Auschwitz-Birkenau imha kamplarının toplam bir buçuk gününe tanıklık ediyor bu hafta gösterime giren ‘Saul’un Oğlu’ ya da özgün adıyla ‘Saul Fia’. Yine mi bir Holocaust öyküsü dediğinizi duyar gibiyim. İlk kez gösterildiği ve Jüri Büyük Ödülü’nü kazandığı 68. Cannes Film Festivali’nden beri gündemden düşmeyen şimdiden klasikleşmiş bu sarsıcı Macar yapımının konuya ilişkin daha önce izlediklerinize hiç benzemeyen çok farklı bir sinema deneyimi olduğunu baştan not düşelim.
Nazi Almanyası’nın Sonderkommando’larından birisidir Saul Ausländer. Ölüm kamplarının en kirli işlerini yapmak üzere Yahudi esirler arasından seçilmiştir. Kampın polis gücü gibi çalışan ekibin diğer üyeleri ile birlikte yeni gelenleri karşılar, onları soyduktan sonra yanlarındaki ve üzerlerindeki değerli eşyaları alır, daha sonra banyoya gidecekleri yalanıyla gaz odasına kadar eşlik eder onlara. İşlem bittikten sonra cesetlerin toplanıp fırında yakılması, daha sonra gaz odası ve çevresinin temizliği yapılarak imha düzeneğinin yeni gelenler için hazırlanmasından hep onlar sorumludur.
Nazilerin sembolik olarak kurbanları da suça ortak ettikleri ölüm fabrikasında ömürleri fazla uzun değildir bu zoraki işçilerin. Katliam sırlarının açığa çıkmaması için üç dört ayda bir yenilenir gruplar ve eski üyeler bizzat yenileri tarafından imha edilir. Kurtuluş umudunun olmadığı ölüm düzeneğinde günlük rutin işlerini bir robot misali yürütür Saul. Ta ki bir çocuğun gaz odasından sağ çıktığına şahit olduğu ana kadar. Çocuk anında boğularak öldürülür gerçi, ancak mucizevi bir işarettir bu genç adam için. Uzun bir süredir görmediği kayıp oğlu olduğunu sanır, ya da onun yerine koyar talihsiz küçük bedeni. Bundan böyle tek bir gayesi vardır artık. Körpe bedenin önce otopsiye daha sonra fırına gitmesine izin vermeyecek, onun dinine uygun bir şekilde gömülmesi için çabalayacaktır.
‘Saul’un Oğlu’nun farklılığı ilk uzun metrajını çeken László Nemes’in tercihlerinden kaynaklanıyor. Doğal bir renk paleti kullanma fırsatı veren 35 mm film üzerine yapılmış çekimler. Bunun ‘sinemanın özü’ ya da ‘sinemanın ruhu’na uygun bir seçim olduğunu ifade ediyor sinemacı. 4:3 rasyo kullanarak hikâyeyi tek bir kişinin perspektifinden olabilecek en sade, en minimalist biçimde anlatma yoluna gidiyor. Görüntü ustası Mátyás Erdély’nin kamerası ilk dakikalardan itibaren Saul’un yüzüne odaklanıyor ve organizasyon ile kaosun birbirine karıştığı dünyevi cehennemde olup bitenler filmin büyük bir bölümünde onun gözünden aktarılıyor: Saul ne görüyorsa onu görüyor, ne işitiyorsa onu işitiyoruz.
Nemes’in klostrofobik blokaj tercihiyle kare ekranın merkezinde Saul’u canlandıran müthiş oyuncu Géza Röhrig’in yüzüne yansıyan dehşet arka planda kesintiler halinde flu olarak sızabiliyor çerçeveye. Sınırlı bir alan ve zamanda uzun planlar eşliğinde eşliğinde tanık oluyoruz genç adamın koşuşturmacasına. Onun gördükleri ve duyduklarıyla parçalı resmin bütününü tahayyül etmeye çalışıyoruz. Görüşün bu denli kısıtlanması hali hayal gücümüzü kamçılıyor ve dehşet içinde bu tüyler ürpertici deneyimin bir parçası haline geldiğimizi idrak ediyoruz.
Ses kayıtları omuz kamerasının huzursuz planlarına yansıyan eksik görüntüleri tamamlıyor. Emirler, bağırışlar, çığlıklar, feryatlar ölüm mekanizmasının işleyiş düzenini kavramada görüntülere destek veriyor. Ölümü bekleyen mahkûmların ellerinde kalan tek şey dilleri. Sekiz ayrı dil konuşuluyor kampta. Bunlardan soykırımla birlikte unutulmaya mahkûm olmuş İbranice ile karışık Alman lehçesi Eskenazi diline (Yiddish) özel bir saygı duruşunda bulunuyor yönetmen. Hikâye için gerekli bulmadığı tüm unsurları görüntü alanından çıkarıyor. Holocaust anlatılarında görmeye alışık olduğumuz Nazi selamı, gama haçlı bayraklar filan kadraja dahil edilmiyor. ‘Hayat Güzeldir’in yaşanan vahşeti mizahla sulandırması bir yana ‘Schindler’in Listesi’ benzeri bir dramatizasyon ya da romantik bölümler de beklemeyin bu filmden.
Nemes daha evvel benzerlerini çok izlediğimiz bir hayatta kalma öyküsüne de soyunmuyor. Toplama kamplarına doldurulmuş Yahudi mahkûmların üçte ikisinin cehennem ateşinde yok edildiği gerçeğinden hareketle istisna olan kamptan kurtuluşun değil ölüm gerçeğinin altını çizmeyi yeğlediğini ifade ediyor. Bu noktadan hareketle bir kahraman değil sıradan bir adam olarak ele alıyor ana karakterini. Saul çevresindekilerin umutsuz kurtuluş çabalarının tam tersi bir yol izlemeyi seçiyor. Kampın kaotik ortamında bir haham bularak küçük bedenin defin duasını yaptırmak ve ölüsünü gömmek, insanlık onurunu müdafaa etmek adına onun kişisel başkaldırısına, deliliği tek kişilik bir içsel aklanma hareketine dönüşüyor.
‘Aç olanı doyuracaksın’, ‘çıplak olanı giydireceksin’, ‘ölünü gömeceksin’ diyor Macar sinemacı. ‘Hangi dinden hangi kültürden gelirsen gel bunlar değişmez temel insani değerlerdir’ diye ilave ediyor. Saul’un ölüsünü gömme çabasına tanıklık ederken gömülmek için buzdolabında saklanan kendi ölülerimiz dikiliyor karşımıza. Utanıyoruz. Geçmişin zulüm sayfaları adeta çiviyle çakılıyor beynimize. Bu mucizevi ilk film bugünün farklı coğrafyalarında farklı biçimlerde tekerrür eden insanlık suçları ile mücadelede uyanık olmaya çağırıyor hepimizi.
(18 Şubat 2016)
Ferhan Baran