Soysuzlar Çetesi, Cannes Film Festivali’nde Erkek Oyuncu Ödülünü Kazandı

Quentin Tarantino’nun yönettiği, Alman – Amerikan ortak yapımı Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds) filminin oyuncusu Christoph Waltz, 62. Cannes Film Festivali’nde Erkek Oyuncu Ödülü’ne lâyık bulundu. Cannes Film Festivali büyük ödülü Altın Palmiye’ye de aday gösterilen Soysuzlar Çetesi (Inglourious Basterds), 21 Ağustos’ta UIP Filmcilik tarafından Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanıyor. Filmin diğer oyuncuları arasında Brad Pitt, Diane Kruger, Melanie Laurent ve Eli Roth var.

  • Film hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğrafa haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Soysuzlar Çetesi, Cannes Film Festivali’nde Erkek Oyuncu Ödülünü Kazandı yazısına devam et
  • Ansızın Bir Kısa Filmle Karşılaşmaya Hazır mısınız? “Art By Chance” Şehre Geliyor

    Art By Chance Ultra Short Film Festival sinemayı sokak sanatına dönüştürüyor. 14 ülke ve 64 şehirde yayınlanan ve yepyeni bir Ultra Kısa Film Festivali olan Art By Chance 22 Mayıs – 03 Haziran 2009 tarihleri arasında gösterimlerini sürdürüyor. Bu festival için bilet almanıza veya sinemaya gitmenize gerek yok! Filmler metrolarda, otobüslerde, havaalanlarında, alışveriş merkezlerinde, trenlerde, spor salonlarında, sanat galerilerinde, müzelerde, cafelerde ve barlarda bir anda hayatınıza giriyor. Dünyanın dört bir yanından gelen ve “yolculuk” temalı yaratıcı kısa filmler sizi ansızın metroda, havaalanında, alışveriş yaparken veya sadece gezinirken yakalıyor.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü afişe haberin devamından üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Ansızın Bir Kısa Filmle Karşılaşmaya Hazır mısınız? “Art By Chance” Şehre Geliyor yazısına devam et
  • Altın Koza’da İran Sinemasına Özel Bölüm

    Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Altın Koza Film Festivali’nin Gösterim Bölümü kapsamında yer alan başlıklardan biri de İran Sineması.
    Bir hafta boyunca 9 sinema salonunda yaklaşık 190 filmin izleyicilerle buluşacağı festival, son yıllarda uluslararası festivallerde kazandıkları başarılarla dikkat çeken İran yeni dalga sinemacılarının önemli filmlerini sinemasevere sunacak. Gösterilecek filmler arasında Majid Majidi’nin Cennetin Çocukları (Bacheha: Ye Aseman) adlı filmi de var.

  • Basın Bülteni
  • Festival hakkında geniş bilgi için tıklayınız.
  • Yüksek çözünürlüklü fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Altın Koza’da İran Sinemasına Özel Bölüm yazısına devam et
  • Son Hava Bükücü

    M. Night Shyamalan’ın yönettiği ve Noah Ringer, Nicola Peltz, Jackson Rathborne ile Dev Patel’in oynadığı Son Hava Bükücü (The Last Airbender), 23 Temmuz 2010′da UIP Filmcilik dağıtımıyla UIP Filmcilik tarafından vizyona çıkarıldı.
    Film, insan medeniyetlerinin dört ulusa bölündüğü bir yerde geçiyor: Su, Toprak, Hava ve Ateş. Ateş Ulusu, zalim bir savaş başlatmıştır. Filmin kahramanı “Son Hava Bükücü”, kehanete göre, dört elementi de kontrol edebilecek güce sahip tek Avatar olan Aang’dır. Aang, savaşın yıkıma uğrattığı dünyalarında düzeni tekrar sağlamak için, Su Bükücü Katara ve erkek kardeşi Sokka’dan yardım alır.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • sadibey.com yazarlarının eleştirilerine ve diğer haberlere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Son Hava Bükücü yazısına devam et
  • Vinyan

    Fabrice Du Welz’in yönettiği ve Rufus Sewell, Emmanuelle Beart, Julie Dreyfus ile Petch Osathanugrah’ın oynadığı Vinyan, önümüzdeki aylarda Erman Film tarafından vizyona çıkarılıyor.
    Tayland’daki tsunamide kaybolan çocukları Joshua’yı arayan genç çift Paul ve Jeanne, Tayland’ın tehlikeli ormanlarında hiç bilinmeyen gerçek korkularla yüzleşmek zorunda kalırlar.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflar
  • Web Sitesi
  • Fragman
  • IMDb
  • Aşk Uğruna

    Jenerikle filmin o ilk karesi arasındaki bir anlık karanlıkta, hele ki çoğu zaman yaptığım gibi konuyu hiç bilmeden oturmuşsam sinema koltuğuna, filmin adından doğan bir beklenti oluşuverir aklımda. O kısacık zamanda, ben ne kadar düşünceleri kovalamaya çalışsam da, bir öykü, karakterlere dair ipuçları uydurmaya çalışır zihnim. ‘Aşk Uğruna’da da böyle oldu ama bu kez, o karanlıkta bir de hayalgücüme eşlik eden sesler vardı: sık, iniltiyle karışık nefes sesleri. E, konu da aşk olunca, hemen ateşli bir sevişme sahnesi canlanıverdi hafızamda. Ve görüntü açılınca, beklentim eşekten düşmüşe döndüğü gibi, filmle ilgili düşüncelerim de değişiverdi. Neler olduğuna dair pek sır vermese de, bir arabanın direksiyonundaki orasına burasına kan bulaşmış kahramanımız duruyordu karşımda. O iniltili sık nefes sesleri de arka koltukta henüz görme şerefine erişmediğimiz birine aitti. O an seveceğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım ve koltuğuma yaslandım. Sonraki sahnenin ateşli bir sevişme sahnesi olması gülümsetti beni ve yönetmenin tarzından hoşlanacağıma karar verdim.

    Güzel bir sabah… Anne işe gitmek için hazırlanmakta. Baba ise mama sandalyesindeki sevimli oğluna kahvaltı yaptırmakta. Mutlu bir aile tablosu yani. Çok değil birkaç dakika sonra, kapı çalar ve bu tabloyu bir kâbusa dönüştüren polisler dalar içeri. Kadın patronunu öldürmekle suçlanmaktadır. İlerleyen sahnelerde öğreniriz ki, kadın masumdur. Tek suçu yanlış zamanda yanlış yerde olmasıdır aslında. Bir yandan kocasının onun suçsuzluğunu kanıtlamak için çırpınışını izlerken, bir yandan da nasıl pamuk ipliğine bağlı yaşamlar sürdürdüğümüzü düşünmeye başladım. Hayatın kurulu bir saat gibi tıkır tıkır işlerken, dışarıdan bir elin saati nasıl da kolay bir şekilde bozabileceği düştü aklıma. Rahatsızca kıpırdandım koltuğumda. İşin daha da sinir bozucu tarafı, belki o elin sahibi saate değdiğini bile bilmeden yapacaktı bunu! Bir yaşamı, hatta ona bağlı birkaç yaşamı nasıl yerle bir ettiğininin farkında bile olmadan! Bir gün arabanı almak için bir otoparka girersin, yanından koşarak geçen bir kadın sana çarpar, arkasından anlamsızca bakarsın. Sonra arabana doğru birkaç adım atarsın. Yerde, arabanın az ötesinde, bir yangın söndürücü durmaktadır. Orada ne aradığına anlam veremez, etrafına bakınırsın. Sonra da tüpü yerden alıp, duvar kenarında bir yere bırakır, arabana binip evine doğru yola koyulursun. O an için tuhaf bulsan da, bir daha hiç hatırlamayacağın hatta daha eve varmadan aklından uçup gidecek sıradan bir olaydır bu. Bilmezsin ki, otoparkta sana çarpan kadının omzuna değen eli, yaşam saatini bozan eldir! O elin parmakları kanlı bir iz bırakır pardösünün omuz kısmına. Ve o elin bir başkasını öldürmek için tuttuğu yangın söndürme tüpüne sen de dokunmuşsundur az önce. Yanlış yer, yanlış zaman. Saat bozulur…

    Yönetmen Fred Cavayé ve senarist Guillaume Lemans, öyküyü önce ayrı ayrı çalışmayı tercih etmiş. Sonrasında fikirlerini çarpıştırdıklarında da ortaya oldukça dinamik bir senaryo çıkmış. Filmin Hollywood tarzı aksiyonlara benzememesine özen göstermiş ikili. Bu yüzden de kahramanın amatörlüğünü korumak istemişler. Julien, sıradan bir tip, sahte pasaport nereden bulunur onu bile bilmiyor. Büyük hatalar yapmamak için polislikle vs. ilgili konularda araştırmalar yapsalar da, Cavayé ve Lemans kahramanın herhangi biri yani ‘bay herkes’ kimliğini yaratırken kendi hayatlarından yola çıkmışlar. ‘Ben olsam bu durumda ne yapardım?’ sorusunu sormuşlar kendilerine. Yönetmen, gangster olarak bildiği tek kişilerin metro istasyonundaki kaçak sigara satıcıları olduğunu fark etmiş meselâ Julien’i canlandıran Vincent Lindon’un da epey katkısı olmuş karakteri yaratmada. Sonuçta adalete karşı değil de, kaderciliğe karşı savaşan bir Julien karakteri çıkmış ortaya.Yönetmen, Liza rolü içinse, karakterin çöküşündeki kontrastı daha güçlü kılmak adına ışıltılı birini aramış. Diane Kruger role öyle oturmuş ki, bazı sahnelerde ekibin gözyaşlarına boğulmasına neden olmuş. Hatta kendini öyküye öyle ait hissetmiş ki, senaryoda olmadığı halde, Lisa’nın 20 yıl boyunca hapiste kalacağını telefonda öğrenmesi fikri de ona aitmiş. Küçük oyuncu Oscar’a, yani Lancelot Roch’a gelince… Fred Cavayé, onu 150 aday arasından, Diane Kruger’a benzerliği dolayısıyla, hatta gözlerinde aynı ışığı taşıdığını düşündüğü için seçmiş.

    Yönetmen, oyuncuların karakterlerdeki dönüşümü daha iyi yansıtabilmeleri için, filmi kronolojik sıralamaya göre çekme kararı almış. Öykünün çoğu içeride geçiyor. Hapishanedeki Lisa’nın yavaş yavaş ışıltısını yitirip tanınmaz hale gelmesi, evlerindeki eşyaların teker teker yokolması gibi sahneler, filmi görsel açıdan da güçlü kılıyor. Çekimleri 11 hafta süren filmin büyük çoğunluğu Paris ve çevresinde geçse de, Cavayé ve ekibi, kameralarını, ‘Güney Amerika’yı yeniden yarattıkları Belçika ve İspanya’ya da taşımış. Yeniden yaratılan bir başka yer de hapishane koridorları. Diane Kruger’ın tutulduğu hapishanenin giriş koridorları için, Fransa Milli Kütüphanesi’nin koridorları kullanılmış. Hücre, konuşma odası gibi iç sahneler stüdyo ortamında yaratılmış. Dışarıdan duvarlarını gördüğümüz hapishane ise Meaux Hapishanesi.

    Cinayetlere, patlayan silâhlara rağmen ‘Aşk Uğruna’ bir aşk filmi aslında. Julien karısına öyle aşık ki, onun canından vazgeçecek kadar mutsuz oluşu, üzüntüden deliye çeviriyor kahramanımızı. Öyle ki ahlâk yolundan çıkıyor. Karanlık adamlara bulaşıyor, eli silâha değiyor. Yönetmen kötüyle iyi arasındaki sınırı karanlıkta bırakarak anlatımına kendi gerçekliğini katıyor. İnsan ister istemez kendini Julien’in yerine koyuyor. ‘Ben olsam ne yapardım?’ Sorun bakalım kendinize, birisi kurulu yaşam saatinizi bozsa ve bundan en çok sevdikleriniz zarar görse siz o saati yeniden çalıştırmak için herşeyi göze alır mıydınız?

    (01 Haziran 2009)

    Gülay Oktar Ural

    Atıf Yılmaz, Ölümünün Üçüncü Yılında Anıldı

    Mersin’de doğan en ünlü isimlerden biri olan, kadın dünyasında yarattığı derinliği Türk Sinemasının bir dönemine kazıyan usta yönetmen Atıf Yılmaz, ölümünün üçüncü yılında bir dizi etkinlikle anıldı. Mersin’in büyük alışveriş merkezi Forum Mersin AVM’nin öncülüğünde ve Atıf Yılmaz Meydanı’nda gerçekleştirien etkinlik üç bölümden oluştu. İkincisi gerçekleştirilen etkinlik, Burcak Evren, Hacer Aslan ve Deniz Türkali’nin konuştuğu panel; Cahit Berkay’ın film müzikleri performansı ve fotoğraf sergisinden oluştu. (Haber ve Fotoğraflar: Serkan Murat Kırıkcı.)

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Atıf Yılmaz, Ölümünün Üçüncü Yılında Anıldı yazısına devam et
  • Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Belgesel Ödülü Adayları Documentarist’te

    Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), yılın belgesel film ödülü adaylarının ilk bölümünü açıkladı. SİYAD Belgesel Kurulu, 2009’un ilk yarısında ülkemizdeki film festivallerine katılan belgesel filmler içinden 15 belgesel filmi belirledi. Çoğunluğu sadece bir kez seyirci önüne çıkmış olan söz konusu belgesel filmler, 02 – 07 Haziran 2009 tarihleri arasında yapılacak olan Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri kapsamında seyirciyle buluşacak. 2009 SİYAD En İyi Belgesel Ödülü adayları arasında, Kutluğ Ataman’ın Aya Seyahat, Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın İki Dil Bir Bavul, Çayan Demirel’in 5 No.lu Cezaevi, Kazım Öz’ün Son Mevsim: Şavaklar adlı filmleri de yer alıyor.

    Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) Belgesel Ödülü Adayları Documentarist’te yazısına devam et

    Can Çekişen Salonlara Soluk Aldırabilecek Bir Çözüm: Türkçe Dublaj

    Gösterimdeki yeni filmleri sinemada izleme alışkanlığını henüz yitirmemiş olan tutkulu sinemaseverler, son zamanlarda salonların içine düştükleri “İkinci Fetret Devri”nin de farkındalar hiç kuşkusuz…

    Başta İstanbul olmak üzere, irili ufaklı bütün kentlerdeki sinema salonları, tıpkı 1990’lı yıllarında ortalarında olduğu gibi yine büyük bir çöküş tehdidi altındalar… Nitekim, bu kötü gidişin acı meyveleri daha şimdiden alınmaya başlandı ve zincir salonlar işleten iki önemli kuruluş, AFM ile Umut-Sanat, geçtiğimiz Nisan ayının sonlarında gerek İstanbul-Teşvikiye, gerekse Karabük-Safranbolu’daki bazı salonlarının kapısına seyirci ilgisizliğinden dolayı kilit vurmak zorunda kaldı. Çok salonlu gösterim merkezlerinin yüksek işletme giderleriyle baş edebilmek için -en azından bazı salonlarını devreden çıkartarak- küçülme yoluna gitmesi, kitlelerin sinema alışkanlığından iyice koptukları yaz aylarında da yeni kapanışlarla süreceğe benziyor.

    Bir yıldır sürüp giden ekonomik krizin, söz konusu talep daralmasında çok önemli bir payı var elbette… İnsanların aldıkları günlük ekmeğin hesabını bile titizlikle yaptıkları bunaltıcı bir süreçten geçiyoruz ve aileler ev bütçelerinde güç belâ denge kurma çabası içindeyken, tâlî bir kültürel ihtiyaç konumundaki “sinema gezisi”ne de doğal olarak öyle pek kolay sıra gelmiyor.

    Öte yandan, salonlarda yaşanan bu ıssızlık, Türk sinemasının son dönem örnekleri söz konusu olduğunda çok daha iç karartıcı bir manzaraya dönüşmekte… Star gazetesinden değerli meslektaşım İhsan Kabil de 9 Mayıs 2009 Cumartesi günü, “Bir filmi seyredememek üzerine” başlıklı köşe yazısında aynı konuya değinmekteydi. Kabil, yakın zamanda gösterime giren iki Türk filmi, “Benim ve Roz’un Sonbaharı” ile (çekim mekânı, öyküsü ve oyuncularıyla “yarı yarıya Türk filmi” sayılabilecek olan) “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nı seyretmek üzere üst üste bir kaç kez farklı sinema salonlarına gittiğini, ancak yetkililerin “kendisinden başka seyirci olmaması” gerekçesiyle her seferinde gösterimleri iptâl ettiğini anlatıyordu o makalesinde…

    Aynı sevimsiz durumu son aylarda sinema gişeleri önünde ben de sıklıkla yaşamaktayım. Ki bunlardan “Başka Semtin Çocukları”nda, seansı iptal eden salonun yöneticileriyle çata çat kavga etmişliğim de söz konusudur. Fakat, sonradan serinkanlı bir biçimde düşündüğümde, doğrusu ya adamlara hak vermek zorunda kaldım. Çünkü, benden 10 lira bilet bedeli tahsil edecek olan bu işletme, gösterimi gerçekleştirdiği film makinesinde ise ortalama 3 bin lira değerinde ve fiyatına göre de gayet kısa ömürlü bir projeksiyon lambası kullanıyordu. Böyle bir durumda ticarî açıdan kendinizi nasıl döndürebilirsiniz ki?

    Sinema salonlarımızı, 1975’lerde periyodik televizyon yayınlarının başlaması ve 1980’lerde yaşanan video kaset furyasının ardından, bugünlerde tarihinin üçüncü büyük seyirci krizine sürükleyen asıl sebep, “korsan film izleme alışkanlığı”nın 7’den 70’e bütün toplumsal katmanları âdeta uyuşturucu müptelâlığı gibi kuşatıp esir etmesi… Son bir kaç yıldır, özellikle de genç kuşakta öylesine acayip bir tüketim mantığı gelişti ki sinema ve müzik başta olmak üzere, muhtelif fikir ve sanat eserlerini bedeli karşılığında satın alarak tüketmek düpedüz “ahmaklık” olarak algılanır hâle geldi. İlk aşamada ulusal müzik endüstrimizi çökerten bu hastalıklı yaklaşım şimdi de sinema işletmecilerinin gırtlağını sıkıyor.

    Sanat üreticileriyle tüketicileri arasındaki ticarî ilişkide kaçak güreşenler, yani “korsan ürünle beslenen” bir kitle her zaman varolacaktır. Nitekim, bu tür bir asalaklar grubuna, ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın her yerinde rastlayabilirsiniz. Ancak, görece daha yüksek bir ekonomik refahın yanısıra belli bir tüketim bilinci ve toplumsal ahlâk düzlemine erişmiş olan ülkelerde ise -tıpkı önlerinde duran cenazenin namazını bütün mahalle adına kıldıran ve diğerlerini de bu yükümlülükten kurtaran ilkeli bir cemaat gibi- “Rapidshare”ci korsan meraklılarının yol açtıkları ticarî açığı “La Havle” çekerek sabırla kapatan, sorumluluk duygusuna sahip bir kitle de mutlaka bulunuyor. Bizdeki temel sorun ise bu ahlâkî dengeyi sağlayacak toplumsal grubun artık neredeyse tamamen ortadan kalkması… Günümüzde, en katıksız entelinden en kara cahiline kadar hemen herkes için “korsan ürün tüketmek” gayet sıradan ve olağan bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. “Çevrenizde en son ne zaman yasal müzik CD’si ya da film DVD’si satın almış birini gördünüz?” diye sorsam, böyle bir sorunun cevabı ülkemizdeki genel manzaraya da yeterince ışık tutacaktır.

    İşte, sinema salonu işletmeciliğinin yeniden can çekişmeye başladığı böylesi bir kritik dönemeçte, bazı ithalâtçı kuruluşlar tarafından sessiz sedasız devreye sokulan “yabancı filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu büyük derdi kökünden çözemese bile yaraya belli ölçüde devâ olmaya adaydır.

    Gerçi, “Türkçe dublaj” öyle çok da yabancısı olduğumuz bir uygulama değil; 2000’ler boyunca ardı ardına pek çok animasyon çocuk ve gençlik filmi (küçük izleyicilerin altyazıyla barışık olmadıkları dikkate alınarak) dünya çapında bir dublaj kalitesiyle gösterime sunulmaktaydı zaten…

    Ancak, Warner Bros. şirketi, sektörün artık iyice oturmuş durumdaki işletmecilik geleneklerinde sürpriz bir değişikliğe giderek, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir “erişkin filmi”ni Türkçe dublajla gösterime sundu. Yönetmen Ron Howard’ın, sinema salonunda Türkçe seslendirilmiş olarak seyrettiğim son yapıtı “Melekler ve Şeytanlar”, (*) sahip olduğu yüksek dublaj kalitesiyle müthiş bir keyif verirken, önemli filmleri ana dilimde seyretmeyi ne kadar özlediğimi fark etmeme de vesile olacaktı. Hele de meslekî yetkinliğine öteden beri hayran olduğum seslendirme sanatçısı dostum Sungun Babacan’ın, sektördeki herkes tarafından çok iyi bilinen o müthiş Tom Hanks performansına geniş perdede yeniden tanık olmak apayrı bir heyecan kaynağıydı benim için. Türkiye’de gösterime giren herhangi bir Hanks filminde, eğer ki bu ünlü aktörü Babacan (**) seslendirmemişse, söz konusu yapıt dublaj kalitesini yarı yarıya kaybetmiş demektir. Nitekim, vaktiyle bir stüdyo sahibinden, Hanks’in kendisinin dahi onu seslendirecek yabancı sanatçıların test kayıtlarını dinlerken, Türkçe dublajlar için onu tercih ettiğini duymuşluğum vardır.

    “Serüven”den “komedi”ye kadar hemen her türden yabancı filmin, iyi ya da kötü bir kalitede, fakat mutlaka Türkçe dublajlı gösterime girdiği 70’li ve 80’li yıllara ilişkin sinemasal hatıralarımın yeniden gözümün önünde canlanmasına yol açan bu uygulamayı -mevcut ekonomik koşulların yarattığı pazar daralmasını da göz önüne alarak- içtenlikle destekliyorum.

    1980’li yıllarda, o dönemde sinema salonları üzerinde bir başka tehdit kaynağına dönüşen video kaset piyasası ve bu piyasanın sallapati çalışma yöntemleri nedeniyle, Türkiye’de seslendirme kalitesi fena hâlde düşmüştü. Öyle ki kahramanlarının adlarının bile üstünkörü çeviriler nedeniyle yanlış telâffuz edildiği aşırı döküntü dublajlar izler olmuştuk. Aradan geçen yıllarda ise “Harry Potter” tarzı iddialı filmlere -büyük ölçüde yabancı muhatapların baskısıyla- gösterilen ihtimam, kilo hesabı iş yapılan bu sektörde kaliteyi aşama aşama yeniden yükseltti. “Melekler ve Şeytanlar”da gözlemlediğim dublaj başarısı gösterime giren filmlerin büyük bir bölümünde aynen tutturulabilirse, pek çok filmin altyazılı olarak sunulmasına da gerek kalmayacak demektir. Bu da “Yazıları takip etmekte zorlanıyorum, gözlerim yoruluyor” gibi gerekçelerle sinemadan uzak duran, ağırlıklı olarak yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve kulağı yabancı dillere âşina olmayanlardan müteşekkil müşkülpesent bir seyirci kitlesinin yeniden kazanılmasına yardımcı olacaktır. Üstelik, işin ta en başında yapılacak olan böylesine titiz bir seslendirme çalışması, aynı filmin bir kaç ay sonra piyasaya sürülecek DVD versiyonu ve televizyon kanallarına satılacak kayıtlarında da aynı alandaki ihtiyacı -tekrar tekrar ekstra harcamalara girilmeksizin- en iyi biçimde karşılayabilir.

    Velhasıl, Warner Bros’un başlattığı “erişkin kategorisindeki filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu açıdan son derece isabetli ve yararlı gözüküyor. Diğer ithalâtçı şirketlerin de hiç zaman yitirmeksizin, fakat “özenli çeviri”, “karakterlere uygun ses seçimi” ve “5.1 Dolby Digital ses kayıt” gibi temel kalite kriterlerinden ödün vermeden aynı uygulamaya yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından, eli yüzü düzgün gişe filmlerinde…

    Öte yandan, filmleri orijinal dilinde seyretmeyi tercih eden daha rafine bir sinemasever topluluğu için, tıpkı 20-30 yıl önce olduğu gibi, belli sinemalarda “altyazılı kopya” seçeneği yine muhafaza edilebilir.

    Sonuç olarak, sinema sektörü ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluğa şu ya da bu biçimde ayak uydurmak ve çeşitli “ayakta kalma formülleri” türetmek zorunda… Yoksa, 90’lı yılların ortalarında salon işletmeciliğinde yaşanan o büyük çöküş sürecine yeniden geri döneceğiz gibime geliyor.

    (*) Bir erişkin filminde yıllar sonra yeniden Türkçe dublajla karşılaşmanın keyfi: “Melekler ve Şeytanlar”

    (**) Türk dublaj sanatının büyük ustalarından, “iki ünlü Tom”un (Tom Hanks ve Tom Cruise) vazgeçilmez sesi: Sungun Babacan

    * * *

    Konuyla ilgili bazı haberler:

    Bir Filmi Seyredememek Üzerine

    AFM Sinemaları, Teşvikiye’deki 3 Salonunu Kapattı

    AFM Teşvikiye ve Safranbolu Atamerkez Eurimages Sinemaları Kapandı

    Başkent’in “Tarihi Sinemaları” Birer Birer Veda Ediyor

    60 Yıllık Dadaş Sineması Kapandı

    Yarım Asırlık Kılıçoğlu Sineması Kapandı

    Sinemanın Çöküşü: Toplumun Çılgınlığı

    (31 Mayıs 2009)

    Ali Murat Güven
    Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

    9. Diyarbakır Kültür Sanat Festivali Başladı

    Diyarbakır Kültür Sanat Festivali bünyesinde düzenlenen ve 22 Mayıs’ta başlayan film programları 04 Haziran’a kadar devam edecek. Bağımsız dünya sinemasından toplam 22 film, 60 seansta sinemaseverlerle buluşuyor.
    Festival bünyesinde 02 Haziran, 19:30’da Avrupa Sineması’nda Û Nêrgiz Bişkivîn filminin yönetmeni Hesen Husen Ali ile söyleşi yapılacak. 23 Mayıs’ta başlayan sinema atölyesinde ise Yeşim Ustaoğlu’nun filmleri izlenip tartışılıyor. 24 Mayıs Pazar günü 14:30’da Avrupa Sineması’nda yönetmenin Pandora’nın Kutusu adlı filmi gösterilecek.

  • Basın Bülteni
  • Web Sitesi
  • Gösterilecek filmler hakkında geniş bilgilere haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    9. Diyarbakır Kültür Sanat Festivali Başladı yazısına devam et
  • İki Dil Bir Bavul

    Orhan Eskiköy ile Özgür Doğan’ın yönettiği belgesel film İki Dil Bir Bavul, 23 Ekim 2009′da Tiglon Film dağıtımıyla Perişan Film – Bulut Film tarafından vizyona çıkarıldı.
    İki Dil Bir Bavul, üniversiteden yeni mezun olmuş ve uzak bir Kürt köyüne atanmış Türk öğretmenin bir yıl, onun okula yeni başlayan ve Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını anlatıyor. Bir eğitim yılı boyunca öğretmenin farklı bir topluluk ve kültür içindeki yalnızlığına, çocuklar ve köylülerle yaşadığı iletişim problemine, çocuklardaki gözle görülür değişime tanık oluyoruz. Bütün bu süreç boyunca öğretmen ve çocuklar birbirlerini iyice tanımaya başlıyorlar.

    İki Dil Bir Bavul yazısına devam et

    Ölüme Bakışınızı Değiştirecek Bir Film

    Yaşama hep güzel anlamlar yükleriz; iyilik, güzellik, aydınlık, başlangıç yaşamla anılır. Kötülük, çirkinlik, karanlık ve son hep ölümündür. Alabildiğine kaçınılmaz ve gerçek olmasına karşın ölümü hep dışlamış, görmezden gelmişizdir. Bu psikolojik olarak çok açıklanabilir bir durum. İnsan korktuğu şeyden uzak durur. Korkularıyla yüzleşmekse herkesin harcı değildir.

    Tıpkı filmimizin ana karakteri fotoğrafçı Finn gibi… Finn, her insan gibi (aynı zamanda her insana göre değiştiği gibi) yetişkin hayatının çocukluğuna hiç benzemediğinin farkına varıyor. Hatta zamanın akışının bile… Hepimiz için çocukluk sonsuzluk değil miydi? Her şey uzun ve dolu dolu geçmez miydi? Zaman daha yavaş akmaz mıydı? Sonra hepimiz büyüdük ve zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Yine zamanı suçladık. Zaman değişti, dedik… Aslında biz değişmiştik, yaşamımız, alışkanlıklarımız değişmişti.

    Yeniden filme dönelim; Finn’i en son kendini ve zamanı sorgularken bırakmıştık. Finn sonrasında maddi tarafı zengin ama manevi tarafı dibe vurmuş zenginliği ve artan kâbuslarıyla yaşamını bilmediği bir noktaya doğru sürüklemeyi sürdürüyor. Kapalı mekânlarda ünlülerin fotoğraflarını çeken, dışarı çıktığında kulaklığıyla ile yine bir çeşit kapalı mekâna geçen Finn, gerçek hayatla ciddi bir iletişimsizlik sorunu yaşamakta. Bu arada hepimizin kapalı mekânda fotoğraf çekmek gibi bir durumu olmasa da, kulaklık takıp müzik dinleyerek dış dünyadan sıyrılma kaygısı zaten çağımızın genel sorunu…

    Zihninin derinliklerine ittiği ölüm korkusu Finn’i bir gece arabasında yakalıyor. Yanlışlıkla ölümün fotoğrafını çeken Finn ile ölüm arasında o andan itibaren garip bir çekim başlıyor. Finn’in Düsseldorf’a geçişi ve Palermo’da hayatıyla yüzleşiyor. Ölümün peşine düştüğünü sanan Finn aslında kendisinin ölümün peşine düştüğünü görmesiyle acı bir şekilde sarsılıyor. Aslında bu hepimiz için geçerli. Ölüm bizim peşimizde değil, biz ölümün peşindeyiz.

    Palermo’da Yüzleşme ölümün fikrini soruyor, ölüme söz hakkı veriyor. Ölümü ince, nazik, düşünceli ve kırılgan bir adama benzetiyor. Ölüm insanlara hayatın kıymetini bilmeleri için varolduğunu hatırlatıyor. İnsanın kendi kendini ehlileştirebileceği ve kendi ölümünü bile kabûllenmesinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bu arada hâlâ zihnimde 40 yıl önceki Easy Rider filmindeki Dennis Hopper’ı silemediğim aktör Palermo Shooting’de devleşiyor…

    Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, sinema dersi sayılabilecek bir filme imza atmış, hatta bu filme nadide bir sanat eseri demek istiyorum, huzurlarınızda… Dıştan bakıldığında oldukça modern hayat tarzıyla yaşadığımız zamanın filmi olan ama sinemasal diliyle bize (adandığı üzere) Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni sineması tadını veren bir başyapıt. Sinema salonunda izleme zevkinden kendinizi mahrum etmeyin, pişman olmazsınız. 🙂

    (30 Mayıs 2009)

    Gizem Ertürk

    Şili’den Genç Bir Oyuncu: Manuela Martelli Santiago, Pera Müzesi’nde

    Şili’li oyuncu Manuela Martelli Santiago, en son rol aldığı politik Machuca filmini 28 Mayıs Perşembe günü saat 19:00’da Pera Müzesi’nde izleyicilere sunacak. 1983 Chile doğumlu oyuncu, Havana Film Festivali’nde B-Happy filmi ile En İyi Oyuncu Ödülü aldı. Machuca’da iki küçük çocuğun gözünden, 1973 yılında, Şili’de binlerce insanın öldüğü ve eskisinden daha büyük bir sefalete sürüklendiği darbenin hazırlık döneminde sokaktaki insanların yaşayışını ve umutlarını izliyoruz.

  • Basın Bülteni
  • Fotoğraflara haberin devamından üzerlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz.
    Şili’den Genç Bir Oyuncu: Manuela Martelli Santiago, Pera Müzesi’nde yazısına devam et
  • Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu