Godard Sinemasının Kadınları

Sinemanın en önemli yaratıcı yönetmenlerinden Fransız Jean-Luc Godard’ın filmlerinde kadınlar gerçek anlamda başrolde. “Serseri Aşıklar” filmiyle başladı bu sinema macerası. Kadınlar, özellikle 1960’lardan başlayarak modern Avrupa’da birer simgeydiler Godard filmlerinde.

Jean-Luc Godard, 1960’larda yerle bir olan refah toplumunun simge yönetmenlerindendi. 1930 yılında Paris’te doğdu. Godard, André Bazin’in Cahiers du Cinéma Dergisi’nde François Truffaut, Claude Chabrol, Eric Rohmer gibi sinema yazıları yazdı. 1955’te, Guy de Maupassant’ın 1886’da yazdığı “Le Signe” (İşaret) hikâyesinden yola çıkarak “Une Femme Coquette-Cilveli Kadın” kısa filmini çekti. Öncesinde Godard, bir baraj yapımı üzerine “Opération ‘Béton’-Beton Operasyonu” belgeselini de yaptı. Bu belgeselde İsviçre’de Avrupa’nın en büyük barajı Grande-Dixence’ın inşaatını anlatıyordu. 1958’de Truffaut’yla beraber senaryosunu yazıp yönettiği “Une Histoire d’Eau-Bir Su Hikâyesi” kısa filmi de var. Eric Rohmer’in senaryosundan çektiği 1959 yapımı “Charlotte et Véronique, ou Tous les Garçons s’Appellent Patrick-Charlotte ve Véronique veya Patrick Adı Verilen Bütün Erkekler” kısa filmini de çekti. İlk uzun filmini çektiği 1960’ta Jean Paul Belmondo’yla “Charlotte et son Jules-Charlotte ve Erkekleri” kısa filmini de yaptı. Bu filmiyle, deneysel ve gerçeküstücü yönetmen Jean Cocteau ustanın 1940’ta yazdığı tek perdelik oyunu “Le Bel Indifférent”e saygı gönderdi Godard. Cocteau’nun 1932 yapımı deneysel “Le Sang d’un Poet-Şairin Kanı” filmi de görülmeli. Godard, Cocteau’dan çok etkilenmiş bir yönetmen.

“Serseri Aşıklar…”

Godard’ın Truffaut’nun hikâyesinden senaryosunu yazıp yönettiği ilk filmi, 1960 yapımı “À Bout de Souffle-Serseri Aşıklar”, Fransız “Yeni Dalga” akımının da çok önemli filmi. Godard bu filminde Jean Paul Sartre’ın varoluşçu felsefesine de yaklaştı. Filminde, küçük çaplı gangster Michel Poiccard’ı (Jean-Paul Belmondo) anlattı. Amerikalı öğrenci Patricia’ya da aşık. Patricia (Jean Seberg), Michel’in kafasında yarattığı kıza uyuyor muydu? Fonda dinlemeye doyulmaz Martial Solal’ın caz tınılarının ruhta dolaşan müzikleri ve Raoul Coutard’ın muhteşem siyah-beyaz sinemaskop görüntüleri, insanı şaşırtan ve yabancılaştıran kurgusuyla bu film, modern zamanların sarsıcılığını yaşatan bir film. Çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hem gerçek hayat hem de sanat. Görece refah toplumunun sonu geldi ve şimdi şiddet toplumu var. Marsilya’da araba çalan Humphrey Bogart’a tutkulu gangsteri Michel, yolculukta kameraya dönüp seyirciye bir şeyler anlatırken, peşine düşen trafik polisinin yaralanmasına neden oluyor. Plânlar suya düşüyor ve her şey Paris’te bir karabasana dönüşüyor Michel için. Michel, peşindeki polislerden kurtulmak için Patricia’yla İtalya’ya kaçmayı plânlıyor. Ama üniversitede okuyan Patricia’nın da kendi plânları var elbette. Bu filmde anların üzerinde durmak gerekiyor. O görselliğin ve kurgunun da. Patricia’nın dairesinde geçen uzun sahne unutulmaz. Hep kendine uymayan kızlar bulduğunu söyleyen Michel’le Patricia’nın konuşmalarını dinlemeye çabalayan seyirci, kısacık saçlı Patricia’nın güzelliğiyle başı dönüp duruyor. Öncelikle bu sekanstaki konuşmalar birer moloğa dönüşüyordu filmde. Bu, modern zamanların iletişimsizliği belki de.

Michel ve Patricia, kaldırımda bir öne bir geriye yürürken, kamera da aynı biçimde öne ve geriye kayıyordu. Godard bu filminde “sıçramalı kurgu”yu da denemişti. Uzun ve tek bir çekimde, aradan kareler kesilip atılınca görüntüde sıçrama oluyor bu kurguda. Michel, varoluşçu ve entel bir gangster. Patricia’yı “uzlaşmacı” olmakla suçluyor. Patricia, Amerikalı yazar William Faulkner’ın (1897-1962) romanlarını çok beğeniyor. Michel, Faulkner’ı uzlaşmacı bir yazar olduğu için suçluyor. Uzlaşmacılar, sistemle barışık ve amaçlarına ulaşmak için her şeyi kabulleniyorlar. Michel, “ya hep ya hiç” diyor. Onun için, Patricia ve Faulkner aynı. Patricia, kendi hayalleri için Michel’i hayatından çıkartıyor ve polise ihbar ediyor. Michel’in vurulduğu an, Michel sokakta öne doğru yürürken, kamera da onu hiç kesme yapmadan öne doğru kayarak takip ediyordu. Godard, Patricia üzerinden kadınları Makyavelci olarak görüyordu. Coutard’ın, Paris’in ruhunu yansıtan, neredeyse belgesel gibi fotoğrafları da 1960’ların başındaki Paris’i armağan ediyordu sinemaya. Bu film, Hollywood’da B sınıfı olarak değerlendirilen kara filmlere de saygı gönderiyordu bir de. Godard bu filmiyle Berlinale’de yönetmenlere verilen “Gümüş Ayı” ödülünü de almıştı.

“Küçük Asker…”

Godard’ın 1960 yılında çektiği Cezayir Savaşı üzerine ikinci filmi “Le Petit Soldat-Küçük Asker”, 1963’e kadar Fransa’da yasaklı film oldu. Bu filme, sonradan eşi olacak Danimarkalı oyuncu Anna Karina, Michel Subor’la başrolü paylaştı. Asıl adı Hanne Karin Blarke Bayer olan 1940 doğumlu Anna Karina, 1960’lardaki Godard sinemasının en önemli parçasıydı. Filmin müziklerini de önemli bestecilerden Maurice Leroux yapmıştı. Fonda piyano tınıları duyuluyor sürekli. Kamera, Leman Gölü’nün ikiye böldüğü Cenevre’de ağzından sigara düşmeyen ve sürekli iç sesiyle konuşan Bruno Forestier’nin peşine takılıyor. Bu iç sesler moloğa dönüşüyor sonra. Bruno, gökyüzüne baktığında Klee’nin portrelerini gördüğünü söylüyor üstü açık arabasıyla şehirde yol alırken. Paul Klee (1879-1940), Alman kökenli İsviçreli ressam. Birçok akımı etkilemiş. Özellikle dışavurumcuları, gerçeküstücüleri ve kübistleri. Ondan bir söz: “İnsanı olduğu gibi değil, olabileceği gibi vermek isterim…” Godard’ın filminde olduğu gibi.

Fransız Gizli Servisi Bruno’ya, Cezayir Milli Kurtuluş Cephesi’nden önemli birini, Palivoda’yı öldürme görevini veriyor. Bu, Bruno için kendini servise kanıtlama işi de. Servis onun çift taraflı ajan olduğunu düşünüyormuş. Ama birini öldürmek o kadar kolay mı? Arkadaşı Hugh, Danimarkalı Veronica’yla tanıştırıyor fotoğraflarını çekmesi için. Hugh, Veronica’nın dudaklarının ünlü oyuncu Leslie Caron’a benzediğini söylüyor ve ona hemen aşık olacağına da iddiaya giriyor. Bruno, Veronica’yı ilk gördüğünde Giraudoux’nun oyunundan fırlamış gibi geliyor ona. Jean Giraudoux (1882-1944), denemeci, roman ve oyun yazarı. Giraudoux, eserlerinde zihnindeki ulaşılmaz ideallerle kadın-erkek ilişkilerindeki durumlara bakmış yoğunlukla. Bu yazarın Yahudi düşmanı bir ırkçı olduğu da söyleniyor. Veronica’nın dairesinde Veronica’nın fotoğraflarını çeken Bruno’nun bazı sözleri de akılda kalacak hep. Örneğin, “Fotoğraf gerçektir. Sinema da öyle. Saniyede 24 kare” diyor. Veronica’nın fotoğraflarını çekmeyi sürdürürken Veronica’ya, Mozart, Beethoven ve Bach’ın erken vakitlerde dinlenemeyeceğini de söylüyor Bruno. Sonra Haydn’ın neşeli müziğiyle çalışmayı sürdürüyorlar. Kamera da, Veronica ve Bruno’nun coşkusuna katılıyor. Bruno, Veronica’yla ressamlar üzerine de konuştuklarını söylüyor iç sesiyle seyirciye. Veronica, Gauguin’in Van Gogh’dan daha iyi olduğunu söylemiş ona. Bruno, Palivoda’yı vurmak için arabayla onu takip ediyor başka başka sahnelerde. Bruno, Palivoda’yı vuramamasının nedeni olarak da bu filmin kameramanı Raoul Coutard’ın kendisine anlattıklarından dolayı olduğunu söylüyor seyirciye. Bruno görevi yerine getiremiyor. Fransız ajanların oyunuyla İsviçre polisi de peşine düşüyor. Çünkü Fransa onu istiyormuş. Bruno kendi dairesinde Veronica’ya Alman şarkısından sözler okurken, kamera da duvardaki savaş, şiddet ve kadın fotoğrafları üzerinde dolaşıyor. Brigitte Bardot ve Jean Seberg’ün de fotoğrafları asılı duvarda. Godard, Bruno’nun dairesiyle Bruno’yu özdeşleştirmiş sanki. İkisi de dağınık ve yalnız. Godard’ın birçok filminde mekânlar ve şehirler bir karakter gibi. Ruhları var. Godard’ın filmlerinde yabancılaşmayı da sıkça yaşayabilirsiniz.

Daha sonra Araplar ve Fransızlar peşine düşüyor Bruno’nun. O da Brezilya’ya kaçmayı plânlıyor. Sonunda Araplar onu yakalıyor ve banyoda işkence yapıyorlar. İşkence sekansı ürkütücü ve Bruno’nun korkusunu hissediyorsunuz. Dairenin salonunda Cezayirli kız da Lenin ve Mao’nun kitaplarını karıştırıyor. Bruno, işkencecilerinden kurtuluyor. Sonra da Veronica’yla birçok şey üzerine konuşuyor. Tabii ki Veronica da Cezayirliler için çalışıyor. Bruno, nasyonelleri sevmiyor. Fransa’yla şairler Joachim du Bellay’yi (1522-1560) ve Louis Aragon’u çok seviyor. Sonra Veronica’ya, “Geleceğin estetiği ahlâktır” diyor. Emin olmasa da Lenin’in sözleri olduğunu söylüyor. Bruno, insanların ideallerini olduğunu belirtiyor, ardından da.Tanrı’nın ideali yok diyor. Bruno, sağ ve solun uzlaştıklarını da iddia ediyor: “Sağ kazanınca solun dediklerini, sol kazanınca sağınkini uygular…”

Siyah-beyaz ve 35 mm çekilmiş bu filmde, “Yeni Dalga”nın ruhu olan kameraman Coutard’ın fotoğraflarına dokunmak gerek. Coutard’ın omzundaki kamera sertçe sağa-sola dönüp duruyor Cenevre’nin caddelerinde. Bu şehrin gece halleri de yansıyor caddelerinden. Eski zamanların arabaları geçmişin filmlerine estetik anlamda çok değer katmışlar bu filmde olduğu gibi. Şimdiyse filmlerdeki ruhu alıp götürüyorlar. “Küçük Asker” filminde görülen Chevrolet ve Citroen arabalar, mekânlar kadar çarpıcı. Filmin görselliğin zenginleştirmişler. Godard, Jean Cocteau’yu bir defa daha anmış bu filminde. Cocteau’nun ilk 1923’te yayımlanmış “Sahtekâr Thomas” romanından alıntılar da yapılıyor filmde.

“Kadın Kadındır…”

Godard, 1961 yapımı “Une Femme est une Femme-Kadın Kadındır” üçüncü filmini çekti. Bu film, ustanın ilk renkli filmiydi. Üstelik de sinemaskop çekti filmi. Angela’yı Anna Karina, Émile Récamier’yi Claude Brialy, Alfred Lubitsch’i Jean Paul Belmondo canlandırmış. Anna Karina, bu filmdeki başarısıyla 11. Berlin Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü almıştı. Müzikleri Michel Legrand bestelemiş. Legrand’ın besteleri, müzikal filmleri çağrıştırıyor. Anna Karina’nın söylediği “Anna” şarkısı da muhteşem. Karina da en seksi haliyle bu şarkıyı söylüyor gece kulübünde. Godard, bu filminde Alman kökenli Amerikalı yönetmen Ernst Lubitsch’e de selâm göndermiş oluyor adını kullanarak. Lubitsch (1892-1947), müzikal ve komedileriyle sinemaya damga vurdu. Çarpıcı görüntülerse elbette Raoul Coutard’ın. Bu filmde Fransız usülü aşk üçgeni de öne çıkıyor.

Bizde “Unutulmayan Sevgili” olarak bilinen Truffaut’nun 1961 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş “Jules et Jim” üçüncü filmine de selâm vardı. Trufaut, bu filmini Henri-Pierre Roché’nin romanından uyarlamıştı. Godard, çekimleri süren bu filmi hatırlatıyor. Marcel’in Barı’nda Alfred, Angela’yla telefonla konuştuktan sonra Amerikan bardaki kadına (Jeanne Moreau) “Jules ve Jim’le nasıl gidiyor” diye soruyor. Kadın da İspanyolca “moderato” diyor. Yani “orta karar” anlamında. Bu İspanyolca kelimenin peşine düşünce, Belmondo ve Moreau’nun 1960’ta oynadığı “Moderato Cantabile-Yumuşak Nağmeli” filmine ulaştık. Siyah-beyaz ve sinemaskop bu aşk filmini de, Marguerite Duras’nın romanından Peter Brook çekmiş. Duras’nın bu romanı 1966 yılında orijinal adıyla ülkemizde yayımlanmış. Kitap kapağında da Belmondo ve Moreau var. Kitap 1998 yılında yine orijinal adıyla Can Yayınları’ndan da çıkmıştı. Peşinden gelen sahnedeyse Godard, hem Truffaut’ya hem de Truffaut’nun 1960’ta çektiği ikinci filmi “Tirez sur le Pianiste-Piyanisti Vurun“a selâm da gönderiyordu. Bu suç filminde Aznavour başrolde oynamıştı. Angela dışarı çıkarken, Suzanne’a ne okuduğunu soruyor. Suzanne pandomimle ne okuduğunu anlatıyor Angela’ya. Hatta silâh sesi efekti bile duyuluyor. Angela, “Piyanisti Vurun. Filmini izledim. Aznavour harika” diyor. Truffaut bu filmini Amerikalı polisiye yazarı David Goodis’in “Down There” romanından uyarlamıştı. Suzanne, komünistlerin yayın organı L’Humanité’yi sattığı için uykusuz kalıyormuş ve bu yüzden işsiz kalmış. Suzanne’ın bir görevi daha varmış: Émile, Angela’yı takip etmesini istemiş. Marcel’in Barı’nda Charles Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısı bu defa müzik kutusundaki plaktan duyuluyor ve Angela’ya hüzün çöküyor kırmızı şarabı içerken.

Film, ön jenerik sonrası direktif veren kadın sesiyle başlıyor. Fonda da Charles Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısı dinleniyor. Kopenhaglı Angela, kafeye girer, sonra da müzik kutusuna para atıp önce fonda duyulan Aznavour’un “Tu t’laisses Aller” şarkısını dinletiyor kafedekilere. Kamera, Paris sokaklarındaki Angela’nın peşine takılıyor. Angela, çocukları görünce müşfik tarafı dışarı çıkıyor. Angela’nın sevgilisi Émile kitapçıda çalışıyor. Evin içinde bisikletle dolaşmayı seven Émile, L’Humanité okuyor ve de Real Madrid fanatiği. Akşamın yavaş yavaş indiği Paris’in sokaklarında Alfred’le de karşılaşıyor. Otoparkçılık yapan Alfred, Émile’le kendisinin arkadaşı. Alfred, Angela’ya açıktan açığa duygularını belli ediyor. Angela, Alfred’in yanından ayrılınca Alfred kameraya dönüp “Gidiyor” diyor. Godard, bu filminde bol bol “steadicam” tarzda çekimler yapmış. Angela, “Gitanes” sigarası içiyor. Angela, denizci kostümleriyle sahne alıyor Zodiac gece kulübünde. Godard, bu gece kulübünde çalışan insanları da yansıtıyor. Orada bir iş ve hayat var çünkü. Zodiac’ta çalışan kadınlar çocuklarını da bu mekâna getiriyorlar. Angela, Cyd Charisse hayranı. Onun gibi müzikal yıldızı olmayı hayal ediyor. Sokakta onun gibi dans edip şarkı da söylüyor. Angela, Alfred’e değil de neden Émile’e aşık olduunu söylüyor Alfred’e. Çünkü Émile, yakışıklı ve kurnazmış… Angela ve Émile, evde çocuk yapma üzerine tartışıyorlar hep. Godard, sinemada klâsik anlatımdaki gibi “açı-karşı açı” kullanmamış. Kamera, masada oturan Angela ve Émile arasında dönüp duruyor. Godard, Émile ve Angela bebek için tartışırken, gerçeküstücü tarzda görüntünün üzerine yazılar da düşüyor. Émile, kıkandığı Alfred’i eve çağırıyor, ama Alfred’in de acelesi var, çünkü televizyonda Godard’ın “Serseri Aşıklar” filmini seyretmek istiyor. Bebek tartışmasının hızlandığı yerde Alfred, “Bu komedi mi, trajedi mi” diyor. Émile de, “Kadınlar söz konusu olunca asla bilemezsin” diye cevap veriyor Alfred’e. Godard, feministleri de bir hayli kızdırıyor bu filminde. Ama erkekleri maskara yapmaktan da geri durmamış. Çok eğlenceli. Birbirleriyle küs Émile ve Angela, yatakta kitapların kapak adlarıyla iletişim kuruyorlar gecenin bir vakti. Bu filmde gerçek aşka dokunuyorsunuz. Aşkta ne oluyorsa, Émile ve Angela’nın aşkında da o oluyor. Çatışma, kıskanma, özlem ve sonsuz aşk… Bu müzikal-komedinin final bölümü de gerçekten çarpıcı. Bebek doğurabilmek için Alfred’in yatağından sevgilisinin yatağına gelen Angela’ya seviştikten sonra Émile, “Çok rezilsin” diyor. Kameraya bakan Angela da, “Rezil değilim. Ben bir kadınım” diyor.

“Hayatını Yaşamak…”

Godard’ın 1962 yılında çektiği “Vivre sa Vie-Hayatını Yaşamak” filminin uzun adı “Vivre sa Vie: Film en Douze Tableaux-Hayatını Yaşamak: On İki Tablodan Oluşan Film…” Godard bu filmini Marcel Sacotte’un “Où en est la Prostitution” (Fuhuşun Olduğu Yer Neredeydi?) romanından uyarlamıştı. Filmin müziklerini Michel Legrand yapmıştı. Bu filmin tema müziği büyülüyor. 35 mm siyah-beyaz fotoğraflar da elbette Raoul Coutard’a aitti. Anna Karina Nana’yı, Sady Rebbot Raoul’u ve André Labarthe Paul’ü canlandırıyordu. Film, oyuncu olmak için kocasını ve çocuğunu geride bırakmış, keşfedilmeyi bekleyen plakçı dükkânında tezgâhtar Nana’nın trajik hikâyesini anlatıyordu Paris’te. Bu hikâye, bir melodram ustasının elinde olsaydı seyirciler gözyaşlarına boğulabilirdi. Godard, on iki bölümde anlattığı Nana’ya varoluşçu bir bakış getirirken, tüketim toplumuna, burjuvaziye eleştiri de getiriyordu. Nana Kleinfrankenheim fuhuşa düşüp bir fahişe oluyor. Bu filme Nana’nın kısa ömrü denebilir. Godard’ın filmi gerçeklik üzerinde dolaşıyor. Brechtyen yaklaşımla duyguların kıyılarında dolaşarak mahvolup giden genç bir hayatını belgesel tadında dürüst bir yaklaşımla yansıtıyor film. “Cinéma Vérité” üzerine de düşünmek gerekecek.Godard’ın bu filmindeki kamera kullanımlarına ve çerçevelerine de gözlemci bir bakış da yapmanız gerekiyor. Derinlikteki Paris hem büyülüyor hem de gerçek gibi acıtıcı. Bu filmin adı, ikinci bölümün başlığından geliyor.

Film, saçları kısa kesilmiş Nana’nın silüet görüntüsü üzerine açılıyor. Fonda da yaylıların hüzünlü tınıları duyuluyor. Görüntünün üzerine Montaigne’in “Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da özünü hep kendine sakla” diyen sözü düşüyor. Kafede Nana, Paul’den ayrılıyor. Çünkü Paul, bencil ve zorlu biri onun için. Kamera, kafe barda arkası dönük Nana’yı gösteriyor sadece. Karşıdaki aynadan yüzü seçilebiliyor. Ardından Paul’ü arkadan gösteriyor kamera. Paul onun kocası. Terk ettiği ailesi bir burjuva Nana’nın. Kirasını ödeyemediği için evsiz kalan Nana sinemada, Danimarkalı yönetmen Carl Dreyer’in 1928 yapımı “La Passion de Jeanne d’Arc-Jan Dark’ın Tutkusu” sessiz filmini izliyor. Filmden anlar da yansıyor. Kafe barda fotoğrafçıyla buluşuyor sonra Nana. Fotoğrafçı, onun fotoğraflarını çekip listesine alacakmış filmlerde oynama şansını arttırmak için. Parasız ve evsiz Nana, fuhuş sokaklarında turlarken bir adamla odaya çıkıyor. Ardından eski arkadaşı Yvette’i (Guylaine Schlumberger) görüyor. Kafe barda yolu Raoul’la kesişiyor sonra. Umutsuz Nana kendi kaderini çiziyor sanki. Yvette’in çalıştığı yere gidecekken Raoul karşısına bir daha çıkıyor ve pezevengi oluyor Nana’nın. Yasaları da iyi biliyor Raoul. Sonra işe başlıyor. Küçük çaplı reklâm filmleri çeken, orjiden hoşlanan Dimitri’yle (Dimitri Dineff) olduktan sonra kafe barda denemeci ve dil filozofu Brice Parain’le (1897-1971) iletişim kuruyor Nana. Bu sahne insanı etkiliyor. Konuşmak, ifade etmek, anlamak, aşk ve hatalar… Kelimeler çok derin. Konuşmak ölümcül müydü, yoksa yeniden doğuş muydu? Koca filozof, Alman filozoflarının genelde hatalar üzerinde durduğunu ve neredeyse insan hatalarına saygı duydukları söylüyor. Bu kısa konuşma Nana’yı anlatıyor sanki. Koca filozofun kelimeleriyle insan olmayı hatırlamak gerek.

Ve final bölümü… Genç adam (Peter Kassovitz) odada Nana’ya, şair Baudelaire’in Edgar Allan Poe üzerine “Oeuvres Complètes” kitabından Poe’nun “Oval Portre” kısa hikâyesini okuyor. Pencere önündeki Nana’ya da bakıyor arada bir. Poe’nun hikâyesinde, Amerikalı ressam Thomas Sully’nin (1783-1872) yaptığı bir genç kız portresi üzerine bu hikâye. Nana, Raoul’dan da ayrılmak istiyor, ama Raoul’un kendisi için plânları olduğunu bilmiyor. Raoul, birkaç adamla zorla Nana’yı arabaya bindiriyor ve Nana’nın trajediye yolculuğu da başlıyor. Arabanın içinde kamera sağa dönüp sinemanın önündeki kalabalığı gösteriyor bir anda. Truffaut’nun 1962 yapımı “Jules et Jim-Unutulmayan Sevgili” filmi için bu kuyruk. “Hayatını Yaşamak” filminde, bilardo salonunda Luigi (Eric Schlumberger) bilardo oynarken, Nana’nın Hollywood müzikâllerinden düşmüş müzikle dansı da unutulmazdı. Godard’ın bu filminde çıplaklık da yansıyor doğal olarak. Filmin başlarında yolunu belirleyen Anna, kafede hüzünle etrafına bakarken, “jukebox”ta, yani para atılıp plâk çalan müzik kutusunda Jean Ferrat’nın söylediği “Ma Môme” şarkısı duyuluyordu.

“Nefret…”

Mayıs 1972’de bizde de vizyona çıkan 1963 yapımı “Le Mépris-Nefret”, İtalyan yazar Alberto Moravia’nın (1907-1990) “Il Disprezzo” (Hakaret) romanından uyarlanmış. Filmin Fransızca adı da “Hakaret…” Müzikleri yine Georges Delerue bestelemiş. Senfoniler büyülüyor. Renkli ve sinemaskop görüntüleri çekense elbette Raoul Coutard. Bu filmin en büyük sürprizi büyük yönetmen Fritz Lang. Usta kendini oynamış. Lang, 1931 yapımı “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”un en sevdiği filmi olduğunu da söylüyor. Filmde, Lang’ın yardımcı yönetmenliğini de Godard yapıyor ama fark edemeyebilirsiniz. Film içinde çekilen filmlerin kameramanı da Coutard. Amerikalı yapımcı Jeremy “Jerry” Prokosch’u Jack Palace, polisiye romancı ve oyun yazarı Paul Javal’ı Michel Piccoli, karısını Camille Javal’ı Brigitte Bardot canlandırmış.

“Nefret” filminde Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca konuşmalar duyuluyor. Filmin orijinal adının kırmızıyla yazıldığı filmde, dış ses (bir ihtimâl Godard) seyircilere kamera önünü ve arkasını anlatıyor çekim yapılan Cinecitta sokağından. Bu film, sanki bir bakıma Cinecitta belgeseli gibi bazı anlarda. Gerçekten şehir gibi burası. Dış ses, André Bazin’in sinema için söylediği bir sözü hatırlatıyor. Bazin, “Sinema, arzularımızla daha bir uyum içinde olan bir dünyaya bakışımızın yerini tutar” demiştir. Ses, “Nefret, işte bu dünyanın hikâyesidir” diyor kameraman Coutard yansırken. Coutard’ın kamerası seyirciye dönüyor, oradan yatakta konuşan karı-koca Javalların mahremiyetine geçiyor. Camille kırmızı ışığın düştüğü yatakta yüzüstü ve çırılçıplak uzanmış. Paul ve Camlle, günlük şeylerden, cinsellikten konuşuyorlar. Kamera, cennetin üzerinde dolaşır gibi Camille’in çıplak vücudunu yansıtıyor perdeye. Işıklar normale döndükten sonra hemen maviye dönüşüyor. Camille, “Beni büsbütün mü seviyorsun” dediğinde, Paul, “Seni bütünüyle, müşfikçe ve trajik olarak seviyorum” diye cevaplıyor. Amerikalı yapımcı Jerry, Homeros’un Yunan tragedyasından “Odysseia” destanını Fritz Lang’ın yönetmesini istemiş. Yönetmen Lang, stüdyodaki sinema salonunda “Odysseia” filminden, tanrı ve tanrıçalarının heykelleri üzerinden Jerry’ye, “Tanrılar insanı yaratmamıştır. İnsanlar tanrıları yaratmıştır” diyor. Bu andaki konuşmalar etkileyici. Odysseus’un hikâyesi de yansıyor salondaki perdeden. Sonunda Jerry patlıyor ve Lang’ı suçluyor. Şu ana kadar ortaya çıkan bir sanat filmi. Jerry, ortaya çıkan filmin senaryoyla uyuşmadığını söylüyor. Jerry’nin öfkesi, Hollywood’un sinemaya bakışının da yansıması gibi. Jerry, senaryo yazması için Paul’e çek veriyor. Sonra Jerry’nin, Camille’e ilgisi artınca kıskançlık da dışarı çıkıyor Paul için. Tartışmalar, mutsuzluk ve evlilikte olan birçok şey hikâyeyi kuşatmaya başlıyor. Paul’ün, Jerry’nin tarihi villasında anlattığı Hint hikâyesi çarpıcıydı. Usta ve çırak üzerine. Şapkasını hiç çıkartmayan Paul, villanın bahçesinde yürürken Jerry’ye, “Chaplin ve Griffith günlerine geri dönmeliyiz… United Artists günlerindeki gibi” diyor. Modern zamanlara eleştiri mi bu? Godard, sinemayı değiştiren yönetmenlerden olmasına rağmen hakiki sinemanın geçmişte olduğunu düşünüyor sanki. Aslında filmde her şeyi kuşatan Paul’ün kıskançlığı. Belki her şeyi oluruna bıraksa, Camille’in aşkı daima yanında olacak. Camille öyle güzel ki. Paul’ün kıskançlığıyla etraflarını ateş çemberi sarıyor. Onların ilişkisi, Ulysses’le Penelope’un ilişkisi gibi mi şimdi? Yoksa bu film, modern Ulysses-Penelope hikâyesi mi? Çarpıcı bir çekim de var evde. Pencerenin önünde, Paul ve Camille karşılıklı konuşuken, kamera da sağa ve sola kayıp duruyordu. Klâsik anlatımda kamera, “açı-karşı açı”da oluyor. Evdeki anların çok uzun olduğunu da belirtelim. Godard kamera için, “Öne ve geriye kaydırma ahlâki bir meseledir” demişti. Bu filminde bolca yanal kamera çekimleri kullanmış. Sinema salonunda şarkıcı dansçılarla şarkısını söylerken de yanal çekimler vardı. “Açı-karşı açı” tekniğini kullanmamak için olabilir yine. Filmin sonu trajik. Yunan tragedyası gibi bir film olabilir mi bu? Godard, Bardot’nun çıplaklığını bolca kullanmış filmde. Bardot, kısa siyah peruk taktığında da Anna Karina’yı çağrıştırıyordu. Özellikle “Hayatını Yaşamak” filmindeki gibi. Filmin son bölümü Napoli açıklarındaki ada olan Capri’de geçiyor ve insan büyüleniyor. Cennetten ödünç alınmış Capri’nin dik ve yüksek kayalıkları, Camille ve Paul arasında açılan uçurumları da hissettiriyor.

“Çete…”

Godard’dan bir gangster filmi. 1964 yapımı siyah-beyaz ve 35 mm çekilmiş “Bande à Part-Çete” filminde Anna Karina Odile’i, Claude Brasseur Arthur’ü, Sami Frey Franz’ı oynuyor. Godard da anlatıcı. Müzik Michel Legrand’ın, görüntü Raoul Coutard’ın. Senaryoyu Godard, Dolores Hitchens’ın “Fools’ Gold” (Altın Şans) romanından yazmış. Amerikalı yazar Hitchens’ın (1907-1973) bu romanı 1958’de yayımlanmış ve Türkiye’ye uğramamış.

Filmi, Holywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın “”özgürlük kadını” sunuyor. Filmin adı, Odile, Arthur ve Franz’ın yüzleri üzerine klip tadında yazılıyor. Fonda da sessiz sinemaya selam gönderen bir müzik duyuluyor. Ön jenerik, Paris’in sabah kış atmosferinde akıp giden trafiği üzerinde okunuyor. Sonra altta müzik duyulmaya başlıyor usulca. Godard, doğal sesleri kullanmış bu anlarda. Yönetmen yerine de “Jeanluc Cinéma Godard” yazıyor… Kamera, üstü açık 1955 model Simca otomobili buluyor, şapkalı Arthur ve Franz’la şehirde yol alıyor. Arabayı süren Franz, Odile’le birkaç hafta önce tanışmış. Arthur de Odile’e ilgi duyuyor. Odile ve Franz İngilizce kursunda tanışmışlar. Bir aşk üçgeni mi kuruluyor? Odile, Bayan Victoria’nın villasında kalıyor. Odile, Arthur’e yakınlık gösteriyor. Odile, Franz’a villada Bay Stolz’un para sakladığını ağzından kaçırınca, meteliksiz arkadaşlar plân yapmaya başlamışlar. Franz ve Arthur, saklı parayı çalmayı planlıyorlar şimdi. Bay Stolz, bankaya yatıramadığı paraları devletten çalmış. Soygun öncesinde, Arthur ve Franz ellerindeki gazetelerden cinayetleri okudukları sahne çarpıcı. Arthur, Ruanda’daki soykırım gibi katliamları da okuyor gazeteden. Sonra zaman geçmesi gerekiyor. Paris’in çok büyük kafeleri muhteşem. Kafede Franz, Odile’in kendi sigara paketinden değil de Arthur’ün sigara paketinden sigara içmesini kıskanıyor belli etmese de. Onun kadınları anlaması için biraz daha mı zamana ihtiyacı var? Kadınlar, sinirli, yalancı samimi olmayan erkeklerden hoşlanmıyorlar mıydı? Kadınlar daima doğru kararları mı verirlerdi? Ya Arthur de agresifse? Arthur, serseri ruhlu ve macera yüklü. Odile belki de onda bunu gördü. Belki de kadınlar entelektüel erkeklerden sıkılmışlardır.

Franz Arthur’e, Edgar Allan Poe’nun 1844’te yazdığı “The Purloined Letter” dedektiflik hikâyesini okuduğunu söylüyor kafede. Poe’nun bu kısa hikâyesi maalesef bizde yayımlanmadı. Odile, kafede bilardocuların yanından geçip lavaboya gittiği sahnede, besteci Legrand’ın Jacques Demy’nin 1964 yapımı “Les Parapluies de Cherbourg-Şerburg Şemsiyeleri” için yaptığı filmle aynı adı taşıyan şarkısı duyuluyor. Masada, sessizlik üzerine konuşmadan sonra film, yarım dakikayı aşkın sessiz filme dönüşüyor ve Franz “Bu kadar yeter” diyor birden. Sessiz an gerçekten uzunmuş gibi geliyor insana. Kafenin dans pistinde de Odile, Arthur ve Franz Madison dansı yapıyorlar beraberce. Quentin Tarantino, 1994 yapımı “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filminde, John Travolta’yla Uma Thurman, klâsik arabaların olduğu mekânda dans yapıyorlardı. Tarantino, Godard’ın bu filmine gönderme yapıyordu işte. Odile, tüfekle atış yapan Arthur’e soyadını soruyor. O da “Rimbaud” diyor. Rimbaud (1854-1891), sembolizmin büyük şairlerindendi. Arthur’e aşık olan Odile metroda, Louis Aragon’un şiirinden Jean Ferrat tarafından bestelenmiş “J’entends, j’entends” şarkısını mırıldanıyor. Mutsuz, yalnız ve evsiz insanlar da yansıyor vagonun penceresinden. Öncesinde, uyuklayan bir adam üzerine konuşuyorlardı. Arthur Odile’e, adam üzerine hangi hikâyeyi düşürsen o olur, diyor. Adamın görüntüsü değişmeden hikâyeye göre anlamları değişiyor. Tıpkı Rus yönetmen Lev Kuleşov’un “Kuleşov Etkisi” çekimleri gibi. Sonra Odile ve Arthur yatıyorlar. Franz da soğuk yatağında yalnız uyuyor. Soygundan sonra Franz’ın hayali, Jack London’ın ülkesine gitmek. London’ın hikâyeleri Franz’ı büyülüyor. Onu, Amerika ve kültürü baştan çıkartıyor. Sonlara doğru soygun planları plânladıkları gibi gitmiyor. Basit plân kanlı soyguna dönüşüyor. Arthur hırsına yenik düşüyor ve trajedisini yaşıyor. Diğer taraftaysa Odile ve Franz, gemiyle Brezilya’ya doğru yol alıyorlar. Ucuz romanlardaki gibi hikâye Odile’le Franz’ın mutluluğu üzerine bitiyor. Dış sesse, devam filminin sinemaskop ve “technicolor” olacağını söylüyor.

“Alfakent…”

Godard’ın distopik bilimkurgu-kara film tarzında 1965 yapımı “Alpha Ville-Alfakent” filminin uzun adı “Alphaville, Une Etrange Aventure de Lemmy Caution-Alfakent: Lemmy Caution’ın Tuhaf Bir Macerası…” Filmde, gerçeküstücü şair Paul Eluard’ın (1895-1952) “Capitale de la Douleur” (Acının Başkenti) şiir kitabına adını vermiş şiirinden alıntılar yapılmış sıkça. Kitap 1926’da yayımlanmış. Filmde, Eddie Constantine Lemmy Caution’ı, Anna Karina Natacha von Braun’u, Akim Tamiroff Henri Dickson’ı oynuyor. Bu film, 1965’te Berlinale’den “Altın Ayı” kazandı. “Alfakent”, karanlık geleceğe Marksist bir bakış sanki. Filmin müziklerini Paul Misraki bestelemiş. “Alfakent” filmindeki müzikler, zaman zaman yüksek bütçeli Hollywood filmlerinin senfonilerini çağrıştırıyor, bazen de gerilim filmlerinin. 1998’de Paris’te ölen Misraki, 1908’de İstanbul’da doğmuştu. 35mm ve siyah-beyaz çekilmiş bu bilimkurgunun kameramanı da Raoul Coutard elbette. Film, 003 Lemmy’nin sesinin üzerine açılıyor: “Bazen gerçeklik, sözel iletişim için fazlasıyla karmaşıktır. Ama efsane tüm dünyaya yayılmasını mümkün kılacak. Bir şekilde gerçekliği dışavuracak…” Kamera, kasvetli atmosferde arabanın içinde sigarasını yakan adamı, Lemmy Caution’ı buluyor. Fonda da Hitchcockyen bir gerilimli müzik de bu atmosferi kuşatıyor. Gecenin içindeki bir Paris, yani Alfakent… Özel efektsiz bu filmde Paris, 20. yüzyıl şehri gibi yansıyor. Bir tek Esso Kulesi’nde geçen sahneler fütürizmi hissettiriyor. Bu kule, Paris’in iş merkezlerinin yoğun olduğu La Défense semtinde 1965’te açılmış ve 1993 yılına kadar hizmet sunmuş. 11 katlı bu bina Paris’teki ilk ofis mimarisi olarak öncü olmuş. Godard’ın filmine de bilimkurgu tadı katmış. Bu filmin estetiği dışavurumcu ve gerçeküstücü. Bu filmi seyrederken, George Orwell’ın “1984” distopik bilmkurgu romanını hatırlayabilirsiniz. Alfa60, “büyük birader” gibi.

Humphrey Bogart’ı hatırlatan trençkotlu, şapkalı, hep sigara içen ve her yerde fotoğraf çeken Nueva Yorklu “özel göz” 003 Lemmy Caution “Dışülke”den galaksinin başkenti Alfakent’e, Alfa60′ bilgisayar sistemini ve kötücül bilim insanı Leonard von Braun’u (Howard Vernon) ortadan kaldırmak için gelmiş bir ajan. Günümüzde bulunması zor olan vicdan ve aşka inanan 003 Lemmy’nin soyadı “Caution” da ironik. Çünkü “Uyarı” anlamına geliyor. Alfa60, teknokrasiyle baskı kurmuş. 003 Lemmy’nin, ajan Henri Dickson’ı bulması gerekiyor önce. Şehirde uyarıcı yazılar da insanlara uyarıları hatırlatıyor. 003 Lemmy’nin ilk gördüğü, “Sessizlik. Mantık. Güvenlik. Tedbirlilik” yazısı. 003 Lemmy’nin arabası, Ford Mustang ruhunu çağrıştıran Ford Galaxie… Lemmy otelin dönerli kapısından girerken kamera da onun peşinden gelince kaotik bir an yaşanıyor. 003 Lemmy, gazeteci Ivan Johnson olarak 344 numaralı odaya yerleşiyor. “Figaro-Pravda” gazetesinde çalışıyormuş. Gerçekte “Le Figaro”, liberal sağcı bir gazete. “Pravda”, Sovyet döneminin yarı resmi gazetesi gibi. 003 Lemmy, festival için şehre gelmiş. Otelin ve başka binaların koridorları labirent hissi veriyor. Kamera, geriye doğru kayarak 003 Lemmy ve Béatrice’i (Christina Lang) izliyor. Odada küçük bir sorun çıksa da 007 Bond gibi sorunu çözüyor 003 Lemmy de. Béatrice de, üçüncü sınıf “séductrice” denilen “ayartıcı”lardan. 003 Lemmy, Béatrice’in yüzündeki kederli ifadeden ve tazelikten etkilenmiş. Kötücül profesör Von Braun’un kızı Natacha, 003 Lemmy’yi arayınca hikâyede heyecan da artıyor. Buradaki insanlar aşkı hiç bilmiyor. Natacha, ikinci sınıf programcı olduğunu söylüyor. Arabada 003 Lemmy genç kadına, “Natacha, geçmişten gelen isim” diyor. Natacha da, “Ama yaşamda sadece şimdiki zamanı bilebiliriz. Hiç kimse geçmişte yaşamadı. Hiç kimse gelecekte yaşamayacak” diyor. Ajan Dickson’ı başka bir yerde, üçüncü sınıf bir otelde buluyor 003 Lemmy. Dickson, oda parasını ödeyemeyecek kadar meteliksiz ve ayyaş. Kurallara uyum sağlayamayanların, duygularına yenilenlerin başına birçok şey geliyor burada. Ya sürülüyorlar, ya intihar ediyorlar. Kimi de idam. Dickson böyle diyor. 003 Lemmy, “Ya Dick Tracy ve Guy l’Eclair’e ne oldu” diyor. 003 Lemmy, Dick Tracy’yi mi, yoksa Guy l’Eclair’i mi temsil ediyor. Guy l’Eclair, Flash Gordon’un Fransa’daki adı. Dickson, Alfa60 devasa bilgisayarın 150 ışık yılından daha hızlı olduğunu söyledikten sonra Einstein’ın “E=mc²” formülü perdeye yansıyor. Burada aşk gibi sanat da yok. Çünkü her şey mantıklı bir akılcılıkta yürüyor bu teknotrat yerde. Her şeyde teknolojinin soğukluğu hissediliyor. Bir kadın odaya geldiğinde Dickson heyecanlanıyor ve kalp krizi geçiriyor. Ölümden önce de 003 Lemmy’ye özkıyımcı Alfa60’ı yok edip insanları gözyaşından kurtarmasını diliyor. Lemmy, Dickson’ın yastığının altından Eluard’ın “Acının Başkenti” şiir kitabını alır, sonra da okumaya başlar. Bu tuhaf şehrin kuzeyinde kış, güneyinde de yaz sürüyor aynı anda. 003 Lemmy, Profesör Von Braun’u asansöre sürüklüyor. Onunla konuşmak isteyen 003 Lemmy, profesöre “Nostferatu” diyor. Dışülke onu sınırdışı etmiş. O da Leonard Nostferatu adını Leonard von Braun olarak değiştirmiş. Alman dışavurumcu sinemanın önemli ustalarından F. W. Murnau’nun 1922 yapımı sessiz korku filmi “Nosferatu. Eine Symphonie des Grauens-Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi”nde Kont Orlok, vampirken adı Nosferatu oluyor. Murnau, “Dracula”nın telifi alınamadığı için Dracula’ya Nosferatu adını vermiş. 003 Lemmy, başaramıyor ve esir düşüyor sonra. Alfa5 tarafından sorgulanıyor. 003 Lemmy serbest bırakılıyor sonra. Otel odasında onu Natacha bekliyor. 003 Lemmy ona Eluard’ın şiir kitabını veriyor. Natacha kitaptan bir sayfayı okumaya başlıyor. Final bölümündeki araba takip sahneleri de nefes kesici. 003 Lemmy, şehrin karlı ve soğuk kuzeyinde ölümcül kovalamacaya düşüyor. Finale yaklaşırken Arap negatifler de çarpıcı fotoğraflar yansıtıyor filmde. Dış sesle konuşan Alfa60, “Dünyanın gerçeklik oluşu bizim talihsizliğimiz. Benim Alfa60 olmam kendi talihsizliğim” diyor. 003 Lemmy, güney bölgesinde Natacha’yı kurtarıyor ve kaçıyorlar beraberce. Godard’ın bu bilimkurgusunun, Stanley Kubrick ve Andrey Tarkovski’nin bilimkurgularına ilham verebileceğini de hissediyorsunuz. Kubrick’in Arthur C. Clarke’tan uyarladığı 1968 yapımı “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”yla Tarkovski’nin Stanislaw Lem’in romanından uyarladığı 1972 yapımı “Solyaris-Solaris” bilimkurgularını çekmişlerdi.

“Çılgın Pierrot…”

Öncü ve deneysel 1965 yapımı “Pierrot le Fou-Çılgın Pierrot” filmi, Amerikalı polisiye yazarı Lionel White’ın (1905-1985) “Obsession” (Saplantı) romanından uyarlanmış. Senaryo da Godard’ın. Bu defa müziği Antoine Duhamel bestelemiş. Renkli ve sinemaskop görüntülerse yine Raoul Coutard’dan. Sinema, yazar White’a uzak değil. Stanley Kubrick, yazarın “Clean Break” suç-soygun romanını 1956’da “The Killing-Son Darbe” adıyla siyah-beyaz perdeye aktarmıştı. Bu roman ülkemizde 1960 yılında “Hipodrom Soygunu” adıyla Başak Yayınevi’nden çıkmış. “Çılgın Pierrot”da Jean Paul Belmondo Ferdinand “Pierrot” ve Anna Karina Marianne oluyordu. Amerikalı yönetmen Samuel Fuller da kendisiydi. Büyük yönetmenlerden Fuller (1912-1997) roman da yazıyordu. Godard bu filmini doğaçlama çekmiş. O gün aklına ne gelmişse, önüne ne çıkmışsa onu çekmiş. Filmi seyrederken hiçbir şey klâsik anlamda gelişmiyor. Bu film, klâsik anlatımın karşısında neredeyse deneysel bir film. “Çılgın Pierrot”nun, birçok yönetmene ilham verdiğini hissediyorsunuz. Özellikle Hollywood yönetmenlerine. Arthur Penn, Terrence Malick, David Lynch hemen akla geliyor. Penn, 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” gangster filmi. Malick’in 1973 yapımı “Badlands-Kanlı Toprak” suç-yol filmi. David Lynch’in 1990 yapımı yine suç-yol filmi “Wilde at Heart-Vahşi Duygular…” Hatta Hollywood’a yol filmleri hakkında da yeni fikirler vermiş Godard usta. Ama, o da Hollywood’dan ilham almış. Böyle etkileşimler muhteşem bir şey.

Bu bir polisiye ve yol filmi. Aslında türlerin ötesinde bir film bu. Paris’ten Fransa’nın güneyine doğru, bir kadınla erkeğin yolculuğu bu. Onlar gibi seyirci de macera yaşıyor bu filmde. Ama klâsik sinema anlamında değil. Filmin ön jeneriği de çarpıcıydı. Harfler, özellikle “A”lar beliriyor önce, ardından da diğer harfler. Siyah fon üzerinde Belmondo, Karina ve Godard’ın adları kırmızı, filmin adıysa mavi yazılıyor. Fonda da insanın kafasının içinde sürüklenen bir müzik. Film, Ferdinand Griffon’un sesiyle, İspanyol ressam Diego Valezquez (1599-1660) üzerine konuşmayla başlıyor. Valezquez, ellisinden sonra somut nesne tasvirlerini bırakmış. Sonra da, nesnelerin etrafına raks eden gölgelerin gizli parıltılarını veya havayı sis gibi bulanıklaştırarak eklemeye başlayarak onları soyutlaştırıp ve hepsini görünmez senfonisinin kalbine yerleştirmiş. Daha sonra gelense, renklerin ve şekillerin gizlice birbirine karışımı… Bu sözler bu filmin içinde dolaşmak için yol gösterici olabilir. Ses bunları anlatırken Marianne’in tenis maçını, ardından Ferdinand’ın bir dolu dergi ve kitabı kucaklayışı yansıyor. Ferdinand, küvette oturmuş kitaptan satırları küçük kızına okuyor. Ferdinand, zengin ve evli. Partiye giderken çocuğa Marianne geçiçi bakıcılık yapıyor. Bu Ferdinand’la Maranne’ın ilk karşılaşması mıydı? Ferdinand, partide Amerikalı ünlü yönetmen Samuel Fuller’la tanışıyor. Kırmızı ışık, yeşile dönüşüyor bu tanışmayla. Fuller (1912-1997), Baudelaire’n 1857’de yayımlanmış “Kötülük Çiçekleri” şiir kitabından ilham alan bir film çekmek için gelmiş Fransa’ya. İkisi de birbirlerinin dillerin bilmese de iletişimleri derinleşiyor.

Ferdinand, mutsuz ve vücudunun parçalara ayrılmış gibi hissediyor. Partiden sıkılıp eve gelen Ferdnand, Marianne’ı evde buluyor. Marianne’in saçı, “Çete” filmindeki Odile gibi toplanmış. Ferdinand’la Marianne eskiden beraberlermiş. Beş yılı aşkın birbirlerini de görmüyorlarmış. Arabada yol alırken, Marianne radyoyu açıyor ve haberde 115 Vietkonglunun öldüğünü söylüyor. Marianne, bu trajediyi hiçbir şey hissetmeden dinlemelerini eleştiriyor. Marianne, Ferdinand’a “Pierrot” diyor. Ferdinand bundan hoşlanmıyor. Ferdinand, “Marianne Renoir” dediğinde, görüntüde bir kız çocuğunun portresi görünüveriyor. Marianne’in evinin duvarlarında resim tablolarının ve fotoğrafların yanında tüfekler de var. Bir de yatakta ölü bir adam. Ferdinand, Marianne’ın evinde uyanıyor sabahleyin. Marianne, “Jamais je ne t’ai dit que je t’aimerai toujours” şarkısını söylemeye başlıyor. Eve Franck (Georges Staquet) geliyor sonra. Marianne’in Franck’la ilişkisi mi vardı? Eve gelen Franck, yataktaki ölüyü görse de tepki vermiyor. Marianne, Franck’ın kafasında şişe parçalıyor. Şimdi kaçma zamanı. Bordo renkteki 64 model Peugeot 404’le yolculuk başlıyor güneye doğru. Paraları olmadığı için benzincide çalışanları da dövüp tam maceranın içine dalıyorlar görünürdeki aşk hikâyesiyle kahramanlarımız. Marianne, kaçakçı olan kardeşiyle buluşacakmış. Görüntülerin arasına yağlı boya resimler “insert”leniyor adeta. Ama, seyircinin zihni de karışıveriyor bu yağlı boya tablolarla. Acaba resimler Valezquez’in mi, yoksa izlenimci ressam Renoir’nın mıydı, diye. Renoir (1841-1919), yüzyıllarca önce yaşamış ressam Valezquez’den gerçek anlamda etkilenmiş. Yapanı bilmeden eserlerine baktığınızda kimin yaptığını bilemeyebilirsiniz. Godard, bu filminde pop art renkler de kullanmış. Filmin içinde dolaştığınızda koyu ve canlı renkler gözlerinizde patlıyor. Hatta insanlarla röportajlar da yansıyor filmde. Marianne ve Ferdinand, o insanlara hikâyeler de anlatıyorlar. Acaba Marianne Ferdinand’a neden “Pierrot” diyordu? Pierre Loutrel’le ilgisi var mıydı? Loutrel (1916-1946), gangster lideri bir halk düşmanı. Ferdinand’ı onunla bir tutuyor sanki. Hatta Loutrel’e dönüştürüyor.

Yol kenarında kaza yapmış arabanın yanına kendi arabalarını bırakıyor kahramanlarımız kaza süsü vermek için. Kaza yapmış arabadakiler ölmüş. Araba yanarken, onlar tarlalara yöneliyorlar. Nehirleri, ormanları aşıyorlar. Ferdinand, 1908-1939 arasında Fransa’da yayımlanmış çizgi roman dergisi L’Epatant’ı okuyor zaman zaman. Benzincide üstü açık 61 model Ford Galaxie Sunliner’ı gözlerine kestiriyorlar. Arabayı “yürütme” sahnesi eğlenceliydi. Güneye geliyorlar. Arabada konuşmaları da elenceli. Birden, “Aklı eğlencede” diyor Ferdinand. Marianne, “Kime diyorsun” diyor. Ferdinand da, “Seyirciye” diyor başın geriye, kameraya çevirerek. İkisinin konuşmaları çoğu yerde şiirsel geliyor kulağa. Ferdinand, “Beni bırakmayacak mısın?” diyor. Marianne, kameraya bakarak “Evet” diyor. Masada da bir tilki var. Kadınlar, kelimeleri gerçek anlamıyla mı kullanıyorlardı? Marianne ve Ferdinand, gerçek kelimelerle diyalog kurmaya çabalarken yanlarında da papağan vardı. İkisi de zaman zaman kameraya (seyirciye) düşüncelerini anlatıyorlar. Bu filmde yabancılaşma baştan sona yaşanıyor. Turistlere, Amerikalıların Vietnam’ı işgalini “görsel” olarak anlattıkları sahne de unutulmaz. Ormanda oyun oynarken, “Ma Ligne de Chance” şarkısını düet yapıyor kahramanlarımız. Kötü adamlar, onların peşindeler ve Peugeot’daki parayı istiyorlar. Cücenin olduğu dairenin banyo küvetinde Ferdinand’a işkence bile yapıyorlar. Ama Marianne kayıp. Ferdinand umutsuzca onu arıyor. Sinema salonunda Vietnam Savaşı haberlerini izliyor. Haberlerin içinde oyuncu Jean Seberg, elinde kamerayla görünüyor. Marianne birden ortaya çıkıyor ve Ferdinand’ın hayatı yine altüst oluyor. Sonra, üstü açık lacivert 64 model Renault Caravelle 1100 Cabriolet’yle kıyıya gelen kahramanlarımız oradan tekneyle adaya gidiyorlar. Arada “cinéma” yazısı okunuyor. Seyirciye sinemada olduğunu unutmaması hatırlatılıyor sanki. Ferdinand ve Marianne, bulundukları ortamı yazarlarla anlatıyorlar iç sesleriyle seyirciye: Ferdinand: “Joseph Conrad romanlarındaki gibi, ortada küçük bir liman var.” Marianne “Robert Louis Stevenson’ın eserlerindeki gibi bir yelkenli.” Ferdinand: “Eski bir genelevi, Faulkner romanlarındaki gibi.” Marianne: “Zengin olan bir kahya. Jack London eserlerindeki gibi…” Ferdinand, karmaşık bir suçun içinde kalıyor Marianne’in sürüklemesiyle. Fred (Dirk Sanders), Marianne’in gerçekten abisi miydi? Adada trajediler yaşanıyor peş peşe. Sonra da Ferdinand, pop art sanat resim gibi yüzünü yağlı boyayla maviye boyuyor ve ardından dinamitleri başına sarıyor. Film bittiğinde, kadınların tahmin edilemez olduğunu da düşüneceksiniz belki.

(25 Aralık 2012)

Ali Erden

ailerden@hotmail.com