Oyuncu (luk) ya da Mutluluk

Sinemada oyunculuk… Bazı filmleri oyuncuları ile hatırlarız, halen kimi kişiler filmleri oyuncularına mal ederler, filmin değerlendirme kıstası olarak oyuncuyu alırlar, oyunculuk ön plânda tutulur (du). Oyuncu; yönetmenin filmini görüntü düzeyinde üretirken kullandığı -yüzü ile, vücudu ile, duruşu ile, yürüyüşü ile, konuşması ve susuşu ile… kullandığı,- filmin bir unsuru. Görüntü düzeyinde kullandığı dememin nedeni, oyuncunun yönetmenin istediği görüntüyü vermesi anlamında kullandım. Doğal olarak her yönetmenin oyuncuyu kullanma biçimi farklıdır, asıl olan oyuncudan -sıkı kontrol et veya esnek bırak- istenilen sonucun alınmasıdır. Peki olaya oyuncu yönünden bakarsak; kimi oyuncular vardır, kendisinden beklenen yalnızca kendisini göstermesidir, kimi oynadığı veya ne oynadığının hiçbir önemi yoktur, hangi kılıkta olursa olsun -bazı oyuncular bunu da hayli kısıtlı tutarlar- oyuncunun görünmesi, kamera karşısında boy göstermesi ve belli hareketleri yapması (yoksa belli pozları vermesi mi demeliyim) yeterlidir, seyredilmesi için. İşte Hollywood’un dünyaya pazarladığı star sisteminin nedeni ve sonucu budur. Oyuncunun kendisine bırakılmış hiçbir hareket alanı yok mudur? Bu yönetmene göre değiştiği gibi oyuncuya göre de değişebilir. Yönetmen oyuncudan alacağı rol konusunda anlaşıyorsa -ve oyuncusuna güveniyorsa- bu alanı esnek tutar, oyuncu disiplini gerektiriyorsa, onun çekim çalışması da farklı olacaktır hâttâ birazı da kurgu masasına bırakılacaktır.

Oyuncular yıllarca seyircileri sinemalara doldurdular ve seyirciler bildikleri, kahraman veya mabude olarak kabûl ettikleri starlarını hep belleklerindeki gibi görmek istediler, ama hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, sinemanın bu “yıldız sistemi” -bizde ve dünyada- artık eski saltanatlı günlerini çoook gerilerde bıraktı. Yıldız sisteminin geçerli olduğu günlerde de, baş rollerde oynamasına rağmen yıldız olamayan bir çok oyuncu vardı. Ayrıca star olmak demek iyi oyuncu olmak demek anlamına da gelmiyordu hiçbir zaman. Seyircinin sevdiği oyuncuyu hep bildiği gibi görmek arzusu oyuncuları görünüm bakımından sınırladığı gibi, oyun bakımından da sınırlıyor, senaryolar ona göre yazılıyordu, bu da konuların benzerliğini getiriyordu, hâlâ oyuncusunu aynı gözle görmek isteyen seyircilerin var olduğu gözlemek mümkün. Fakat bir kısım oyuncu, rolün gereğini yapmanın yanında değişik bir kişi olmayı da kabûl etmeyi benimsiyor, hâttâ bunu oyun olarak da taşıyarak, oyunculuğu ile yönetmenlere diledikleri rolü verirken, oyuncunun yönetmenin tasarımının bir unsuru olduğunu, bunu kendi becerileri (katkıları ile de) zenginleştirebileceğini elaleme gösteriyor.

Sinema da oyunculuk, içerik bakımından da bütünün unsuru olmak bakımından da tiyatrodan farklıdır. Doğrudan seyirci önünde olan tiyatro oyuncusu, gelecek gösteride yeniden yapacağı oyunu, son oynadığındaki gibi -aynen yapmanın olanakları içinde- aynen yapmak durumundadır. Sinema oyuncusu kamera önünde oynar ama aralarındaki mesafe farklılıklar gösterir, oynayış sırası karışıklık gösterebilir ve oynadıklarının kurguda elden geçmesi gerekir. (Bir de -sinemamızın yıllarca başlıca problemi olmuş olan- sözlerini başkası değerlendirir. -seslendirir-)

İmdi, sözü Mutluluk filmine getirmeden önce oyuncu Talât Bulut’dan bahsetmek istiyorum. Talât Bulut’un oynadığı,


Fidan (Erdoğan Tokatlı – 1984 – “Travolta Engin”),


Herşeye Rağmen (Orhan Oğuz – 1987 – “Kilise şoförü Hasan”),


Abuzer Kadayıf (Tunç Başaran – 1999 – “Abdo”) ve


Mutluluk (Abdullah Oğuz – 2006 – “Prof. İrfan”) kişiliklerinin “görüntülerini”


yan yana koyun, hepsi Talât Bulut, ama hiç biri Talât Bulut değil. Bu geçen zamanın -1984’den 2006’ya- oluşturduğu veya makyajla yapılmış değişmenin ötesinde bir şeydir, yönetmenin elinde filmin bir unsuru olan oyuncunun, canlandırdığı karakteri görüntünün ötesinde “kişi” yapmasıdır. (Mutluluk üzerine yazacağımız bir değini nedeni ile, bu filmdeki oyunu nedeni ile Talât Bulut’un adını andık, yoksa daha pek çok oyuncumuz (kadın / erkek ) perdelerin yüz akı olarak görüntüleri (oyunları) ile bizlere (özelde bana) keyifli anlar yaşatıyorlar.)

Mutluluk, bir edebiyat “roman” uyarlaması, Zülfü Livaneli’nin aynı isimli romanının uyarlaması. Sinemamızda pek çok roman uyarlaması vardır ve bu uyarlamaların serüveni oldukça ilginç örnekler oluşturur. Popüler olmuş yazar veya romanlardan yapılan uyarlamalarda, olay örgüsüne bağlı kalındığı gibi, buna uyulmadığı yalnızca “romanın” isminin perdeye yansıtıldığı da görülebilir. Romanın (edebiyatın) yapısı ile filmin (sinemanın) yapısının farklılığından kaynaklanan değişimler ayrık tutulursa, bu uyarlamalarda roman örgüsünün daraltıldığı (kısaltıldığı) çok görülen bir uygulamadır. Tamamen tersi de olur, özellikle öykülerden yapılan uyarlamalarda, özelliği gereği bir filmi doldurmayan öykülere eklemeler yapılabilir. Bunları herhangi bir eleştiri için söylemiyorum; öncelikle tekrar edelim, romanın yapısı (yazınsal) ile filmin yapısı (görsel) tamamen farklıdır, yapı farklılığının gerektirdiği değişiklikler uyarlamanın yapısı gereği kaçınılmazdır. Bu değişlikler romandaki yazarın “kişiselliğini” aradan çıkarabilir ama yerine yönetmenin “kişiselliğini” koymalıdır, çünkü yapılan film, bir başka sanat dalının, sinemanın yapıtıdır.

Romana sıkı sıkıya bağlı kalınarak yapılan bir uyarlamada doyurucu sonuç alınmaması olasıdır. Edebiyat tarihimizin önemli yapıtlarından Kuyucaklı Yusuf (Sabahattin Ali) Feyzi Tuna tarafından filme çekilir ama, sinemamız aynı değerde bir film kazanamaz. Sinema tarafı eksik kalır (Anımsayalım bu filmde de Talât Bulut oynuyordu.)

Yapılan roman uyarlamalarında, değişiklik yapılsın veya yapılmasın bir film ortaya konulmuştur ve doğrusu ve yanlışı ile bir uyarlama değil bir filmdir, yani romanın izini filmde süremezsiniz -olay örgüsü anlamında değil, roman atmosferi anlamında.- Bu benim kişisel izlenimim, yapılan tüm uyarlamaları görmem zaten mümkün değil ama romanını da okuyup filmini gördüklerim var; romanları (öyküleri) roman, filmleri de film, ama bana, ikisi arasında bir atmosfer aynılığı, daha doğrusu filmde roman izi hissettirmediler. Bu gerek mi? Aslında bu konuda önceden bir düşüncem olmamıştı ama Abdullah Oğuz’un Mutlulukunu seyrettiğim zaman, maalesef henüz okuyamadığım Zülfü Livaneli’nin romanının izini duyumsadım. Filmden sonra ayaküstü romanı karıştırdım, yapısal olarak daha kapsamlı görülüyor, belli ki kısalma yapılmış, ama bu hiçbir sorun içermez. Mutlulukun bir roman uyarlaması olduğunu bilme duygusu etkili olmadı bu hislenmede, bir hafta önce bir başka roman uyarlaması Sis ve Gece’de (Ahmet Ümit / Turgut Yasalar) aynı hissi duymadım. Eksik veya yanlış bir filmi mi idi, hiçbir zaman. İyi sinema idi, belki romanı (veya bir kısmını) içinde eritmişti, ondan bu hisse kapılmadım.

Romanlar yapıları gereği, sinemalaştırılamayacak açılımlar içerirler, doğal olarak böyle açılımlar Mutlulukda (Livaneli) da var. Romanda anlatılamayacak görsel açılımlar da Oğuz’un Mutlulukunda var. Bu kendine has yazınsal ve görsel ayrılıkları kendi alanlarına bırakırsak, filmi (Mutluluk) bir roman okur gibi izlemek, ama sinema olarak görmek duygusunu ilk kez bu filmde duyumsadım. Bir dış sesin filmi anlatması yoktu, ama film kendini görsel olarak anlatıyordu. Bu duyguyu başka filmde yaşar mıyım bilemiyorum ama Mutluluk’un (Oğuz) bir romandan hareket eden, bunu (bana) hissettirerek sinema olabilen anlatısı yapısı ile iyi film olmanın ötesinde bir artıyı da fazladan aldığını belirtmek isterim.

(26 Mart 2007)

Orhan Ünser