan insanlarında çoğunun kökeni taşra. Burada doğmuş büyümüş insanların da ya annesi ya anneannesi taşralı. O kadını aslında kentte yaşayan insanda çok iyi tanıyor. Siz onun inanacağı, onun kafasında oluşturduğu Anadolu kadınını koyduğunuz zaman kentteki kadın da onu çok sevecek ve sahiplenecek.
Sinematografik açıdan da zengin bir film olmuş.
Bu biraz da hikâyenin ve filmi çektiğimiz kasabanın imkânları ile de ilgiliydi. Filmin çekildiği atmosferin bize büyük katkısı oldu. Mekânlar sinematografik bir çaba harcamamıza da olanak sağladı.
Siz de Beyşehirlisiniz. Doğup büyüdüğünüz yerler, bildiğiniz mekânlar. Bunların da artısı olmuştur sanırım…
Evet bir sinemacı için çok avantajlı bir durum bu. Sonuçta bildiğiniz coğrafyada çalışıyorsunuz. Aslında senaryoyu yazarken tamamen Beyşehir tasarlanmıştı fakat göl dışında mimari açıdan Beyşehir maalesef bu hikâyeye hiç uygun kalmadı. Çünkü Beyşehir geçmişten gelen bütün mirasları tüketmiş. Akşehir bize kapısını açtı. Filmin dokusuna çok uygun bir mahalle ve ev bulduk. Ben eminim ki filmi izledikten sonra insanlar gidip bu filmin çekildiği mekânları görmek isteyeceklerdir
Zaten Akşehir Belediyesi kültür ve sanata destek veren bir belediye.
Çok uzun yıllardır Nasreddin Hoca Şenliklerini yapıyorlar. Onlar kültür ve sanatın bir çevreye ne tür bir katma değer sağlayacağını iyi anlamış durumdalar. Beyşehir maalesef daha bu durumun farkında değil. Dolayısıyla Akşehir bize kapılarını açtı ve çok önemli destekler sağladı.
Oyunculuk anlamında da destek sağlamışlar. Bence yerel halk filme çok da yakışmış. Mommo’da da görmüştük ama bu kez daha fazla yer vermişsiniz.
Ben oyuncu olmayan, yerel insanlarla çalışmayı seviyorum. Aynı dilden konuştuğunuz zaman da iletişim kurmanız çok kolay oluyor. Herhalde bu durum benim artı bir yeteneğim. Onlarla iyi anlaşıyorum ve iyi neticeler alıyorum.
Türkü söyleyen biri vardı. Epey uzun sahneleri vardı onun meselâ…
Çok uzun replikleri ve önemli bir sahnesi var. O da oyuncu değil.
Ana karakterler de çok iyiydi ama…
Zeynep benim Meryem ile ilgili düşündüğüm en favori oyuncuydu. Zeynep dışında da pek çok oyuncu ile görüştüm. Ama iyi ki de Zeynep’le çalışmışım diyorum. Baktığınız zaman sanki o kasabadan genç bir gelin gibi oldu. İsmail de senaryoyu yazmadan önce karar verdiğim bir isimdir. Onun dışındaki oyuncuların hepsi de çok düşünüp, üzerinde kafa yorup seçtiğim oyuncular. İki başrol oyuncusunun dışında olan isimler belki gişede karşılığı olmayan isimler olabilir ama hepsi de oyunculukları ve bugüne kadarki kariyerleri asla tartışılmayacak insanlar. Ve Meryem’deki karakterlerin elbiselerini hepsi çok rahatlıkla giydiler. Ben oyunculuklar anlamında da çok temiz bir iş çıktığını düşünüyorum.
Ben filmi izlerken kendi kafamda yaptım bu karşılaştırmayı ne kadar ilgili bilemem ama Mommo’da meşhur bir hamam sahnesi vardı burada da havuz. Filmde tam da kırılma noktalarında mekân ve konuyu öyle bir buluşturuyorsunuz ki… Özellikle düşündüğünüz bir şey miydi bu?
Orası Beyşehir, Eflâtun Pınar. 3000 yıllık bir Hitit Anıtı’dır. Öyle bir eser Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde olmuş olsa sadece orası ile ilgili bile çok büyük bir turizm ekonomisi oluşturulabilir. Anadolu’nun orta yerinde muhteşem bir eser sahipsiz ve kimsenin bu eserden haberi yok. O sahneyi filme özellikle taşıdım. Bir de tabii ki çocuk meselesi ile ilgili bir durum var. Ben gerçekten var olduğunu bilmeden yazdım fakat çekmeye gittiğimizde yanımdaki köydeki kadınlar geldi “Evet burada böyle bir efsane var, yalnız havuza girerek değil taşın etrafında döner kadınlar ve buna inanırlar.” dedi. Ben bunu bilerek yazmamıştım ama belki de müthiş bir tevafuk oldu.
Film, festivallerde yarışacak öyle değil mi?
İlk olarak Antalya ile başlıyoruz. Sonrasında yurt dışında da devam eder diye düşünüyorum. Ama tabi Mommo’nun ödül sayısı, seyircilerde bıraktığı etkiyle kıyaslamak gerekirse gerçekten şu anda bir şey söyleyemem. Ve çok samimi duygumda da şudur: Meryem’i ben Mommo’dan daha fazla ödül alsın diye yapmadım. Meryem benim için insanların gözünde Mommo’nun bir tesadüf olmadığını göstermek meselesidir. Asıl meselem odur. Sadece bir festival filmi olarak da tasarlamadım bu filmi. Şuna çok inanıyorum ki festival filmlerinden hoşlanmayan sinema seyircisi de çok rahatlıkla gidip bu filmi izleyip seveceklerdir.
Gişe kaygınız var mı?
Elbette ayaklarımız yere basıyor. Üç aşağı beş yukarı bir gişe filminin kodları nedir onu biliyorum. Bu film elbette ki çok büyük gişe yapacak bir film değildir. Ama en azından Mommo’dan daha fazla bir iş yapmasının benim bundan sonraki filmim için ciddi bir motivasyon olacağını düşünüyorum. Daha da değerlisi şu bence, kaç gişe yapar, kaç kişi izler bilmemem ama gidip izleyen çoğunluğun bu filmle ilgili güzel duygular beslemesi ve aynen Mommo’da olduğu gibi sinemadan çıktığında bu filmin kafasından silinip gitmeyen bir film olmasını isterim.
Bu kadar aşkla sinema yapmak Türkiye’de biraz da şövalyelik değil mi?
Kesinlikle öyle. Yaptığınız işler size parasal olarak dönmüyorsa artık çarkı çevirmeniz çok zor olur. Film iyi olur, kötü olur orası tartışılır. Birisi kalkıp film yapıyor ve sinemaya sokabiliyorsa bir kere şu hakkı teslim etmek gerekir ki bu ülkede sinema yapabiliyor olmak gerçekten başlı başına teşekkürü ve ödülü hak eden bir iş.
Yeni projeleriniz neler peki?
Yeni bir işimiz var evet. Kasım’da başlamayı düşündüğümüz bir proje. Onun senaryosu da bitti.
Onun senaryosu da size mi ait.
Evet ben yazdım. Kendimde çok iyi bir mizah duygusu olduğunu biliyorum, beni yakından tanıyanlarda bilir bunu. Üçüncü filmim bir kent hikâyesi. Bir İstanbul hikâyesi ama komedi olarak yapacağım. Bu filmin biraz daha geniş kitlelere ulaşacağını ve daha çok gişe yapacağını düşünüyorum. Ama tabii komedi derken elbetteki ilk akla geldiği gibi güldürelim de nasıl olursa olsun mantıyla değil, temiz, küfürü olmayan insan durumlarından çıkacak bu güldürü. Ama yaklaşımı itibari ile de bir yanıyla bizim içimizi de acıtacak. Ertem Eğilmez sinemasına daha yakın duran bir komedi filmi olacak diyebilirim. 2014’ün ilk çeyreğinde de vizyona yetiştirmeye çalışacağım.
Teşekkürler.
(16 Eylül 2013)
Yeliz Bozkurt
Pepee’nin Abisinin Fragmanına Rekor Paylaşım
Türkiye’nin ilk çizgi sinema filmi olan Ayas’ın fragmanı geçtiğimiz hafta internette 5 günde 10 binden fazla kişi tarafından paylaşılarak rekor sayıda izlendi. Pepee’nin yaratıcısı Düşyeri’nin, BKM Film ile birlikte 22 Kasım’da seyirciyle buluşturacağı Ayas’ın “Tek tek gelin oğlum, tek tek gelin” lâfının dillerde peleseng oldu. Filmin senaristi ve Düşyeri Çizgi Film Stüdyoları’nın kurucusu Ayşe Şule Bilgiç, “Destek veren tüm izleyicilerimize ve dostlarıma selâm olsun. Biz Düşyeri’nde yüreği çizgi film aşkı ile atan bir avuç çizgi film sevdalısıyız. Bu filmde tüm ekibin büyük mücadelesi var. Ayas Türk çizgi filmini var etme savaşımızın Pepee’den sonra ikinci hamlesidir.” dedi.
Direnen Sevgi
Hatay’da Gezi Parkı eylemleriyle başlayan direniş Direnen Sevgi belgeseli ile kalıcılaştırıldı. Direnen Sevgi, barış kenti Antakya’nın savaşa, gericiliğe ve polis şiddetine karşı Haziran ve Temmuz aylarında verdiği özgürlük mücadelesini konu alıyor. Belgeselde yapılan eylem ve etkinliklere katılanların yanı sıra eylemlerde yaralananlar ile Hatay’ın demokrasi şehidi Abdullah Cömert ile Ali İsmail Korkmaz’ın da ailelerinin röportajları bulunuyor. Milletvekili Refik Eryılmaz, TTB Hatay Şube Başkanı Selim Matkap, Hatay Halkevi Başkanı Eylem Mansuroğlu ve Çekmece Belediye Başkanı Cafer Özenir de belgeselde yer alıyor.
Doğu Erkan’ı Kaybettik
Sinema ve tiyatromuzun sevilen karakter oyuncularından Doğu Erkan, 08 Eylül 2013 Pazar günü hayatını kaybetti. Muhsin Bey filmindeki Madam karakteri ile hatırlanan ve birçok TV dizisinde de rol alan 1942 doğumlu sanatçının rol aldığı ve seslendirmelerinde çalıştığı diğer sinema filmleri arasında Korkunç Şüphe, Dişi Düşman, Eşrefpaşalı Derler Bize, Bütün Aşklar Tatlı Başlar, Bir Avuç Kan, İki Süngü Arasında, Sabıkalı, İntihar, Neşeli Günler, İffet, Arabesk, Suçumuz Kadın Olmak, Sözde Kızlar gibi filmler var. Mahmut Mangal, Kuruntu Ailesi, Dullar Pansiyonu, Vatandaş Ahmet Efendi, Üç Aşağı Beş Yukarı, Rıza Beyler, Süper Baba gibi TV dizilerinde de rol alan sanatçının cenazesi 09 Eylül 2013 Pazartesi günü (bugün) öğle namazını müteakip Şişli Camii’nden kaldırılacak. Merhumeye tanrıdan rahmet, kederli ailesine sabırlar dileriz.
Fantasturka 2 – Türk İşi Fantastik Filmler Festivali
İlk kez 23 – 25 Eylül 2011 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen Fantasturka – Türk İşi Fantastik Filmler Festivali Fantastik Türk Sineması’ndaki yolculuğuna devam ediyor. 19 – 22 Eylül 2013 tarihleri arasında İstanbul Beyoğlu Majestic Sineması’nda düzenlenecek olan festival gelenekselliğini sürdürecek. Bu yıl Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün desteğiyle 2. kez düzenlenecek olan Fantasturka – Türk işi Fantastik Filmler Festivali Danışma ve Onur Kurulu’nda Şebnem Kitiş, Ege Görgün, Aras Demiray, Ali Murat Güven ve Nejdet Arkın yer alacak.
Fantasturka 2 – Türk İşi Fantastik Filmler Festivali yazısına devam et
Yol Ayrımı: Hadi Baba Gene Yap
Emre Yalgın’ın yönettiği ve Mustafa Avkıran, Melih Selçuk, Derya Durmaz ile Müfit Aytekin’in oynadığı Yol Ayrımı: Hadi Baba Gene Yap, 05 Aralık 2014′de İFP Film dağıtımıyla Logos Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
Silâhın ne olduğunu idrak edemeyecek bir yaşta iken, ağabeyini babasının tabancası ile vurarak ölümüne sebep olan ve hemen ardından aileden uzaklaştırılan Murat, yıllar sonra eve döner. Çünkü babası ile bir yolculuğa çıkmak zorundadır. Her ikisinin de birbirinden farklı beklentileri vardır. Davut, Murat’ı affetmek, Murat ise harcanmış hayatının hesabını sorma peşindedir.
Zerrin Sümer
Fatih Ürek 2
Bir Kitap: Işık Gölge Oyunları / Yaşantı / Ümit Ünal > Gül Yaşartürk
Türkçe’ye çevirisi yapılmış, “yönetmen anıları” kaç tanedir, bilemiyorum, çok fazlasını okuduğumu zannetmiyorum. Bu arada bizim yönetmenlerin bu konudaki tutumları fazla bir umut vermezken, çoğunun sonraki kuşaklarının veya başkalarının elinde kalmış kimi anıları, yayına dönüşmeyip, bizlere ulaşmadıkça, sadece umutla beklemek kalıyor… Bir Baha Gelenbevi, bir Muharrem Gürses’in bu konudaki notları, hatırladıkları… bizlere -filmleri ne olursa olsun, görmüş olalım veya olmayalım- ve sinema tarihimize çok şeyler katacaktır. Bir kısmı aramızdan ayrılmış kimi yönetmenlerin -Seyfi Havaeri, Faruk Kenç- anıları ise bütün olarak hâlâ beklentilerimiz içinde. Atıf Yılmaz’ın üç ayrı ad’la yapılan üç aynı baskıdaki sözü edilenler de… Başlı başına bir kişisel (ve sinemasal) tarih. Şimdilerde bir kısım sinema kişileri ile yapılan sözlü tarih çalışmalarına maalesef çeşitli nedenlerle katılamadım (benim kusurumdur, kimseye sitemim yok). Bu konuda birçok aydınlatıcı bilgiler içermektedir hiç kuşkusuz; umarım kısa zamanda kolay ulaşılabilecek ortamlarda ilgililerine ulaşır.
Gelelim Ümit Ünal’ın Işık Gölge Oyunları‘na… Bir umut, yönetmenliğinin başında -onca filme rağmen- daha yapacağı pek çok işi vaat eden biri olarak yayınladığı (yayınlattığı) -“başlangıç”- anıları çok önemli ayrıntılar içermektedir. Sinemamız açısından, Ümit Ünal’ın dünyası açısından… Sinema dünyasında Ümit Ünal, Teyzem filminin senaryo yazarı olarak tanındı. Gerçi film Halit Refiğ’indi ve Ünal’ın, kitabında değindiği gibi çeşitli defalar, değişiklikler yaparak yazdığı senaryo, Refiğ’in, yönetmenin elinde -tekrar- farklılıklaşacak, filmin sonunda, yıllar sonra “teyze”nin evin kuytularına sakladığı notları bulan grup içinde yeğen olarak (oyuncu olarak) görülecek olan Ünal, hâlâ ciddiye aldığı senaryosu, genel olarak senaryolar üzerine dediği gibi, senaryo: “sinemada hem her şeydir, hem de aynı anda hiç bir şey…” (s. 101). Teyzem’de görüntülenmiş hali ile “…gerçek hayatta her şey hem filmdeki gibi oldu (olacak), hem de hiçbir şey filmdeki gibi değil (di)…” (s. 59 / 60) Ünal, dediğinde çok haklı, en gerçekçi film bile -belgesel film bile olsa- gerçek yaşam değildir, gerçek yaşamın filmidir… Aynı gerçeği bir başka yönetmen bir başka şekilde çekebilir.
Ünal, Teyzem’i yeniden çekmek düşüncesini hâlâ taşıyor (dediği gibi – s. 69) Kendini geri durduran haklı nedenleri var ama yeniden çekilecek yeni bir Teyzem, her ne kadar eskisi (Refiğ’in) ile karşılaştırılacaksa da, (düşünelim) bunu yapmaya ne kadar hakkımız var. Teyzem’i seyreden Ertem Eğilmez, filmin bazı bölümlerinin, Arthur Penn’in Bonnie and Clyde filmindeki -cinayetlerden / soygunlardan sonra Bonnie’nin memleketinden geçtiklerini fark edip, yolda durmaları ve Bonnie’nin köylü ailesi ile vakit geçirmelerini sahnelerinin çekildiği- gibi, “diffuse” filtre çekilmesi gerektiğini söylediğine değiniyor. (s. 74 – 75) Bu sahnelerde (Penn’in filminde) verilen “geri dönüşü olmayan bir dünya”dır. Teyzem’de de -Eğilmez’in dediği gibi çekimler yapılabilirdi, belki de yapılmıştı- çekim tekniğinde, filtre kullanımı gibi bir farklılık olmamasına rağmen… Filmin finalinden sonra, -ne gereği vardı diyemiyorum,- filmde var mı idi? Son geri dönüşte çocuk Ümit Ünal ile Teyze’nin gülerek -ve de mutlu olarak- birbirlerine sarıldıkları sahne… (Acaba Ünal bu konuda ne düşünüyor?)
Bundan sonra Ünal’ın senaryolarının filmleştirilmeleri devam eder, Milyarder, Hayallerim, Aşkım ve Sen, Arkadaşım Şeytan…. Hayallerim, Aşkım ve Sen için başrolü oynayan Türkan Şoray’dan -filmden- yıllar sonra aldığı övgü, (s. 79) (filmi) “benim kadar severek hatırlaması çok hoşuna gider”. (s. 79) Arkadaşım Şeytan’ın ilk sahnesinde -sonradan soyunacağı- reklâm yönetmeni rolünde oynadığını söylüyor, Teyzem’den sonra…
Hayallerim, Aşkım ve Sen içine, Sevgi Saygı’nın önerisi ile yerleştirilen Demir Özlü’nün Bir Beyoğlu Düşü öyküsünden uyarlanan bölümler, Şoray’ın bir zamanlar Yeşilçam’da nasıl kullanılmadığına göndermeler yaparak, sinemamızın bir başka boyutuna da değiniyordu. Sinemamızda değişim başlamıştı, senaryo yazarı yine üvey evlâttı, Piano Piano Bacaksız, Berlin in Berlin, Yaz Yağmuru, Amerikalı… Bu filmler hakkında değişik görüşlerini, ilişkilerini anlatıyor, Ünal.
Arada yazarlık çalışmaları devam ediyor ve artık yönetmen Ümit Ünal ile tanışabiliriz: Ünal’ın ilk filmi, diğer birçok yönetmenin ilk filmi gibi el alıştırmak için yapılmış, bir film değil. Birçok kişinin birleştiği bir nokta ile sinemamızda hem kendi başına bir örnek hem de sinema diline değişik -sıra dışı- yaklaşımı ile bir dönüm noktasıdır. Ne yazık ki -maalesef- henüz filmi göremedim ama böyle filmleri görmenin zamanı yoktur. Filmin adı 9 -Ünal’ın altını çizerek söylediği gibi “dokuz” değil, 9. Ve Ünal devam ediyor: “Yazarken, çekerken, kurgularken, seyirciyi, eleştirmenleri, festivalleri hiç düşünmedim diyebilirim. Kendimi önceden bir formülle, bir sloganla kısıtlamadım. Sonunda ne çıkacağını bilmiyordum. Açıkçası tek odada geçen, sadece sözlere dayalı bu metinden bir film çıkıp çıkmayacağını bile bilmiyordum.” (s. 117) Ama film yapılır, sinema hakkında biraz düşünmüş olanlar, 9 adını duyunca -tabii filmi gördülerse- “herhalde” şapkaları olsa çıkarırlardı. (Görenlerin tepkilerini görünce, bende uyandırdığı intiba bu.) -Sanırım ilk fırsatta seyretmek durumunda kalacağım.-
Ünal’ın, İstanbul Masalları olarak düşünmeye başlaması ile ortaya çıkan eser, Anlat İstanbul sinemamız açısından ilginç bir filmdir. Bir kere Yeşilçam denen dönemde yapılan her tür film bir yerden sonra bir masala dönüşür. Bazen (pes) penbe, bazen (sim) siyah (bunlar facia-mıdır yoksa?) masallara… Oysa Anlat İstanbul gerçekten masallardan hareket eder ama bunlar dünya masallarıdır ve “beş ayrı” masaldır. Bu beş ayrı masal birbirinden ayrılmasa da, ayrı ayrı masallardır ve masallar zamanlarında değil günümüzde, hem de İstanbul’da (ama ne İstanbul) geçerler.
Birbirine bağlanmış (ayrı masallar) beş ayrı yönetmen tarafından çekilerek ama sinema dili içinde bütünlükle, anlatılan bir İstanbul oluştururlar -masallar nedeni ile anlatılan aslında İstanbul’da (masal İstanbul’unda) yaşayan insanlardır -biliyorsunuz artık İstanbul’lu diye kimse kalmamıştır… Anlat İstanbul’a dönersek, filmin açılışını ve kapanışını yapan (ve tüm diğer masal kahramanlarını bir araya toplayan) Fareli Köyün Kavalcısı (Ümit Ünal), Kül Kedisi (Selim Demirdelen), Kırmızı Başlıklı Kız (Ömür Atay), Pamuk Prenses (Kudret Sabancı), Uyuyan Güzel (Yücel Yolcu) tarafından çekilir. Bana göre yarınlara kalacak filmlerimizden biridir.
Ünal, gazeteci arkadaşı Haşmet Topaloğlu’nun, film çalışmasını ve kamera arkasını -çekim öncesi, çekim ve çekim sonrasını- 1.5 saatlik, ayrıntılarıyla ve zorluklarıyla bir belgeselle, filmi kadar keyifli bir sinemaya dönüştürdüğüne değiniyor. Film hakkındaki bu belgesel, filmin DVD.sinde bulunuyormuş. (s. 129 – 130) Ünal sözü buraya getirmişken, şimdilik teşebbüs halinde kalan -fakat henüz kenara konmamış, kotarılmayı bekleyen- Sultan Mutfakta, filminden söz ediyor. Tasarısı da önemli olsa da gerçekleşmemiş bir film hakkında konuşmayarak, sözünü edeceksek, gerçekleşmesine bırakıyoruz.
Ünal, Ara filmi için, 9 ve Nar ile – üslûp açısından- bağlantılı, bir üçlü oluşturacak filmler diyor. Yukarıda değindiğim gibi 9’u hâlâ göremedim ama Ara ve peşinden Nar, bir yönetmen filmi -her filmi bir yönetmen çeker ama bazı filmler yönetmen filmidir. Bunun açıklaması bu yazı boyutları dışında -ve filmlerin anlatılamayacağı düşüncesinde olduğumdan, sadece burada -bunu Ünal’in kendisine de söyledim- finaldeki tek çekimden oluşan (bir şarkı boyuna yayılan) sahnenin -sinemamız açısından- bir “tek başınalık taşıdığını”, bunun göz ardı edilmemesi gerektiğini -filmi tartışabilirsiniz- belirtmek istiyorum. Film hakkında, Ünal’ın anlattıklarının, filme bakışa yeni bir boyut kattığını da… (filmi görmek yetmez, Ünal’ı da okumak gerek.)
Ünal, ARA’dan sonra bir uyarlama yapıyor. Önce filmi seyrettim, sonra okudum Hasan Ali Toptaş’ın kitabını. Edebiyat uyarlaması yapmak, bir sinemacı için ne ifade eder bilemem. Her uyarlama, uyarlanan kitap ve filmi ile ayrı ayrı incelenmeli ve öyle değerlendirilmelidir. Niye dense de, baştaki soruyu sormadan edemeyeceğim. Bir uyarlama yönetmen için ne ifade eder? Öncelikle senaryoyu kim yazacaktır? Yönetmen mi? Başkası (senaryo yazarı) mı? Edebi metin hareket noktası olarak mı alınacak, yoksa roman, uyarlama sırasında bütünlüğünü koruyacak mı? Hemen söyleyeyim ki, roman yazınsal bir metin, film ise görsel (bir) bütün olduğuna göre, öncelikle yapısal bir sorun vardır…
Ünal’ın Gölgesizler‘i (Toptaş’ın romanı ve Ünal’ın filminin adı) romana göre bazı bölümleri çıkartılarak ve bazı değişikliklerden sonra yapılmış ama bu Toptaş’ın romanının gerçeği ile Ünal’ın filminin gerçeğini değiştirmez. Ama “yurt içindeki seyircinin beklentisini karşılamaması” (s.167) ve ülkemizden giden “filmlerin kolay okunan minimalizmine alışık yurt dışı festival çevrelerine çok yabancı ve zor” (s. 167) gelmesi de filmin kendi gerçekliğinin bir parçası.
Ünal, bundan sonra “bir iş kazası” dediği Kaptan Feza’yı yapıyor. Bir film, düşlenme aşaması ile gerçekleşip ortaya çıkmış hali ile uyum içinde olmayabilir. Bu uyum hiç bir film için %100 olmaz zaten ama oran giderek küçülürse, ortaya çıkana “iş kazası” demek öncelikle yönetmenin hakkı olmalıdır, diğerleri (? = eleştirmenler) istediklerini diyebilirler.
Ses, gelir sonra. “Korku” türü sinemamızda ele alınmaya başladı, buna moda oldu diyemiyorum. Aslında, sinemamızda bu konu film boyutunda değilse bile -birçok filmde- film içinde pasajlar şeklinde eskiden beri yer alır ama hiç zaman türleşmemiştir. Dediğim gibi son yıllarda her yıl örnekler veriliyor, Ses de bunlardan biri sayılabilir. Ünal psikolojik gerilim denemesi diyor, bunu demese bile diğer filmlerden farklılık gösteriyor. Ses’e “korku filmi” dememekle başlayalım işe, tartışma buradan devam etsin… (Kitabı okuyalı ve filmleri seyredeli aylar oldu, ayrıca yarım kalan bu yazıya da uzun süre ara verdim ama öncelikle kendime verdiğim söz var, Ümit Ünal’ın okuduğum ve çok sevdiğim kitabı hakkında bir şeyler yazmak…)
Nar tekrar görülecek, hakkında daha derinlemesine yazı yazılması gereken bir film… Ama sonuna yetişebildiğim bir Ümit Ünal söyleşisinden sonra, kendisi ile tanışınca, O’na şunları söyledim: “Filmi beğendim, iyi (ARA filmi için) fakat sonundaki -tek çekimden oluşan sahne- birçok filme değer, tek başına o sekans bile bana yetti. Başkalarının dikkatini çekmeyebilir, hatta hoşuna da gitmeye bilir ama Antonioni’nin, Altman’ın (ve benim bilemediğim başka yönetmenler varsa -ki vardır) yaptığını yaparken Ünal, sinema seyretmenin bize vereceği keyfi doruklarına çıkarıyor. Film bitiyor…
(15 Eylül 2013)
Orhan Ünser