Rus sinemasının dünyaya sunduğu büyük filozof yönetmen Andrey Tarkovski’yi özlemler içinde olduğu “Ayna”, “Nostalji” ve “Kurban” filmleriyle anıyoruz.
“Ayna…”
Sinemanın filozof büyük ustası Andrey Tarkovski’nin 1975 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmi, kişisel bir yolculuk. Mosfilm’in sunduğu bu yapımın senaryosunu yönetmenle beraber Alexander Misharin ortak yazmışlar. İlahi hüznü duyuran müzikleri Eduard Artemev bestelemiş. Resim ve fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan şiirsel görüntüleriyse kameraman Georgi Rerberg yansıtmış. Bu filmin kurgusunu yapmak sanatları derinden hissetmeyi gerektiriyor. Kurguyu da Lyudmila Feyginova yapmış. Aleksey’in geçmişteki anları hatırlaması ve gördüğü rüyaları, bu filmin klasik anlatımdaki bütünlüğünü bozuyor. Her şey parçalanmış ve bazı şeyleri bir yerlere koymak son derece zor. Bir sekans filmdi bu. Hatta bazı karakterlere anlam vermek de. Aleksey, küçükken oğlu İgnat’a, büyüyünce babasına benziyor. Aslında büyük Aleksey’in yüzü hiç görülmüyor, zihninizde böyle düşünüyorsunuz. Karısı Natalya, annesi Maruşya’ya benziyor. Filmin içinde şiirsel kayboluşlar yaşıyorsunuz baştan sona kadar. Bir defayla bu filmin içinden dışarıya çıkamıyorsunuz. Tarkovski usta bu filminde alabildiğine hareketli kamera kullanmış. İnsana dolaşıyormuş hissi verirken keşiflere de çıkartıyor. Filmdeki tüm şiirler, büyük ustanın babası şair Arseni Tarkovski’den. Bu şiirler, tüm kadınlara mektup olarak gitsin. Tarkovski, yaşlı anneyi gerçek annesine oynatmış. Biliyorsunuz Ruslar, Maria isminin kısaltmasına Maruşya ve Maşa diyorlar. Aleksey’e de Alyoşa. Tarkovski filmlerinde gerçeküstücü estetik yoğun, bu filminde de öyle. Kır evleri de.
1970’lerin ortasında. Renkli görüntülerle yansıyan anda İgnat (Ignat Daniltsev), televizyonu açıyor. Televizyonda kekeç Yuri Zhary’nin (Yuri Sventisov) doktor muayenesi yayımlanıyor. Siyah-beyaz yansıyan bu anda, kadın ikna ederek liseli gence güven duygusu vererek cesaretini arttırıyor ve genç düzgün konuşmaya başlıyor. Bu an filmin nevrotik ruh halini de yansıtıyor. Heyecanın obsesyona dönüştüğü Yuri, kekemeliğiyle bir travma yaşıyor. Dinginlik ve heyecanı denetim altında tutmak, Yuri’yi travmasından uzaklaştırıyor. Aleksey de zihninde çocukluğunu takıntılı bir ruh hali içinde yaşıyor. Özlem bir travma. Baba da. Annesini karısı Natalya’ya benzetmesi de nevrotik ruh halini öne çıkartıyor. Yoksa zihninde “Oidipus Kompleksi”ni mi yaşıyordu Aleksey?
Ardından ön jenerik yazıları geliyor. 1930’ların ortasında. Renkli görüntüler… Maruşya (Margarita Terekhova), büyükbabanın kır evinin bahçesinde ahşap çitte oturmuş sigarasını tüttürürken, uzaklardan, tarlaların içinden biri ona doğru gelişini izliyor. Büyük Aleksey’in dış sesi (Innokenti Smoktunovski) duyuluyor: “İstasyondaki yol İgnetievo’dan geçiyor, sonra çiftliğin yakınlarına sapıyor, her yaz savaştan önce yaşadığımız yer ve sık meşe ormanından Tomşino’ya kadar uzanıyor. Genelde insanlarımız tanırız. Tarlaların ortasında, çalılıkların arkasında belirir belirmez. Çalıdan yolunu çevirirse o zaman o bir babadır. Eğer çevirmezse, o bir baba hiç gelmez…” Yolunu şaşırmış kendine doktor diyen yaya (Anatoli Solonitsin), Maruşya’ya hafiften asılıyor.
Adam gidince Maruşya eve doğru yürürken kamera da onu takip ediyor arkasından. Maruşya yürürken, şair Arseni Tarkovski’nin kendi sesinden kendi şiiri duyuluyor: “Buluşmalarımızın her anında pek fazla değil / Sanki hiç yaşamamışçasına kutladık, / Bu kocaman dünyada yalnızdık / Bir kuştan daha hafif ve daha yürekli / Merdivenlerden aşağıda, aptal hayalet gibi / Beni kendi yoluna götürmek için geldin / Yağmurda demlenmiş leylakların arasından, / Kendi hükümranlığına / Cam dünyana bakıyorsun / Gece çökerken / Ben zarafetle kutsanmıştım / Minber kapısı açıldı / Ve karanlığın içinden parlıyordu / Ve yavaşça döndün, vücudun çıplaktı / Uyanırken sana: ‘Tanrı seni korusun’ dedim / Senin yürekli ve aşırı olmanı bilmeme rağmen / Benim dileğimle: Sen hemen uykuya daldın / Gözkapakların evrensel mavi renkle kapalıydı / Masamın üstünde leylaklar süpürülmeyecek kadar güçlüydü / Maviyle boyanmış gözkapakların / Hayli sakin ve ellerin sıcaktı / Nehirlerin kalp atışı kristali parçalıyordu / Dağlar dumanlı ve okyanuslar kabarıyordu / Küreyi avucunun içine aldın / Kristalin tahtında sakin uyuyordun / Ve ‘Aman Tanrım!’ / Sadece bana göre / Uyandın ve şekil değiştirdin / Konuşma hızlanarak çınlamaya dönüştü / ‘Sen’ kelimesiyle daha çok geliştin / Kralın yeni anlamının değişmesi gibi / Ve her şey aniden değişti, transa geçmiş gibi / Tüm önemsiz şeyler bile, / Çok sık kullanıldı ve güvenildi / Aramızda dururken, bizi korurken / Su katı katmanlıydı / Nerede olduğunu bilmesem de o bizi önemsiyordu / Bizden önce çekiliyordu, tıpkı bir serap gibi / Şehirler mucizevî bir şekilde eşitti / Ayaklarımızın altına nane yaprakları serilmişti / Kuşlar ayak seslerimizi takip ediyordu / Balıklar nehir kıyısına geliyordu / Ve gözlerinde gökyüzü açıktı / Arkamızdan kader ağını örüyordu / Elinde ustura olan delirmiş bir adam gibi… “ Bu şiir sürerken, kamera da başka şeyler de yansıtıyor renkli olarak. Çocuk Aleksey’in küçük kız kardeşi bahçede uyuyor. Saçları simsiyah ve hep toplu mürebbiye bakıcı genç kadın onu kucaklıyor. Bu kadın hep ailenin yanında yaşıyor. 1970’lerin ortasında bile. Evin içinde Maruşya kederler içinde ve gözyaşları yağmuru çağrıştırıyor. Çocuklar masada yemeklerini yiyorlar. Kamera, sağa doğru çevrinerek (pan yaparak) evi gösterirken, şiirin sonlarına doğru pencereye yöneliyor, yağmurun düştüğü dışarısını yansıtıyor. Sonra ahır yanıyor. Yağmur yağarken, ahır kül oluyor. Maruşya, tulumbada yüzünü yıkayabiliyor sadece.
Görüntü renkliyken beş yaşındaki Aleksey (Filipp Yankovski), uykusunda baba diye sayıklıyor. Peşinden siyah-beyaz görüntülerle orman yansıyor. Siyah-beyaz görüntüler sürerken, Aleksey’in rüyası yansıyor: Aleksey yataktan kalkıyor. Babasının (Oleg Yankovski), annesi Maruşya’nın saçlarına su döktüğünü görüyor uykulu. Yağmur içeri yağıyor, sular duvarlardan aşağıya süzülüyor. Maruşya, buğulu aynayı sildiğinde yaşlı Maruşya’nın, Maria’nın (Maria Vishnyakova Tarkovski) yansımasını görüyor. 1970’lerin ortası. Görüntü renkleniyor. Soğuk algınlığına yakalanmış Aleksey, evinde annesiyle telefonda konuşurken, kamera yavaşça öne doğru kayarken, duvarda Tarkovski’nin 1966 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli “Andrey Rublyov-Andrey Rublev” filminin afişi fark ediliyor birden. Kamera, salona doğru kaymasını sürdürürken, Lisa’nın öldüğü öğreniliyor. Geçmiş… Siyah-beyaz görüntüler kuşatıyor her yanı. Kamera, matbaanın sokağında koşan Maruşya’yı takip ediyor. Yağmur hızlanıyor. Maruşya telaşlı. Matbaadaki ofise geldiğinde, deneme baskıya girmeden bir kelimeyi düzeltiyor Maruşya. O kelimeyi merak ediyorsunuz hep. Sonra odaya Yelisaveta (Alla Demidova), yani Lisa geliyor. Maruşya, matbaada koridorda yürürken, kamera da geriye doğru kayıyor. Arseni Tarkovski, kendi sesiyle kendi şiirini okuyor yine: “Seni dün sabahtan beri bekliyordum / Tahmin ettikleri gibi gelmedin / Güzel bir günün ne olduğunu hatırlıyor musun? / Tatil havası / Ve ceketsiz yürüyordum / Bugün buradasın ve onlar düzenli / Ve tamamen kapalı, bulutlu bir gün / Hava yağmurlu ve nadiren geç oluyor / Yağmur damlaları soğuk toprağa düşüyor / Yersiz kelimeler elle silinmez…” Yağmurda iyice ıslanan Maruşya, işyerinde duş alıyor. Su kesiliyor. İpeksi beyaz çıplak teni tüm büyüleyiciliğiyle yansıyor bu anda. Şiir akıyor sanki. Tarkovski, matbaa sekansında bolca hareketli kamera kullanmış. Renkli yangın görüntüsünden sonra 1970’lerin ortası renkli yansıyor. Aleksey, boşandığı karısı Natalya’yla (Margarita Terekhova) evde konuşuyor. İgnat şimdilik babasıyla kalıyor. Aleksey, Natalya’nın annesi Maruşya’ya benzediği için boşanmış. Aleksey zihnininde Oedipus Kompleksi mi yaşıyordu? Natalya, suçluluk duygusu yaşıyorsun, diyor ona. Belki de hep annesiyle yatıyormuş hissi yaşıyordu Aleksey. Salonda boy aynası da var. Natalya aynaya bakarken sadece kendini görüyor. Natalya, “Korkuyla fark ettim. İgnat senin gibi oluyor” diyor. Aleksey de, “Neden korkuyla” diye soruyor. Natalya, “Kimseyle normal hayat yaşamıyor musun” diyor. Aleksey de, “Bir kadın tarafından dünyaya getirildim” diye cevap veriyor.
1930’ların ortasında. Arenada, siyah-beyaz belgesel görüntülerle boğa güreşi yansıyor. Ardından renkli görüntülerle bir İspanyol boğa güreşlerini anlatıyor Maruşya’ya. İspanyol aile İspanya’daki iç savaştan dolayı buralardalar. Sonra siyah-beyaz belgesel görüntülerle iç savaş yansıyor. Faşist Franco’nun ordusu muhalif şehirleri bombalıyor. İnsanlar kendi ülkelerinde mülteci oluyorlar. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar kaçışıyor. Valizlerle trenlere, otobüslere koşuyorlar. Bir babanın küçük kızını sevgiyle öpüşü insanı gerçekten etkiliyor. Daha sonra, Sovyetler Birliği’nden balon belgeseli siyah-beyaz yansıyor. 1970’lerin ortasında. Renkli görüntüler. İgnat, Rönesans’ın büyük sanatçısı ve bilim insanı Da Vinci kitabına bakıyor evde. Fonda da ilahi müzik duyuluyor. Natalya evden ayrılacakken çantasını yere düşürüyor. Oğlu İgnat’la eşyaları topluyorlar. Natalya giderken, Maria geldiğinde beni ara, diyor oğluna. Maria, yani Maruşya. Renkli görüntüler devam ediyor. İgnat, evin kütüphane bölümünden bir kitap alıyor, mürebbiyesine (Tamara Ogorodnikova) okuyor. Saçları simsiyah ve hep toplu mürebbiye şimdi de İgnat’ın bakıcılığını yapıyor. Maruşya gibi o da yaşlanmış. İgnat yanlışlıkla filozof Jean-Jacques Rousseau’nun (1712-1778), “Sanat ve bilim insanı ne yönde etkiledi? Olumsuz yönde” diyen metnini okuyor. Mürebbiye, Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) mektubunu okumasını istiyor İgnat’tan. Puşkin’in mektubunda, Kilise, Hıristiyanlık, Avrupa vs. yakınışı var. Puşkin, “Kiliselerin bölünmesi bizi Avrupa’dan ayırdı (…) Bizim kendimize özgü kaderimiz vardı (…) Hıristiyanlık bizi terk edince, Hıristiyanlık bize yabancılaştı’ diye yazmış Çadeyev’e. Sonra İgnat babasıyla telefonda konuşuyor. Babası ona kız arkadaşı olup olmadığını soruyor. Aleksey, oğlu İgnat gibi 12 yaşındayken ilk aşkını yaşamış. Platonik bir aşktı bu. Renkli görüntülerle 2. Dünya Savaşı anları yansıyor. Önce o kız görünüyor. Elinde okul çantasıyla karlar üzerinde yürüyor büyüleyici gülümsemesiyle. Bu kız, Aleksey’in ilk aşkı. Ama platonik kalmış aşkı. Sonra atış alanında bir komutan (Yuri Nazarov) eşliğinde çocuklar askeri eğitim alıyorlar. Atış alanında komutan emrini yanlış uygulayan on yaşlarındaki bir çocukla uğraşıyor. Çocuğun anne ve babası bu savaşta ölmüş. Belki de komutan, yetim ve öksüz kalmış bu çocuğu uzaklaştırarak yaşamasına, ailesinin soyunu sürdürmesine izin veriyor. Vicdanın nerede ve nasıl çıkacağı belli olmuyor. Tüfekle nişan aldıktan sonra bir çocuk çantasından el bombasını çıkartıyor. Bir başka çocuk oyuncak gibi bombayı alıp fırlatıyor. Çocuk, her zaman çocuktur. Savaşta bile. Bu dünyada çocuklardan ve kadınlardan yana olacaksın. Siyah-beyaz belgesel görüntülerle Sovyet cephesi de yansıyor. Savaşın tüm acıları ve yoklukları yansıyor bu anlarda. Sonra yine siyah-beyaz belgesel görüntülerle Çin-Sovyet sınır gerilimi yansıyor 1969’dan. Çinliler, ellerinde Mao’nun posterleriyle protesto gösterisi yapıyorlar sınırda.
1940’ların ortaları. Savaş bitiyor. Görüntü renkleniyor. 12 yaşındaki Aleksey (Ignat Daniltsev), küçük kız kardeşiyle evin bahçesinde. Kız ağlıyor birden. Babalarının sesini duyuyorlar. Onlar koşarken, kamera da Da Vinci kitabına yöneliyor. Baba askeri elbiselerle savaştan dönmüş, sevgi ve şefkatle çocuklarına sarılırken, Maruşya’nın yüzüne hüzün ve sevinç aynı anda oturuyor. Ardından kadın resim tabloları yansıyor şiirsel görüntülerle.
1970’lerin ortaları. Siyah-beyaz görüntülerle yansıyor. Natalya, Aleksey’e İgnat’ın kendisiyle kalmasını istiyor. İgnat buna ne cevap verecekti? Araya siyah-beyaz orman görüntüsü giriyor. Ardından geçmişteki büyükbabanın kır evi renkli yansıyor. Sonra görüntü siyah-beyaza dönüşüyor. 1930’ların ortaları. Aleksey’in rüyası… Rüzgâr çıkıyor, fırtınaya dönüşüyor. Beş yaşındaki Aleksey oradan oraya koşuşturup duruyor. Evin kapısına gidiyor, kapıyı açamıyor. Gidiyor, ardından kapı kendiliğinden açılıyor. Maruşya yerdeki patatesleri toplarken köpekleri de dışarı çıkıyor. 1940’ların başı renkli yansıyor peşinden. Aleksey, bir evin önünde çıplak ayakla tedirgin koşup duruyor. Bir kadın dışarı çıkıyor sonra. Maruşya, Aleksey’e Alyoşa diyor. Sonra Maruşya, doktorun karısı Nadezhda’nın (Larisa Tarkovskaya) kocasını tanıdığını söylüyor. Nadezhda, onları içeri alıyor. Kadınlar bir odaya gittiklerinde Aleksey salonda yalnız kalıyor. Etrafı keşfeder gibi gözlerini gezdiriyor salonda. Sonra süt damlamaya başlıyor. Aleksey, aynaya utangaç bakıyor, kendini keşfeder gibi. İçeride Nadezhda, Maruşya’ya tavuğu kesmesini istiyor. Bu o kadar da kolay mıydı? Tavuğu kütüğün üstüne koyan Maruşya, elindeki küçük baltayı indiriyor. Tarkovski bu vahşet anını izlenimde yaşatıyor. Gideceklerken Aleksey o kızı, platonik âşık olacağı kızı görüyor içeride. Sonra bir bebek uykusundan uyanıyor. Yatak odasından bir an araya giriyor, Maruşya havada asılı gibi görünüyor. Kocası da büyülenmiş gibi. Maruşya ve Aleksey evden ayrılıyorlar. Kamera onları yana kayarak takip ederken, Arseni Tarkovski’nin sesinden bir şiir duyuluyor: “Bir adamın bir tek vücudu var / Tek hücreli gibi / Ruh yorgun ve hasta / Üç boyutlu kabuğuyla / Kulakları, ağzı ve gözleri bir bozuk paranın büyüklüğünde / Ve derisi yaralı ve damalı / Parçalanmış bir iskelet / Korneya kadar kanat çırptı cennet baharı / Buz sapanı fırlat / Savaş arabalı kuşlara / O, yaşadığı kalem hapishanesinin kafesinden duyuyor / Tarlaların ve ormanların tıkırtısını / Yedi mevsim geri çekilsin / Beden olmadan ruh çıplaktır / Bluz olmadan bedenin çıplak kalması gibi: / Düşünmeden gelecek yaklaşıyor, iyi değil / Kelimeler yok, yeni fikirler doğmadı / Cevabı olmayan bir soru: / Her kim geri gelirse / Dansçının olmadığı bir yeri terk eder? / Bir başka ruh hakkında düş gördüm / Başka bir kılık: / Istırap arasında yer değiştirirken / Ve umut onu yaktı / Alkol gibi ve uzaklaştı / Oyuncular gölgesiz / Ve anılar gibi yok oldular / Leylaklar çayır kokuyordu / Koş ona, çocuğum, yas tutma / Orfeus’un karısının kaderine / Dünyanın sonuna kadar sür / Bakırdan hulohopunu / Bütün bunları görmen için / Adımlarına cevap verene kadar / Küçük bir iz olabilir / Dünya neşeli ve güçlü sinyaller veriyor / Her kuvvetli kemiğe…”
1930’ların ortasında beş yaşındaki Aleksey, evin içinde. Görüntülerse siyah-beyaz yansıyor. Viraneye dönüşmüş. Büyükçe odanın bir yerinde eşyalar varken, diğer tarafıysa bomboş. Kamera evin içinde çevriniyor sağa ve sola doğru. Kamera kayarak aynaya yaklaşıyor, çocuğun görüntüsü yansıyor. Elinde süt dolu büyük şişeden süt içiyor. Görüntü renkli yansırken çocuk dışarı çıkıyor, “Anne” diye sesleniyor. Sigara içen yaşlı Maria, yani Maruşya ilgisiz gözlerle çocuğa bakıyor. 1970’lerin ortasında. Görüntüler renkli. Evde. Aleksey’in boğazı ağrıyor. Mürebbiye ve yün ören yaşlı annesi de orada. Doktor ölümden bahsediyor. Doktor, “Annesi aniden öldü. Sonra karısı ve çocuğu öldü” diye konuşuyor karamsar kelimelerle. Mürebbiye, “Onun ailesinden kimse ölmedi” diyor. Doktor, “Vicdan gibi şeyler var, anılar” diye cevaplıyor. Uzanmış yatan Aleksey, “sadece mutlu olmak istedim” diyor. Avucunun içinde bir kuş var. “Her şey iyi olacak” diyor sonra. Ardından kır görüntüsü yansıyor renkli. Kamera sağa doğru çevriniyor. Sonra kamera aşağı tilt yapıyor Maruşya ve kocasını gösteriyor. Yeni evlenmişler. Kocası çocuklarının kız mı, erkek mi olsun, diye soruyor Maruşya’ya. Yaşlı Maria, yani Maruşya, beş yaşındaki Aleksey ve küçük kızıyla kırda yürüyorlar. Küçük Aleksey, Tarzan gibi nara attıktan sonra film bitiyor.
“Nostalji…”
Andrey Tarkovski’nin İtalya’da çektiği 1983 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Nostalghia-Nostalji”, bir şairin, Andrey’in geçmişteki müzisyenin İtalya’daki hayatını araştırmasının veya araştıramamasının filmi. 18. yüzyılda İtalya’da yaşadıktan sonra Rusya’ya döndüğünde boşluğa düşüp kendini içkiye vermiş, sonra da intihar etmiş Rus besteci Pavel Sosnovski, şair Andrey Gorçakov’u boşluğa ve özleme düşürüyor. Filmin senaryosunu Tarkovski’yle beraber Tonino Guerra ortak yazmışlar. Filmin görüntüleriyse kameraman Giuseppe Lanci’den. Bu filmde de sekanslar öne çıkıyor. Tarkovski, Verdi ve Beethoven müziklerini kullanmış filminde. Toskana, ustanın bu filmine mekânlarıyla çok şey ve ruh katmış. Tarkovski’nin bu filminde de anlamlandırmakta zorlandığınız anlar ve karakterler olabiliyor. Tarkovski’nin bu filmini seyrederken, bir sonraki filmi 1986 yapımı “Offret-Kurban”la ruh beraberliği olduğunu da keşfedeceksiniz belki. Tarkovski’nin bu filminde de yoğun gerçeküstücü anlar var. Kır evi de. Bu filmin ruh hali şizofren diyebiliriz. Önce Domenico’nun davranışlarıyla, sonra da şairin ruh haliyle. Şair, ailesine ve Rusya’ya büyük özlem duyuyor. Ardından Domenico’nun etkisinde kalıyor.
Filmin ön jeneriğinde puslu görüntüler içinde gölge gibi görünen şairin karısı Maria, annesi, Domenico’nun karısı ve sarı saçlı oğlu yansıyor rüyadan yansıma gibi. Fonda da Bach’ın operası duyuluyor. Toskana’nın kırsalında bir araba uzun yolculuğun ardından sisler içinde mola veriyor. Kalbi olan Rus şair Andrey Gorçakov (Oleg Yankovski), Rus müzisyen Pavel Sosnovski’nin biyografisini yazabilmek için buralara gelmiş. Tercümanı da kızıl saçlı çok güzel bir genç kadın. Tercüman Eugenia (Domiziana Giordano), şairin çevirmenliğini ve rehberliğini yaparken iletişimini de sağlıyor. Aslında ilk uğramaları gereken yer Piero della Francesca adındaki manastır. Andrey, manastıra giremiyor, uzakta duruyor. Madonna’ya, Meryem Ana’ya da uzakta bu kadar yakınken. Manastır, tarihi ve freskleri de büyüleyici. Kadınlar, manastırda Meryem Ana’nın karşısında çocuk sahibi olmak için dua ediyorlar. Kilisenin hademesi olduğunu söyleyen adam, Eugenia’ya “Çocuk sahibi olabilmek için mi, yoksa olmamak için mi” diyor. Adam, “Ne dilenirse o olur” diyor sonra. Bir kadın, Meryem Ana’nın karşısında diz çöküyor, ondan bir çocuk sahibi olabilmek için mucize diliyor. Meryem Ana’nın elbisesinin önünü açıyor, kuşlar dışarı uçup gidiyorlar. Şair Andrey, su birikintisinin içinden kuş tüyünü alıyor, az uzağa bakıyor. Görüntüler sepya gibi. Uzaktaki kır evininin görüntüsü zihninden düşüyor.
Görüntü renkleniyor. Otelin lobisinde. Kamera, şairi arkadan, Eugenia’yı yandan yansıtıyor. Eugenia Andrey’e, “İtalya’yı sisler içinde geçip Doğumun Madonnası için gelmezler. Seni anlayamıyorum” diyor. Eugenia, Rus şair Arseni Tarkovski’nin şiir kitabını okuyor. Andrey, “Şiir tercüme edilemez. Diğer tüm sanatlar gibi” diyor, Şair, Eugenia’nın okuduğu kitaba gönderme yaparak Puşkin’i, Tolstoy’u ve başka sanatçıları gerçek anlamda anlayamaz mı diyor başka dilleri konuşanlar? Eugenia, “Birbirimizi nasıl tanıyacağız” diye soruyor. Şair, “Sınırları feshederek” diye cevaplıyor. “Hiçbiriniz Rusya’yı anlamıyor” diye mırıldanıyor sonra. Eugenia da, “Sen de İtalya’yı tanımıyorsun” diyor. Araya siyah-beyaz bir görüntü giriyor, Andrey’in karısı Maria (Patrizia Terrone), bardakları kurulayışı. Sonra yine lobi yansıyor. Görüntü renkleniyor. Eugenia, Milano’da çalıştığı evi yakan bir hizmetçi kadının trajedisini anlatıyor. Evini özlemiş. Onu engelleyen evi kül etmiş sonra. Kadın, köle olacağını bile bile Rusya’ya dönmüş” diyor. Eugenia, niçin şair Andrey’le olduğunu bilmiyor. “Neden bana sır vermiyorsun” diye merakla soruyor. Andrey cebinden Bologna Konservatuarı’nın bir mektubunu çıkartıyor. Biyografisini yazacağı besteci Sosnoski, 18. yüzyılda İtalya’dan Rusya’ya dönmüş, boşluğa düşmüş, kendini içkiye vermiş ve sonra da intihar etmiş. Besteci, Rus bir köle kadına âşıkmış. Araya sepya kır görüntüsü giriyor. Şairin Karısı Maria gülümseyerek, kurt köpeğiyle su birikintisine doğru mutlulukla koşan kızlarına bakıyor. Mutluluğun resmiydi sanki bu an.
Görüntü renkleniyor. Şair, otel odasının ışığını yakıyor ve mavimsi ışık odayı aydınlatıyor. Mavi renk, sinemada karmaşayı çağrıştırıyor. Burada şairin zihinsel karmaşasını simgeliyor. Odanın kapısında Eugenia şaire, “İki gündür karını aramadın” diyor. Şair odaya döndüğünde, Euginia yüksek ökçeli ayakkabılarıyla sprint yapmaya çabalıyor güldürerek. Şair odasının ışığını kapatıyor, banyonunkini yakıyor, sonra yatağına oturuyor. Pencereden de ışık içeri süzülüyor. Çerçevenin solunda pencere, sağında banyo mavimsi ışıkları gönderirken, karanlıkta kalan yatağa oturuyor şair. Dışarıda yağmur da yağıyor. Kamera, belli belirsiz öne de kaymaya başlıyor. Kurt köpeği de odaya geliyor. Tarkovski filmlerinde yağmurlar, estetik olmanın yanında hüzünlü bir tını gibi de duyuluyor. Şair, iç sıkıntısıyla uykuya dalıyor. Yüzüne ışık düşüyor. Şair rüya görüyor, görüntü sepyalaşırken. Siyah saçları toplanmış karısı Maria, Eugenia’nın yanına geliyor, sarılıyorlar. Eugenia, yatakta uyuyan şairi izliyor. Sonra şair, yatakta uzanmış hamile kadına bakıyor. Karısına sarılmış Euginia, yataktaki kadına ve şaire ağlamaklı seyrediyor. Sonra “Andrey” diyen kadın sesi duyuluyor.
Görüntü renkleniyor. Tarihi binadaki otelin tarihi Azize Caterina kaplıca havuzunda şifa arayan insanlar buharlar içinde yüzerken, Domenico da ((Erland Josephson) kurt köpeğiyle kaplıca havuzuna geliyor. Sıcak suda şifa arayan insanlar konuşurken, kamera hafifçe geriye doğru kayıyor, sonra da yana doğru kaymaya başlıyor. Tarkovski bu filminde yoğun olarak yanal, yana kayan kameralı çekimler kullanmış bolca. Elbette çevrindirmeli (panlı) çekimler de var. Bir sonraki filmi “Kurban”da da aynı kamera estetiğini kullanıyor usta. Şair, Bagno Vignoni kasabasında herkesin tanıdığı başında hep beresi olan Domenico’yla konuşurken görüyor Eugenia’yı. Kurt köpeğiyle yapayalnız yaşayan Domenico dini ibadetin ötesinde gören tuhaf bir adam. Dini içselleştirmiş Domenico bir meczup muydu? Dünyayı neyle kurtaracaktı? Çok eski zamanlarda ailesini yıllarca evin içinde hapsetmiş dünyanın sonundan korumak için. Polis ailesini kurtarmış. Domenico tımarhanede tedavi görmüş. Şimdiyse yapayalnız. Sadece yanında kurt köpeği var Domenico’nun. Şair, yaşadığı bu dünyaya yabancılaşmış Domenico’yla tanışmak istiyor. Belki de onun inandığı şeyin gerçek bir inanç mı, yoksa bir delilik mi olduğunu keşfetmek istiyor. Belki de kendi yabancılaşmasını görüyordu onda. Eugenia’yla beraber onun kaldığı tarihi binaya gidiyor. Ama öncesinde otelin koridorunda, Eugenia’nın yüzüne düşen ışıkla Eugenia’nın titreten güzelliğinin çoğaldığını fark ediyor şair.
Bisikletinin pedalını çevirip duran Domenico, şairle konuşmayı ve tanışmayı reddediyor önce. Gök gürüldüyor. Sonunda şair gidiyor Domenico’nun yanına. Kırık İtalyancasıyla ona yaklaşmaya çalışıyor. Kamera, bu dış sahnede sağa ve sola kayıp duruyor. Bu öylesine estetik bir an yaratılsın diye değildi. Final bölümüne anlam katmak içindi. Domenico, sonra şairi dünyasına, evine alıyor. Şair kapıyı açıyor. Şairin zihninden siyah-beyaz bir an yansıyor birden. Şair, duvar aynasının karşısında kederli ve mahcup duruyor. Kamera, odanın içinde çevrinerek Domenico’nun yalnızlığının belgeselini yansıtıyor. Odada duvar kâğıtları sıyrılmış. Yağan yağmurlar, Domenico’nun yaşadığı bu mekânın içine akıyor. Damlayan suların altında kovalar, şişeler dolu. Kurt köpeği de orada. Domenico, aynada kederli yüzüne bakıyor, kendini ilk defa görüyormuş gibi. Beethoven’ın müziğinin çaldığı mekânında ona kırmızı şarap ve bir dilim ekmek sunuyor Domenico. İsa’nın kanını sunar gibi. Dışarıda da yağmurun müziği duyuluyor. Domenico, “Daha büyük fikirlere ihtiyacımız var” diyor şaire. Ailesini ve tüm dünyayı kurtarmak istemiş Domenico. Yanan mumu havuzdan geçiriyormuş Domenico. Ama onu hep Azize Caterina havuzundan çıkartıyorlarmış. Domenico, “Yardım et bana” diyor. “Pekâlâ” diye cevaplıyor şair. Domenico, şaire mum veriyor. Şair mumu cebine koyuyor. Şair oradan çıkarken çan sesleri duyuluyor. Şair gittikten sonra Domenico, “O kadar insanın içinden neden ben” diyor. Görüntü sepyalaşıyor. Domenico’nun zihninden ailesi düşüyor, geçmişi acıyla hatırlıyor. Karısıyla (Della Boccoardo) sarı saçlı küçük çocuğu varmış. Domenico dışarı çıktığında başka görüntüler de düşüyor zihninden. Karısı yere kapanmış ağlarken, genç Domenico kilisenin merdivenlerinde koşan küçük sarışın çocuğunun ardından koşuyor düşmesin diye. Geçmiş ruhunu acıtıyor hep Domenico’nun. Sonra, renkli görüntüyle bir yolda kasabaya doğru gelen bir arabaya görünüyor. Merdivenlerde oturan oğlan çocuğu, “Baba, dünyanın sonu mu” diyor, sonra başını kameraya çeviriyor. Zihin karışıklıklar yaşanıyor hep. Şair de Domenico’nun rüyalarını mı görüyor, diye. Şair de şizofreniye mi düşüyordu? Her şey zihinsel olarak birbirine karışıyor. Domenico, şairi çok etkiliyor. İçindeki özlemi arttırıyor. Karısını ve kızını özlüyor. Rusya’yı da. Buralarda daha fazla kalabilir miydi şair? Domenico, köpeğiyle şairi uğurluyor evinin önündeki sokaktan. Şair beyaz taksiye biniyor, araba hareket ediyor, kamera yana kayarak başka dar sokağa giren taksiyi izliyor. Sonra geçmişteki bir an Domenico’nun evinin önünde sepya görüntülerle yansıyor. Polisler ve cankurtaran (ambulans) gelmiş, komşuların meraklı kalabalığı ortasında, Domenico’nun evde yedi yıl hapsettiği ailesini kurtarıyor. Şairin bu mekânda bindiği beyaz taksiye benzer araba, ustanın bir sonraki “Kurban” filminin geniş final bölümündeki beyaz arabayı çağrıştırıyordu.
Görüntü renkleniyor. Şair oteldeki odasına geliyor. Odadaki yatakta tüm çekiciliğiyle kitap okuyan Eugenia’yı buluyor. Şair, Domenico’nun kendisine verdiği mumu gösteriyor. Eugenia bir an için tedirginlik hissediyor. Eugenia, “Hepiniz özgürlük istiyorsunuz. Sonra ne yapacağınız bilmiyorsunuz” diyor. Kırıcı başka sözler söylüyor. Spnra geceliğinin altındaki çıplak göğsünü gösteriyor, “Neyin peşindesiniz, bunun mu” diyor kızgınlıkla. “Sen değil. Sen bir azizsin. Madonnalar istersin” diyor. Eugina bir entelektüelle beraber olmuş ve kendisini kilitli tutmuş. Kendi tarzı erkeği mutlaka bulacakmış Eugenia. Bir entelektüelle yatmak, farklı bir şeyi bulabilme umudu muydu? Hayal kırıklıkları insanlar içindi. Eugenia’nın bu anda yaşadığı öfkesi, sevişememenin verdiği psikolojik gerilim miydi? Karşı cins altından değerli olmalıydı ruhun dinginliği için.
Otelin koridorunda. Eugenia odasına çıkıyor. Eugenia gittikten sonra şairin burnu kanıyor. Eugenia valizini toplamış. Sonra koridorda, şairin verdiği mektubu okuyor. Şair uzanıyor. Sepya görüntüler yansıyor Maria sesiyle. Şairin karısı yataktan çıkıyor. Geceliğiyle salona geliyor. Pencerenin perdesini açıyor. Pencerede bir güvercin de var. Kır evinden dışarı çıkıyor. Domenico’nun karısı ve sarışın çocuğuyla kurt köpeği yansıyor çayırda. Bir an ön jenerikteki an geliyor akla. Maria, kederli gözlerle boşluğa bakıyor. Yanında da kızı var. Kamera, sağa doğru kayıyor. Otelin koridorunda görüntü renkleniyor. Şair doğruluyor. Sonra sel suları içinde kalmış bir tarihi mekânda yürüyor şair. “Çocukken açlıktan hasta düşmüştüm” diyor Rusça. Ateş yakıyor. Votka içiyor. Bir kız çocuğuyla konuşuyor. Şair, “Büyük aşklarda öpüşmek yok. Saf. Bu yüzden büyük” diyor. Sonra sigarasını yakmaya çalışıyor. Sonra çocuğa, balçık çamura saplanmış bir adamın trajedisini anlatıyor. Bacak bacak üstüne atmış, şairi dinleyen küçük kızın adı da Angela. Şair suyun kenarına uzanıyor. Defter ve kâğıtlar da ateşte yanıyor. Ardından görüntü sepyalaşıyor ve bir sokak yansıyor. Şair yerden kalkıyor. Yürüyor. Sokakta aynalı dolabı görüyor. Aynalı dolabı açmak istiyor. Aynada genç Domenico’nun yansımasını görüyor. Şair, tarihi kemerli binanın içindeyken kamera sağa doğru kayıyor. Fonda da çocuk korosunun ilahisi duyuluyor. Çocuk sesleri, çığlıklar ve ağlamalar duyuluyor. Bir kadın sesi Tanrı’ya yakarıyor, “Kendini hissettir ona” diyerek. Görüntü renkleniyor sel basmış mekânda. Şair uyanmış.
Şair, Bologna’dan ayrılmak için tarihi binanın dışında bekliyor. Roma’ya daha önce giden Eugenia onu telefonla konuşuyor şair. Yeni tanıştığı sevgilisiyle beraber Eugenia. Şaire, Domenico’nun da Roma’da olduğunu söylüyor. Şair kasabaya dönmek istiyor bunu öğrendikten sonra. Dönüyor. Domenico, Roma’da tarihi kilisenin avlusunda toplanmış insanlara dini söylev veriyor dünyayı kurtarmak için. Kurt köpeği de yanında. Ardından Domenico, atlı heykelin üstüne çıkıyor, sonra üstüne benzin döküyor ve ardından cayır cayır yanıyor. Hiç kimse ona yardımcı olmuyor. Belki bir mucize yaşanır diye bekliyordu topluluk. Şair, kasabadaki otelin Azize Caterina havuzunun temizlendiğini görüyor. Havuzun içinden birçok şey çıkıyor. Şair, suyu çekilmiş havuza giriyor. Domenico’nun kendisine verdiği mumu yakıyor ve havuzun diğer ucuna doğru yürüyor, ama mum sönüyor. Bunu bir defa daha yapıyor. Yine sönüyor. Sonraki denemesinde başarıyor. Kamera, hiç kesme yapmadan sağa ve sola kayarak bu anı yansıtıyordu. Mumu havuzun basamağına bıraktıktan sonra şair yere yığılıyor ve kalbi duruyor. Son sahnede sepya görüntüler kuşatıyor her yanı. Şair, kemerli tarihi mekânda su birikintisinin kıyısında kurt köpeğiyle oturmuş hareketsiz duruyor, boşluğa bakıyor. Kamera hafifçe geriye çekilirken, kar da yağmaya başlıyor. Su birikintisi, kır evinin az uzağındaki su birikintisini çağrıştırıyordu. İki farklı mekân, tek bir mekâna dönüşüyordu.
“Kurban…”
Andrey Tarkovski ustanın ölmeden önce İsveç’te çektiği son filmi 1986 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Offret-Kurban”, şizofreniye düşmüş bir adamın cinnetini yansıtıyor. Svenska Filminstitutet’in sunduğu filmin senaryosunu Tarkovski kendisi yazmış. Filmin görüntüleri de, Ingmar Bergman ustanın kadim kameramanı Sven Nykvist. Tarkovski, bu filminde Johann Sebastian Bach’ın müziklerini filminin ruhuyla buluşturmuş. Rüyaların, halüsinasyonların ve gerçekliğin birbirine karıştığı bir film bu. Bu sekans karmaşasının ortasında insana yolunu kaybettiren özel bir filmdi ayrıca. Sadece meczup Alexander değil, filmin kurgusu da şizofreninin tam ortasında. Gerçek anlamıyla paranoid şizofren bir atmosfer bu.
İsveç’in Baltık’taki adalarının birinde geçiyor bu trajedi. Ön jenerik yazıları sürerken, Da Vinci’nin 1481’de yaptığı tablosu yansıyor. Annesinin kucağındaki çocuk elini uzatmış, yaşlı keşiş de tapınıyor, bebeğe hürmet ediyor. Kamera yukarı tilt yaparken iki keşiş de fark ediliyor. Kamera yukarı çıkmaya devam ediyor. Bir ağaç ve derinlikte bulanık olarak iki atlı seçiliyor resimde. Ağaç ve çocuk, film için de önemli simgeler. Tablonun adı “The Adoration of the Magi / Üç Müneccimin Tapınması” anlamına geliyor. Madonna’nın, yani Meryem’in kucağındaki bebek de İsa. Fonda da Bach’ın müziği duyuluyor.
Bugün doğum günü olan Alexander (Erland Josephson), deniz kıyısında kuru bir ağaç dikiyor. Yanında da “küçük adam” dedikleri oğlu da (Tommy Kjellqvist) var. Alexander, ağacı dikerken oğluna bir hikâye anlatıyor. Ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. Adı da Pamve’ymiş. Bir yamaca kuru bir ağaç dikmiş. Genç öğrencisi Ioaan Kolov’a, ağaç canlanıncaya kadar her gün ağacı sulayacaksın, demiş. Ioaan, her sabah bir kova su doldurup, manastırdan çıkar, dağa tırmanır, kurumuş ağacın dibine su dökermiş. Üç yıl sürmüş. Koca ağacın etrafında çiçekler açmış. Alexander, “Bir sistemin kendine göre meziyetleri var” diyor. Küçük oğlundan da aynı şeyi umuyor. Alexander, “Aynı şey sistemli olarak yinelenirse dünya çok farklı olur. Bir şeyler değişir” diyor oğluna. O sırada bisikletiyle postacı Otto (Allan Edwall) bisikletiyle geliyor oraya. Alexander’e doğum günü için çekilmiş telgrafı getirmiş. Kamera sola doğru kaymaya başlıyor. Alexander şimdilerde gazeteye makaleler yazarken, üniversitede öğrencilere estetik dersi de veriyormuş. Aslında o ünlü bir tiyatro oyuncusu. Emekli olmuş. Kamera yana kaymasını sürdürürken, Otto bisikletinde, Alexander ve oğlu da yayalar. Otto, Alexander’i itham eder gibi konuşuyor. “Yüzün öyle karanlıktı ki. (…) Böyle acı çekmen hiç doğru değil. Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şeyi beklemeyeceksin. (…) Ben hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum. Tren istasyonunda bekler gibiydim” diyor. “Hayatı, sahici olanı, önemli olanı bekleyişti” diye tamamlıyor sonra. Duruyorlar. Otto, oğlana bakarak, Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabındaki cüceden bahsediyor. Alexander, bir postacının felsefi sözler söylemesine şaşırıyor burjuva kibriyle. Kimse fark etmeden oğlan da bisikleti iple bağlamış. Otto giderken, düşüyor. Alexander, Yuhanna’nın İncil’de yazdığı, “Başlangıçta söz vardı” girişini mırıldanıyor. Biliyorsunuz, Yuhanna’ya İngilizler John, Fransızlar Jean, İspanyollar Juan, Almanlar Johann, Araplarsa Yahya diyorlar. En başından bu ana kadar tek bir çekimle yansıyor bu giriş bölümü. On dakika kadar sürüyor. Sinemada daha uzundur elbette.
Bir araba geliyor. Arabadan, Alexander’in kızı Marta (Filippa Franzen) ve geçici dilsiz küçük oğlanın tedavisini yapan Dr. Victor (Sven Wollter) çıkıyor. Alexander ve Gossen’i eve götürmek istiyorlar, ama Alezander, oğluyla konuşmak istiyor. Onlar eve gittikten sonra Alexander, oğluna bu kıyıdaki kır evini nasıl aldığını anlatıyor. Oğlu bu evde doğmuş. Oğlan konuşamadığı için Alexander’in konuşmaları monologa dönüşüyor. Alexander, “Ölümden korkmasaydık, daha başka şeyler başarabilir miydik” diye mırıldanıyor. “İnsan hep kendini savundu. Başka insanlara, doğaya karşı güç kullandı. Sonuç: Güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil” diyen Alexander, “Teknik ilerleme nedir” diye soruyor. “Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz. Vahşiler, maneviyata daha çok önem veriyorlar. Bilimsel buluş mu yaptık, onu kötüye alet ederiz. Bir âlim, gerekli olmayan şey günahtır demiş. Bu uygarlık o zaman günahtan ibaret” diye bir şeyler söylüyor. Alexander’in içindeki korku yaşamanı kuşatmış ve cevapları ilahi kelimelerde arıyor sanki. “Hamlet’in ne demek istediğini anladım. Gevezelerden bıkmış” diyor ve telaşla etrafına bakıyor. Oğlu etrafta görünmüyor. Oğlan aniden üstüne atladığında korkudan çocuğu itiyor. Siyah-beyaz görüntü yansıyor ardından. Kamera, yukarıdan aşağı doğru tilt yapıyor. Mahşer sonrası bir görüntüydü bu. Her şey harabeye dönüşmüş. Terk edilmiş. Sular akıyor. Bir araba devrilmiş. Sonra camın yansımasıyla şehir binaları fark ediliyor. Ardından görüntü kararıyor. Sonra röprodüksiyon resim albümü araya giriyor. Alexander’in resimler karşısındaki hayranlığını duyuran kelimeleri duyuluyor bu anda. Andrey Rublev’in ikona resimlerine benziyor.
Herkes, Alexander’in doğum günü için evdeler. Tarkovski, finale kadar sürekli gerçeklik ve zihinsel gerçeklik ortasında insanları bir kaosun içinde bırakıyor. Neyin gerçek, neyin halüsinasyon, neyin rüya olduğunu kaybeden seyirci, çok geçmeden her şeyi Alexander’in algıladığı gibi görmeye başlıyor. Görülen birçok şey tümüyle öyle olmayabilir. Gerçek anlamda seyirci yönünü kaybediyor. Alexander, salonda Victor’a oğlu doğunca ona bağlandığını söylüyor. Oğlu, onu hayata bağlamış. Görüntü, dönemsel filmlerdeki kahverengimsi renk tonlarını öne çıkartıyor. Ama sepya gibi değil. Salona Alexander’in oyuncu karısı Adelaide (Susan Fleetwood) çiçek demetiyle geliyor. Alexander, “Bir oyuncunun egosu olmalı mı, yoksa kimliğini unutup başka biri mi olmalı” diye mırıldanıyor. Victor, Avustralya’ya gidecekmiş. Sahildeki kır evine bisikletiyle Otto da geliyor. Yanında 1600’lerden kalma çerçeveli Avrupa haritasını da getiriyor. Günümüzdeki Avrupa’ya benzemiyor bu harita. Marta’nın dediği gibi, o zamanlar da insanlar yaşıyordu burada. Otto önceleri tarih öğretmenliği yapmış. Yüzlerce trajedi görmüş. Daha da görmek için yarım gün postacılık yapıyormuş. Evde, hemşire-hizmetçi İzlandalı Maria (Gudrun Gisladottir), yerini Julia’ya (Valérie Mairesse) bırakmış. Maria’nın garip halleri de eleştiriliyor. Gossen de odasında uyuyor. Otto salonda birden yere yığılıyor. “Melekler onu yokladıu geçerken” diyor ironi yaparak.
Birdenbire dışarıda. Uzakta bir kadını, Maria’yı çevrinerek takip ediyor kamera. Evin içinde deprem gibi sarsıntılar oluyor. Savaş jetlerinin sesleri duyuluyor. Alexander, dışarıda evine benzeyen maketine bakıyor. Kamera, aşağı tilt yaparak ev maketi gösteriyor. Sepyaya benzer görüntüyle yansıyor bu anlar. Alexander, Maria’yı ağaçların arasında görüyor. Alexander, Maria’ya “Bunu kim yaptı” diye soruyor. Kadın, “Küçük adam” diye cevap veriyor. Maria, “Size doğum günü hediyesi hazırladılar. Otto’yla yaptılar” diyor. Oğlan odasında uyuyor. Salonda Otto, filmin ön jeneriğindeki Da Vinci tablosuna görüyor, tedirgin oluyor. Da Vinci, her zaman Otto’nun ödünü koparmış. Salonda, televizyonda başbakanı dinliyorlar. III. Dünya Savaşı, bir nükleer felâket mi çökecek insanlığın üstüne? Asayiş önemli ve hiç kimse bulunduğu yerden ayrılmamalı. Alexander, “Hayatım boyunca bunu bekledim. Hayatım uzun bir bekleyişti” diye mırıldanıyor. Elektrikler kesiliyor. Adelaide tedirgin oluyor. Sandalyede oturan Victor’a sığınıyor. Victor ona iğne yapıyor sakinleşmesi için. Marta’ya da iğne yapıyor. Alexander dışarıda. Sabit açıdaki kamera onun uzaklaşmasını izliyor. Divan koltukta uzanan Adelaide kendine geliyor, Otto’ya bir şeyler mırıldanıyor. Birini sevmiş. Başka biriyle evlenmiş. Tarkovski, Adelaide’ın başucuna yerleştirmiş bu anda kamerayı. “Şimdi anlıyorum. Kimseye bağlı kalmak istemiyoruz. Birbirlerini sevince, eşit sevmiyorlar. Biri daha güçlü, biri daha zayıf” diye mırıldanıyor Adelaide. İçinde başka biri varmış ve kendine bırakma, diyormuş. Victor geliyor. Adelaide ayağa kalkıp onu yanağından öpüyor. Derinlikte de Alexander yansıyor. Kıskanıyor muydu?
Alexander, Victor’un doktor çantasında bir tabanca görüyor. Ardından Tanrı’ya yalvarıyor üst kattaki salonda. Alexander, “Gökteki ulu Tanrım. İnaniyetin üstümüze olsun. Yalnız senin dediğin olur. Bizi seversin. Bizi kötülüklerden korursun. Zafer senindir. Amin” diyor. Ardından, “Bu savaş sonuncusu. En korkuncu. Her şey yok olacak” diye sesleniyor Tanrı’ya. Küçük adamdan, Oğlandan kurtulmak, evi yakmak… Bunları da diliyor Alexander. Tanrı’ya da söz veriyor: “Söylediğim her şeyi yapacağım…” Alexander bir meczup muydu?
Marta, yatak odasında çırılçıplak soyunurken, aynadan da onun çıplak vücudu yansıyor. Ardından siyah-beyaz görüntü kaplıyor. Harabeye dönüşmüş bir ev. Alexander sandalyede oturmuş. Kamera, yavaşça pencereye yöneliyor. Yağmur yağmış ve her taraf çamurlu. Alexander dışarıda yürüyor, çamurlar içinde bir şey görüyor. Bir başka ev yansıyor. Kar yağmış. Kamera, sağa doğru kaymaya başlıyor, ağacın arkasındaki Alexander fark ediliyor. Kamera öne doğru kayarken, yerdeki bozuk paralar da görünüyor. Ayakları çıplak bir çocuk görünüyor, sonra çocuk kaçıyor. Kamera kaymasını sürdürüyor. Görüntü renkleniyor. Alexander uyuyakalmış, uyanıyor. Otto da yukarıdaki salonda. Ön jenerikteki Da Vinci tablosu da camdan yansıyor. Otto, “Bir şans daha var” diyor Alexander’e. Son bir umutmuş. Bunun için Alexander’in Maria’yla yatması gerekiyormuş. Maria, kilisenin arkasında bir evde kalıyormuş. Otto ayaktayken, Alexander boy aynasından yansıyor. Kamera, sonra sandalyedeki Alexander’den ayrılıyor, sağa dönüyor boy aynasını gösteriyor. Kamera bir an dışarı çıkıyor ve camdan yansıyan ön jenerikteki tabloyu fark ettiriyor. Alexander dışarıda. Zihninden mi, yoksa gaipten mı geldiğini bilmediği bir ses duyuyor. Ses, “Anladığım kadarıyla Alexander, kişinin kendisini özgür iradesiyle bir sanat eserine dönüştürmesinin insana özgü bir şey olduğunu söylemek istedim” diyor. Şiirden, şairden de konuşuyor ses. Ardından, “Aktörün kendisi, kendi yarattığı bir sanat eseridir” diyor. Alex, evin başka bir yerinde. Oradan ayrılırken, kamera aşağı tilt yapıyor ve masanın üstündekileri gösteriyor. Kâğıtlar, bir kitap, bir yumurta ve bir içki kadehi… Alexander salonda. Victor’un çantasından tabancayı alıyor. Sessizce, duvara yaslanmış merdivenden iniyor. Kamera yana kayıyor, dışarıda masada yemek yiyor aile. Saklanan Alexander, gizlice uzaklaşıyor. Kamera sağa kayarak onu izliyor. Alexander, Otto’nun bisikletine biniyor. Patika yolda giderken, Victor’un arabasını görüyor, terk edilmiş gibi. Bisikletten düşüyor. Geri dönmek istiyor. Sonra vazgeçiyor. Kilisenin arkasındaki çiftlik evine benzer eve gidiyor. Maria münzevi bir hayatın içinde. Bu büyükçe mekân onun hem salonu hem yatak odası onun. İçeride dini simgeler de göze çarpıyor. Maria, rahibe hayatı yaşıyor sanki. Görüntüler sepya tadında. Alexander orgun başına oturuyor Alexander. Sonra geçmişinden bir olayı anlatıyor Maria’ya. Alexander yeni evlendiğinde annesi yaşıyormuş. Hasta annesi küçük bir kulübede yaşıyormuş. Bahçesi bakımsızmış. Bahçedeki otları yolmuş, bahçeyi düzeltmiş. Kulübenin penceresinden bahçeye baktığında dağınıklığın yok olduğunu fark etmiş. Her yerde şiddet izlerini görmüş. Maria ağlıyor. “Anneniz gördü mü” diyor Maria. Yatağa kapaklanan Alexander, “Beni sevebilir misin Maria” diye soruyor yalvaran bir sesle. “Hepimizi kurtar” diyor. Alexander, tabancayı çıkartıp başına dayıyor. Soyunuyorlar. Maria onu öpüyor şefkatle. Yatak yukarı doğru kalkıyor bu gerçeküstücü anda. Yatak dönmeye başlıyor sonra. Sanki bir tablo gibiydi. Ardından siyah-beyaz mahşer görüntüsü yansıyor. Filmin başında görülen mahşer mekânıydı burası. İnsanlar kaçışırken, devrilmiş arabanın etrafından kaçışırken, kamera yine aşağı doğru tilt yapıyor, camın yansımasından binalar fark ediliyor. Ön jenerikteki Da Vinci tablosu araya giriyor. Görüntü renkleniyor. Alexander, kır evinin ikinci katındaki salonda uykudan uyanıyor.
Çığlığa benzeyen flüt tınısı her yeri kaplıyor. Alexander, kadehine konyak koyuyor, içiyor. Sonra telefonla gazeteyi arıyor. Alexander’in en büyük korkusu nükleer savaş. Bu korkuyu tüm hücrelerinde yaşıyor. Gardırobundan rahip elbisesini çağrıştıran siyah elbisesini çıkarıp üzerine geçiriyor. Duvara yaslanmış merdivenden aşağı iniyor, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Aile dışarıda. Adelaide, Victor’un Avustralya’ya gideceğini öğreniyor, tepki gösteriyor. Victor, buralarda kendini yorgun hissediyormuş. Kamera Victor’dan ayrılıyor, sağa çevriniyor, evin içindeki Alexander’i gösteriyor. Cinnetin ortasındaki Alexander dışarı çıkıyor, saklanıyor. Aile, Japon ağacını sulamaya gitmiş oğlanın yanına gittiklerinde, Alexander Victor’un tabancasını çantaya koyuyor. Çantayı alıyor, Victor’un arabasına bırakıyor. Sonra içerideki masanın üzerine sandalyeleri yığıyor. Sonra Victor’un arabasını evin uzağına sürüyor. Ardından beyaz arabayı uzaklaştırıyor. Kamera, sandalyelerin yığıldığı masayı gösteriyor. Alexander kibritle sandalyelerin üstündeki beyaz çarşafı tutuşturuyor. Tanrı’ya verdiği sözü gerçekleştiriyor Alexander. Çarşaf yanıyor, kamera yukarı tilt yapıyor. Cinnetinin sonucunu, alevler sardığı evinin yanışını yerde oturmuş izliyor Alexander. Ayağa kalkıyor, kamera sağa doğru kaymaya başlıyor. Adelaide, Marta, Victor ve Julia koşarak geliyorlar. Alexander, Maria’yı görüyor, karşısında diz çökmek istiyor şefaat için. Otto da orada. Çok geçmeden cankurtaran (ambulans) geliyor ve Alexander’i bindirip akıl hastanesine götürüyorlar. Cankurtaran giderken, kamera sağa doğru kayarak bisikletle giden Maria’yı izliyor.
Cankurtaran Japon ağacının oradan geçip gidiyor. Kamera, küçük oğlanın kuru ağacı sulamasını gösteriyor. Çocuk ağacın dibine uzandığında, vince takılı kamera ağaca tırmanır gibi yukarı çıkıyor ve denizi gösteriyor. Alexander’in sesi duyuluyor, “Başlangıçta söz vardı” diyen. “Neden baba”, diye soruyor oğlan. Bu son sahne, Da Vinci tablosunun ruhuna dokuyordu sanki. Tarkovski, bu son filmini oğlu Andrjusja’ya (Andryuşya’ya) adamış. Fonda da ilahi müzik duyuluyordu.
(30 Mart 2015)
Ali Erden
ailerden@hotmail.com