Kategori arşivi: Yazılar

İki Dil Ya da Bir Bavul

Alternatif ya da kolektif sinemanın önemli bir merhaleye geldiği Türkiye’de, genç ve gelecek vaad eden isimlerin başarılı yapımlara imza atması, toplumsal sinema adına büyük umutlar yaratıyor. Kürtler üzerindeki asimilasyonun ilkokul sıralarındaki tohum halinin mercek altına alındığı “İki Dil Bir Bavul” filmi, bu “insanlık suçu”nu tüm boyutlarıyla hafızalara kazıyor.

Geçtiğimiz yıl Altın Koza Film Festivali’nde ödül alan “Sonbahar” filminin yönetmeni Özcan Alper, “Hepimiz Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıktık” demişti. Evet, Güney’in paltosunun altından çıkanların sinemaya önemli bir bereket kazandırdığı ve önemli yapımlara imza attığı bir yılın ardından bu yıl da ‘paltoyu’ üzerinde tutanlara yenileri ekleniyor. Bunlardan ilki “İki Dil Bir Bavul” filminin yönetmenleri Orhan Eskiköy ve Murat Özgür Doğan oldu. Kurmaca mı, belgesel mi, yoksa uzun metraj sinema filmi mi olduğu tartışmaları devam ededursun, ‘İki Dil Bir Bavul’ Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı asimilasyonu beyazperdenin karşı konamaz gerçekçiliğiyle masaya yatırıyor. Bunu yaparken objektiflik çıtasını aynı noktada sürdüren yönetmenler, şapka çıkarılacak bir yapıma imza atıyor.

Genç bir öğretmenin deneyimleri anlatılıyor

Üniversiteyi bitirir bitirmez doğunun ücra bir köyüne öğretmen olarak atanan genç bir öğretmenin ilk öğretmenlik deneyimlerini ve Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının ilkokul sıralarında asimilasyon canavarının kollarında ilerleyişini çarpıcı şekilde işleyen film, kullandığı dilin yalınlığı, günlük yaşama hiçbir şekilde müdahale edilmeden çekilmesi ve politik kaygılardan uzak bir objektiflikle çekilmiş olması sayesinde son derece tutarlı bir yol tutturuyor.

‘Hakkari’de Bir Mevsim’ filmini hatırlatıyor

Oyuncu kadrosunun tamamı amatör olan film, öğretmen Emre Aydın’ın öyküsü itibariyle Ferit Edgü’nün onca ödül almış ‘O / Hakkari’de Bir Mevsim’ isimli harikulâde kitabını hatırlatıyor. Zira hiç bilmediği, elektrik ve suyu durmadan kesilen ve günlerce gelmeyen, kış koşullarının sabır taşını çatlattığı ve yalnızlık duygusunun çaresizliğe döndüğü bir uzak diyara atanan öğretmen Emre, hayata dair tüm ezberlerini unutmak zorunda kalır. Yalnız başına bu köyde çocuklara eğitim öğretim vermeyi, dahası Türkçe öğretmeyi müfredat gereği uygulamaya gelen Emre öğretmen, bir dil öğretirken bir diğer dili unutturmaya çalıştığının farkında değildir. Eğitim sistemindeki asimilasyon ruhunu eril bir zorunlulukla küçücük bedenlere giydirmeye çalışan genç öğretmen, bu idealist tutumu karşısında Zülküf ve Rojda’nın ironik tutumlarıyla karşılaşır. Görüntü ve ses konusunda son derece doğal bir yöntem izleyen Eskiköy ve Doğan ikilisi, ışık tuttukları bu Kürt köyündeki orijinal yaşamın renklerini olduğu gibi izleyicinin karşısına taşımalarıyla izleyiciye alışılmışın dışında hoş bir belgesel tadı yaşatıyor. Yönetmenler, öğretmen karakterini gerçekten öğretmenlik yapan Emre Aydın’a, öğrencilerin tamamını da yine Aydın’ın kendi öğrencilerinden seçmesi sayesinde ortaya sinema adına mutluluk veren başarılı bir yapım çıkarıyor. Küçük bütçeyle büyük yapımlara da imza atılabileceğini de kanıtlayan iki yönetmenin çekimler sırasında doğal ayrıntılara kamerayı eğmesi de filmin güncel tutarlı olmasını sağlıyor.

Her Kürt çocukluğunu buluyor

Filmi izleyen hemen her Kürdün kendi çocukluğunu bulduğu ve hepimizin aslında kültür ve dil asimilasyonuna nasıl bedeller ödediğimizi sinema büyüsüyle konuşturan filmde dikkat çeken önemli noktalardan biri ise ‘suyun akıp yatağını bulması’. Öyle ki öğretmen yeni bir dili öğretmek için ana dili unutturma mecburiyetiyle çırpınsa da, Zülküf, Rojda ve diğerleri okulun kapısından çıktıkları andan itibaren kendi Kürdî siluetlerine geri dönerler. Her karesinde büyük emekler verildiği okunan ‘İki Dil Bir Bavul’ Başbakan Erdoğan’ın Almanya gezisi sırasında söylediği ‘Asimilasyon insanlık suçudur’ gerçeğinin bu topraklarda hangi ölçeklerle uygulandığını da kanıtlıyor bir anlamda. Filmin Altın Koza Ulusal Uzun Metraj Yarışma Bölümü’ne alınmış olması da festivalin bir tabusunu yıkıyor. Öyle ki uzun metraj yarışmasına belgesel ya da kurmaca yapımlar alınmıyor. Ancak ikilinin başarı grafiği filmi klâsik belgesel görünümden kurtarıyor. Uzun metraj, belgesel, kurmaca ilkelerinin tümünden yararlanan ama hepsini aşan bu film son 10 yılda Türkiye’de çekilmiş sayılı yapım arasındaki yerini alıyor. Ve de Yılmaz Güney’in paltosunun altından çıkmaya devam edenlerin bu ülkenin yakın geçmiş siyasi tarihini aydınlatmaya devam edecekleri mesajı veriyor.

(14 Haziran 2009)

İsmail Yıldız

Adana Altın Koza Film Festivali, Sinemacılardan Açık Mektup, 12.06.2009

Sinemamız son yıllarda hem yurt içinde hem de yurtdışında çok başarılı bir noktaya ulaştı. Dünya festivallerinin hemen hepsinde filmlerimiz yer buldu. Bu hem sinemamızın gelişmesi hem de ülkemizin tanıtımı için çok önemli bir atılım oldu. Filmlerimiz Cannes, Berlin, Venedik, Rotterdam, Tribeca, Toronto, Locarno, San Sebastian gibi film festivallerinde dünya seyircisiyle buluştu ve ödüllerle döndü. Bu yükseliş Türkiye’de de yankı buldu. Ülkedeki film festivalleri de yurtdışında alınan başarılar ve sinemamızın bilinilirliğinin artmasıyla ciddi bir ivme kazandı. Filmlerimize etmeye başladı. giden seyirci sayısı her geçen yıl arttı. Dahası ülkemizdeki sinema seyircisi yabancı filmler yerine bizim filmlerimizi tercih

Bizler, sinema sektörünün yaratıcıları olarak bu süreçten ve ilerlemeden çok memnunuz. Bugünlerde hep birlikte en önemli ulusal festivallerimizden birinde, Adana Altın Koza Film Festivali’nin kırkıncı yaşını kutluyoruz. Birçoğumuz 2004 yılında 5224 sayılı sinema filmlerinin desteklenmesini de içeren yasayla kurulan Sinema Destek Fonu’ndan yararlandı. Yerel yönetimlerin sinemayı önemsemesinden, film festivallerinin merkezlerden Anadolu kentlerine yayılmasından kıvanç duyuyoruz. Ülkenin çeşitli yerlerinde filmlerimizi izleyiciyle paylaşmaktan, tartışmaktan ve izlemekten memnuniyet duyuyoruz. Bu nedenle Türkiye sinemasının en önemli vitrinlerinden olan Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni, uzun yıllardır Ankara’da sinema açısından nefes alma alanı yaratan Ankara Uluslararası Film Festivali’ni, son yıllarda uluslararası bir kimliğe de bürünen Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni, uzun bir geleneğin temsilcisi olan, aslında 40. yılını kutlayan ama aralar nedeniyle bu yıl 16.’sı gerçekleşen Adana Altın Koza Film Festivali’ni, genç olmasına rağmen güçlü bir festival olmayı başaran Bursa İpekyolu Film Festivali’ni, son yıllarda Kars’ta gerçekleştirilen, uzun bir geçmişe sahip Gezici Film Festivali’ni ve ülkenin pek çok yerinde yapılan film günlerini, kısa film gösterimlerini, belgesel film festivallerini çok önemsiyoruz.

Bütün bu etkinliklerin hem Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın hem de festivalleri düzenleyen yerel yönetimlerin ve yereldeki sivil destekçilerin katkıları olmadan gerçekleşemeyeceğinin farkındayız.

Bizler sinemamızın festivalleriyle ve destek fonlarıyla daha ileri bir yere gitmesini istiyoruz, destekliyoruz.

Son yerel seçimlerin ardından ortaya çıkan tabloda yerel yönetimlerin desteğiyle gerçekleştirilen film festivallerinden birinin, Gezici Film Festivali’nin Kars ayağının ve Altın Kaz Film Yarışması’nın yapılamayacağını üzülerek gördük. Adana Altın Koza Film Festivali’nin de Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan bu yıl aldığı desteğin azaldığını öğrendik.

Bizleri üzen bir başka nokta da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Altın Koza Film Festivali’nde temsil edilmiyor olması. Altın Koza’da gösterilen filmlerin birçoğu Bakanlık tarafından desteklenmiş olmasına rağmen, Kültür ve Turizm Bakanlığı bugün burada değil. Oysa ki bizler meselâ Perşembe akşamı gerçekleşen Onur Ödülleri töreninde Türkiye’de bir sinema varsa bunu sağlayanlardan olan, filmleriyle hepimizin yolunu açan Ömer Lütfi Akad hocamıza, sinemamızın en kıymetli kadın oyuncularından Filiz Akın’a, önemli aktörlerinden Yusuf Sezgin’e ve sinemanın bir müziği olduğunu anlatan Cahit Berkay’a ödüllerini Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın vermesini isterdik. Ödül töreninde Sayın Günay’ı, Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nü ve TRT’yi de yanımızda görmek ve sinemamızın geldiği yeri hep birlikte kutlamak isterdik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın temsilcilerini sinemamızın bulunduğu her yerde destekleriyle yanımızda görmek istiyoruz.

ADANA ALTIN KOZA SİNEMACILARDAN AÇIK MEKTUP İMZACILAR 12.06.2009

ULUSAL YARIŞMA FİLMLERİ

Pelin Esmer, Tolga Esmer (11’e 10 Kala)
Cemal Şan (Dilber’in Sekiz Günü)
Ümit Ünal (Gölgesizler)
Murat Düzgünoğlu, Kanbolat Görkem Arslan (Hayatın Tuzu)
Orhan Eskiköy, Özgür Doğan, Yamaç Okur, Nadir Öperli (İki Dil Bir Bavul)
Aslı Özge, Sevil Demirci (Köprüdekiler)
Atalay Taşdiken (Mommo, Kızkardeşim)
Yeşim Ustaoğlu, Derya Alabora (Pandora’nın Kutusu)
Tayfun Pirselimoğlu (Pus)
Başak Köklükaya (Süt)
Mahmut Fazıl Coşkun, Tarık Tufan (Uzak İhtimal)
Erden Kıral (Vicdan)

ALTIN KOZA ULUSAL YARIŞMA JÜRİ ÜYELERİ

Füruzan, Mazlum Çimen, Meltem Cumbul, Nuri Bilge Ceylan, Özcan Alper, Zeynep Tül Akbal Süalp

DİĞER İMZALAR

Atilla Akarsu, Derviş Zaim, Derya Durmaz, Hamiyet-İrfan Atasoy, Hüseyin Karabey, Kamil Renklidere, Mehmet Eryılmaz, Selen Uçer, Selim Evci, Serkan Acar, Serkan Turhan, Seyfi Teoman, Sırrı Süreyya Önder

(12 Haziran 2009)

Mektup için tıklayınız.

Karlar, Yollar ve İyilikler

Kuzey (Nord)
Yönetmen: Rune Denstad Langlo
Senaryo: Erlend Loe
Müzik: Ola Kvernberg
Görüntü: Philip Øgaard
Oyuncular: Anders Baasmo Christiansen (Jomar Henriksen), Marte Aunemo (Lotte), Celine Engebrigtsen, Kyrre Hellum, Mads Sjøgård Pettersen
Yapım: Norveç (2009)

Belgeselcilikten gelen Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, ilk uzun filmi ‘Kuzey’de duygusal insanların yaşadığı Norveç’e iyi insan olmayı unutmamayı hatırlatıyor. Jomar da uzun yolculuğu boyunca bu iyiliklerle karşılaşıyor hep.

Norveçli yönetmen Rune Denstad Langlo, birçok belgesel çektikten sonra ilk uzun filmi “Nord-Kuzey”le yolunu da çizmiş oluyor. “Kuzey”, 2009 New York Tribeca Film Festivali’ne de katıldı ve orada “En İyi Hikâye Anlatan Film” ödülünü aldı. Langlo’nun 2005 yapımı siyah-beyaz ve renkli belgeseli “Alt for Norge”de, İsveç’ten ayrılan Norveç’i anlatmıştı. 2008 yapımı “99% Aerlig-Yüzde 99 Dürüst” belgeselinde de Norveç’teki göçmenleri anlattı. Langlo, 1972 yılında Norveç’in üçüncü büyük şehri Trondheim’in varoşlarında doğdu. Langlo, senarist Erlend Loe’yle beraber bir kara komedi filmi “Nater-Kızgın” üzerinde çalışıyor. Erlend Loe, 2007 yapımı “Tatt av Kvinnen-Kadın Gibi Geçti”nin de senaryosunu yazmıştı. Yönetmen, bu minimalist “Kuzey” filminin çekimlerinin hava koşulları yüzünden çok zorlu geçtiğini de belirtiyor. Filmi görünce neler olduğunu anlıyorsunuz. Her yeri karın kuşattığı doğanın sinemaskop görüntüleri her şeyiyle etkileyici yansıyor perdeye.

Eski hayat, yeni hayat

Film, bunalıma düşmüş Jomar’ın belgeseli gibi. Kayakçı Jomar, bir tünel kazasından sonra depresyona girmiş. Kız arkadaşından ayrılmış. Şimdiyse bir kayak merkezinde inzivaya çekilmiş. Uzaklardan, bir zamanlar en yakın arkadaşı geliyor ve hayatı bir daha altüst oluyor Jomar’ın. Bu uzaklardan gelen eski arkadaş sevgilisini de elinden almış Jomar’ın. Bir de küçük oğlu olduğunu da öğreniyor şimdi. Tünel kazasını bir belgesel kanalında seyrederken çıkan yangında kulübesi yanan Jomar, artık buralarda kalmak için de bir nedeninin kalmadığını anlıyor. Ne yapacağını düşünürken kendini yollarda buluyor Jomar. Kayak motosikletiyle karlı yollara düşen kederli Jomar, uzun yolculuğa çıkmadan tüneldeki travmasını yenmesi gerekiyor önce. Yollardaki Jomar bir süre sonra kar körlüğü yaşıyor. O sırada küçük Lotte çıkıveriyor yoluna. Lotte onu dağ başında büyükannesiyle tek başına yaşadığı eve götürüyor. Yalnızlık çeken küçük Lotte, bir sevginin sıcaklığını hissediyor Jomar’da. Sonra yine yollara düşüyor Jomar. Kayak motosikleti bozulan Jomar bu defa da bir gençle tanışıyor. Karları temizleyen gence eşcinsel olmadığını kanıtlayan Jomar, sonra bu yalnız gençle bir süreliğine arkadaş oluyor. Sonra bir daha kuzeye doğru yollara düşüyor. Bu defa çadırda kamp kurmuş seksenlik bir ihtiyar çıkıyor karşısına Jomar’ın. İhtiyar, Jomar’la balığını ve içkisini de paylaşıyor. Kanının ısındığı Jomar’a bir de para yüklü kartını veriyor sonra. Ardından da, uykusundayken eriyen buzların içine doğru kayıp bu dünyadan ayrılıyor ihtiyar. Jomar, sonra yine yollara düşüyor, kuzeye doğru. Yüzünü bile görmediği oğluna ulaşması gerekiyor artık. Yönetmen, bu sahnelerde güçlü metaforlar yaratmış. İhtiyar adamla Jomar’ın oğlu arasında. Bu dünyayı terk eden eski hayat, bu dünyada nefes almaya sürdürecek yeni hayat. Jomar’ın küçük oğlu geleceği, o eski hayat da iyiliği ve güveni temsil ediyor. Son söz olarak, yönetmen Langlo, Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’e biraz ironik bakıyormuş hissini veriyor bu filminde. Norveç, endüstri sonrası toplumun sosyolojik yansıması gibi. Bireyciliğin uç noktalarda olduğu bir ülkenin içinden çıkan Langlo, bu topluma biraz gerilerde kalmış bazı insani hasletleri hatırlatıyor sanki. Çünkü, bu ülkeye, iyi ve duygulu insanların yaşadığı bir ülke diyor yönetmen. “Kuzey” filminde iyilikler de Jomar’ın önüne bir bir çıkıyor bu uzun yolculuğu boyunca. Jomar, oğluyla karşılaşınca film de bitiyor. Yönetmen finali açık uçlu bırakmış. Ya her şey düzelecek ya da her şey daha berbat olacak Jomar için. Bu filmin içinde mizahın da olduğunu hatırlatmalı. Bir de bu minimalist film perdede bir başyapıt gibi duruyor.

(11 Haziran 2009)

Ali Erden

Şadan Kâmil (1917 – 2009)

Sonunda bir kadın “meraktan” sordu: “Kimdir bu Şadan Kâmil?”. Alican (Sekmeç) ile ben kısa cümlelerle açıklamalar yaptık. Ben son filmi Duvaklı Göl’ü 1957’de çektiğini söyledim; 1958 olması lâzımdı aslında. Kadın: “Ben doğmadan önce” dedi. Evet, 1943’de çektiği ilk filmi Onüç Kahraman ile yaşayan (film yaşı) en eski yönetmenimizdi Kâmil. 1917’de doğduğuna göre aramızdan ayrıldığında 92 yaşında idi. 1958’e kadar 15 film yönetti, kendi filmlerinde ve başka yönetmenlerin filmlerinde görüntü yönetmenliği de yaptı.

İlk filmi bir Alman filminin uyarlaması idi, Kurt Bernhart’ın Die Lerze Kompagnie’sine Plevne Kahramanları diye başladı, isim sonradan Onüç Kahraman oldu. Seven Ne Yapmaz (1947) ile edebiyat uyarlamalarına Kerime Nadir ile başladı. 1954’de Haldun Taner’in senaryosundan çektiği Kaçak’ta koşut kurguyu ilginç bir şekilde kullandı; sonraki yıl ise Taner’den bir uyarlama yaptı: Tuş: Bir Aşk Hikâyesi. (1955) Televizyonlarda yılan hikâyesine dönerek yayınlanan Reşat Nuri’nin romanı Dudaktan Kalbe’nin ilk uyarlamasını 1951’de gerçekleştirdi. 1952’de sinemamızda ilk defa bir “ikilinin” oluşturulduğu Edi ile Büdü ve Edi ile Büdü Tiyatrocu filmlerini yaptı; ikiliyi Vasfi Rıza Zobu ile Münir Özkul oynuyordu. Son filmi Duvaklı Göl’de, (1958) hem yönetmen, hem görüntü yönetmeni olarak çalışan Kâmil bu filminde filmin senaryosu yazan Hamdi Değirmencioğlu’nun -bir yıl sonra bir çocuk yıldız olarak ünlenecek olan- kızı Zeynep Değirmencioğlu’nu da oynatıyordu. Ha-Ka Film’de başladığı çalışmalarına, 1946 yılında ayrılarak Acar Film’de devam etti.

Sinemaya başlamadan önce Almanya’da fotoğrafçılık ve ses mühendisliği eğitimi gördü. Özön’ün Faruk Kenç ile başlattığı “geçiş dönemi yönetmenleri” arasında yer aldı. Bu gruba giren 8 yönetmen, sinema çalışmalarından önce tiyatro ile ilgilenmemiş, işe fotoğrafçılık veya doğrudan sinemadan başlamışlardır. Kâmil’in vefatı ile sinemamızın zaman zaman ilginç olabilmiş bu grubu (Faruk Kenç, Baha Gelenbevi, Aydın Arakon, Çetin Karamanbey, Şakir Sırmalı, Turgut Demirağ, Orhon Murat Arıburnu, Şadan Kâmil) tamamen aramızdan ayrılmış olmaktadır.

(11 Haziran 2009)

Orhan Ünser

Zübeyde Hanım’ı Beyazperdeye Aktaracak Olan Serpil Öztürk Anlatıyor

Öncelikle Serpil Öztürk kimdir? Sizi tanıyabilir miyiz?

1979 Adana doğumluyum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Adana’da tamamladım. Yakındoğu Üniversitesi İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nden 2003 yılında mezun oldum. Yine aynı üniversitede devam ettiğim yüksek lisansımda tez aşamasındayım. Evli ve bir çocuk annesiyim. İzmir’de yaşıyorum. Yazdığım ve değerlendirmek istediğim iki senaryom var. “Hasretin Zamansız Tutsaklığı” adlı bir şiir kitabım yayınlandı. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

“Atatürk” ve “Öztürk”; Mustafa Kemal Atatürk ile soyadınız da benzerlik gösteriyor. Bu özellikle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Benim için şekil değil, öz önemlidir. Özümüzü unutmamalıyız ve farklılık gözetmemeliyiz. “İyiliğe Niyet” isimli şiirimde diyorum ki:

“Türk’ün, Kürt’ün, alevinin, sünninin farklı mı düşer ateş yüreğine?
İnsanı insana kırdıran düşüncelerimiz ne kazandırır milletimize?”

İşin özü bu… Zaten Kurtuluş Savaşı’nda her kesimden insanı bir yüreklendirmeyi başaran Atatürk hayatta olsaydı, bugün bu konuda yaşanan önemli sorunlar böylesine uç noktalarda olmazdı. Emre Kongar bir kitabında der ki: “Atatürk yaşıyor olsaydı, kimimize rahatsızlık veren, andımızda geçen ‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ dizesi, ‘Ne mutlu Türkiyeliyim diyene!’ olarak değiştirilirdi.” Buna katılıyorum. Duyulan bir rahatsızlık, sıkıntı var ise, şartlar değerlendirilerek çözüme gidilirdi.

Din, dil, ırk ayrımı gözetilmemeli diyorsunuz!

Elbette! Tasavvufi anlamda da öyle. Tebriz-i Şems der ki; “Hepimiz aynı Allah aşkıyla yanmıyor muyuz? Önemli olan bu. Önemli olan içimizde barındırdığımız niyet, yüreğimizdeki samimiyettir. Bir insanı diğerinden ayırmak şeklen değil, ancak kalben mümkün olur.” Bilmem anlatabiliyor muyum? Büyük bir emek, özveri ve fedakârlıkla çocuklarını büyüten, koca yürekli anaç kadınının; koskoca bir devleti kurtaran Türkiye Büyük Millet Meclisini kuracak kadar güçlü, kudretli, azimli bir paşanın yaşamında en önemli rolü oynayan Zübeyde Hanım’ın gölgede kalması gibi bir şey söz konusu olamaz. Bu fikirle Zübeyde Hanım’ın hayatını görsel alana taşıyarak tüm dünyaya tanıtmayı hedefliyoruz.

Tabii ki; Türkiye’de yaşayan her çocuk gibi ben de çok küçük yaşlarda Atatürk’ü tanıdım ve hayranlık duydum. Atatürk’ün yaşamına dair merakımın derinleşmesi ise; 2001 yılında Mithat Bereket’in okulumuza gelerek, Atatürk’ün hayatını anlatan belgeselini izlettikten sonra yaptığı konuşmadan etkilenmemle başladı. O gün Ata’nın kararlılığından, sabrından ve yılmadan sarf ettiği yoğun çabadan daha bir etkilendim. Ve sonrasında Mithat Bereket’in bize dönüp, “Hepiniz birer Mustafa Kemal olabilirsiniz. Mustafa daha lise çağlarında başarılı bir asker, güçlü bir kumandan olmanın hayalini kurmuştu ve bu hayalini gerçekleştirdi. Sizler de şimdiden geleceğinizle ilgili kurduğunuz hayallerinizde kararlı olun. Hayallerinizi gerçekleştirmek için çaba sarf edin” dedi. Bu sözler beni yüreklendirdi. Yapı olarak zaten özgüven yüklüyümdür, fakat; bu sözler daha da bir kendime ve gerçekleştirebileceklerime inanmamı sağladı. Hayallerimle donatarak göğe saldığım uçurtmamın kuyruğunu sıkı sırı sarılmaya başladım.

Böyle bir yüreklendirmenin de etkisiyle hayallerinizi gerçekleştirebildiniz mi?

2003 yılında lisans eğitimimi tamamladım. Hemen ardından evlendim ve dünya tatlısı bir oğlum oldu. Şu anda oğlum 4 yaşında, ben ise yüksek lisansımın tez aşamasındayım. Eylül’de doktoraya başlamayı plânlıyorum. Büyük bir ölçüde hayallerimi gerçekleştirdim diyebilirim. İyi bir evliliğim var. Hedeflediğim akademik kariyer alanında ilerliyorum. Toplumsal içerikli halkla ilişkiler projeleri gerçekleştiriyorum.

Gerçekleştireceğim Zübeyde Hanım projesiyle iletişim alanında ödüller almayı arzu ediyorum.

Beni yüreklendiren bir diğer olay ise; Atilla Dorsay’ın “Yılmaz Güney’in Hayatı”nı anlatan kitabını okurken, kitabın sonlarında Türkiye’deki aydınların Yılmaz Güney ile ilgili görüşlerini aktarırken; tez hocam Ünsal Oskay’ın yazısına rastlamam oldu. Ünsal hocam yazısında lümpenciliğin affedilemeyecek bir şey olduğunu, daima daha iyiyi yapabilmek için çaba sarf edilmesinin gerekli olduğunu savunuyordu. Şimdiye kadar gerçekleştirdiğim tüm projelerde ben de en iyi sonuç için çabaladım. Zübeyde Hanım’ın hayatını da iyi bir ekiple; en iyi şekilde görsel alana aktaracağımızı düşünüyorum.

Senaryo?

Derin bir araştırmadan sonra; senaryoyu tamamladım. 22 Haziran’da İzmir Ticaret Odası Sergi Salonu’nda çeşitli yerlerden derlediğim Atatürk’ün hiçbir yerde görülmeyen resimlerini bir araya getirerek Atatürk resimleri sergisini açıyorum. Yine araştırmam sırasında bir tesadüfle karşılaştım. Zübeyde Hanım hakkında yazılmış iki kitaplardan birisi olan “Gölgesinde Mustafa Kemal’i Büyüten Kadın” adlı kitabın yazarı Fatih Bayhan’la aynı üniversiteden, aynı fakülteden, aynı dönemde mezun olmuşuz. Bu alanda hem yazılı, hem görsel bilgi olarak bilincimi yeterince zenginleştirmeye çalıştım.

Yönetmen?

Yılmaz Güney gibi idealist bir yönetmenle çalışabilmeyi çok arzu ederdim. Fakat şu anda Yılmaz Güney düşüncelerini yaşatan, onun gibi idealist olan çok başarılı yönetmenlerimiz mevcut. Değerlendiriyoruz, şimdiye kadar başarılı işlere imza atmış çeşitli yönetmenlerle görüşme aşamasındayız.

Finans?

Her ne kadar kendi birikimimizle belirli bir aşamaya gelebilecek durumda olsak da, desteğe ihtiyacımız var. Arkadaşlarımız sponsorluk araştırması içerisindeler. İnanıyorum ki, maneviyat yüklü bir annenin yaşamını anlatacağımız böylesine önemli bir konu için yeterli duyarlılık gösterilecektir.

Oyuncu?

Düşündüğümüz isimler var, fakat henüz tam karar verilmedi. Oyuncuların özenle seçilmesi önemli. Anaç yapının, evlâtlarını sarıp sarmalarkenki yumuşacık yüreğin, geleceklerini düşünürkenki diktatör yapının, çileli bir yaşamın çok iyi kavranması ve yaşanarak yansıtılması gereklidir.

Zübeyde Hanım karakterinde; 20’li yaş dönemi ve 60 yaş dönemi üzerinde yoğunluk olacaktır.

(08 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

12 Haziran 2009 Haftası

“Adamım Benim”, erkek erkeğe arkadaşlık ve erkeklerin dostluğu üzerine kurulu, doğaçlamaların ve bazılarına iğrenç gelebilecek komikliklerin bolca olduğu, öncelikle Kuzey Amerika seyircisi için yapıldığı çok belli, bize tuhaf gelebilecek bir güldürü. Tuhaf, çünkü hikâyenin çıkış noktası, evlenme arifesindeki bir erkeğin sağdıcı olabilecek hiç erkek arkadaşı olmadığını fark etmesi ve birini araması üzerine kurulu. Yani bizimki gibi toplumlarda neredeyse hiç rastlanmayacak bir durum!

“Aşk Ateşi”, yazgının tesadüfleri marifetiyle ‘parçalanan yaşamlar’ı parça parça bir tahkiye ile yazan ve sinemaya böylece “Paramparça: Aşklar Köpekler”, “21 Gram”, “Üç Defin”, “Babel” gibi filmleri kazandıran senarist Guillermo Arriaga’nın, bu kez kendi yönetiminde, aynı tekniğin farklı bir versiyonunu kullanarak anlattığı ‘sevgi arayışı, vicdan azabı ve parçalanmışlık’ hikâyesi olarak özetlenebilir. Diyaloglardan ziyade, görüntü dili ile oyuncu performanslarına ağırlık verilmesi, görüntü yönetiminde ikisi de Oscar’lı ustalar, Robert Elswit (“Kan Dökülecek”) ve John Toll’un (“Legends of the Fall”, “Braveheart”) varlıkları, filme değer katan özellikler. Arada bir ‘boşluklar’ söz konusu olsa da, izleyen için önemli bir sorun teşkil etmiyor.

“Hain”, ABD’nin yeni yüzü olan Başkan Obama’nın mesajlarına paralel biçimde, dinler arası diyalogun/uzlaşının gerekliliği ve kutsal kitaplardaki “öldürmeyin” emrine inanan her din mensubunun terörle mücadele etmesi zorunluluğu gibi mesajlarla, Hollywood’un bir kesiminin kullandığı bildik formülleri kusursuzca uyguluyor: Hızlı bir öykü trafiği, büyük bir terör olayını engellemeye yönelik tehlikeye atılan iki adam, Hıristiyan FBI ajanı ile örgütün içine sızmış eski ordu mensubu Müslüman ABD vatandaşının finaldeki uzlaşısı vs, vs… Her gün bir milyar insanın açlıkla mücadele ettiği dünyada, kapitalist ekonomilerin acımasızlığı devam ettikçe, ne Obama’nın, ne de bu filmin vurguladıklarının, bilinçli hiçbir dünya vatandaşı ve seyircinin karamsarlığını gidermeyeceği açık!

“Kuzey”, adı üzerinde… Kör edici derecede beyazlığın içindeki yalnızlığına son vermek için daha da kuzeye yolculuk yapan ruhsal çöküntü içindeki genç adamın, karşılaştığı insanların sorunlarıyla tanıştıkça yaşamak denilen mucizeyi idrak etmesi üzerine kurulu, küçük ve sağlam bir Norveç filmi. Geniş perdede izlemek gerek.

“Lanetli Ev”, çok eskiden cenazelerin hazırlanması ve ruh seansları için kullanılan, şimdilerde ise içindeki gizli bölmelere saklanmış ölülerin ‘diğer tarafa’ geçememiş ruhlarının öfkesiyle enerji yüklenmiş bir müstakil eve -mecburen- taşınan, büyük oğullarının kanser hastalığıyla mücadele eden ailenin gerçek öyküsü. Doğaldır ki, boyutları büyütülmüş bir korku. Önemlisi de, bazı anlarda gerçekten de tırstığınız korkunun içine işlenmiş dramın, gözlerinizden yaşlar akıtacak denli etkili olması… Oyuncuların seçimi, performans ve uyumları kusursuz; dünyanın en güzel saçlarına sahip kadınlarından biri olduğunu düşündüğüm Virginia Madsen ise, özel hayranlığımdan dolayı belki, daha da kusursuz.

(08 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Sinemanın Sert Adamı: Charles Bronson

Litvanya kökenli Charles Bronson, sinemada elinden tabancayı hiç düşürmedi ve sert karakterlere hayat verdi. 2003 yılında 82 yaşında ölen Bronson, 1970’li ve 80’li yıllarda kendisinin önde olduğu filmlerde çalıştı. Sanat hayatı boyunca da televizyona hiç uzak durmadı. Zaman zaman geçmişin önemli ve büyük sanatçılarını anmak iyi olacak.

Charles Buchinsky, yani sinemadaki adıyla Charles Bronson 3 Kasım 1921’de Pennsylvania’da doğdu. Litvanya Tatarlarından olan Bronson, 30 Ağustos 2003’te Los Angeles’ta öldü. Ailesi genişti ve 14 kardeşi vardı. Babası madencilik yaparak bu geniş aileye bakıyordu. Sert ve yorgun yüzlü Bronson, Türkiye’de 1970’li yıllarda çok popüler bir aktördü. Aslında sinema geçmişi eskiye dayanan bu sinemanın sert yüzü, Henry Hathaway’in Gary Cooper’ı başrolde oynattığı 1951 yapımı siyah-beyaz deniz komedisi “You’re in the Navy Now” (Şimdi Denizci Olduk) filmiyle sinemaya adım attı.

Adı Bronson olacak

İlk dönemlerinde Charles Buchinsky ya da Buchinski adını kullandı çoğunlukla Bronson. İkinci rollerde görünse de önemli yönetmenlerin iyi filmlerinde oynadı. 1952’de George Cukor’un “Pat and Mike-Pat ve Mike” filminde Katharine Hepburn’le Spencer Tracy’ye eşlik etti. 1954 yapımı bir Robert Aldrich filmi olan ve Burt Lancaster’ın başrolünde olduğu ünlü western filmi “Apache-Asi Cengaver”de Hondo karakteriyle jeneriklerde de yukarıya doğru çıkmaya başladı. Ama, adı hâlâ Buchinsky’ydi afişlerde. Yine aynı yıl Aldrich’in bir başka filmi “Vera Cruz-İstiklâl Kahramanları” adlı westerninde de boy gösterdi. Henry Hataway’den sonra Robert Aldrich’in de gözdesi olmuştu Bronson. “İstiklal Kahramanları”nın başrollerinde iki büyük oyuncu vardı, Burt Lancaster ve Gary Cooper. Bu filmin final bölümündeki Lancaster-Cooper düellosu akılda kalıcıydı, öncelikle stilize çekim açılarıyla. Filmin hikâyesi de 1866’daki Meksika’daki isyanda geçiyordu. John Sturges’in 1964 baharında Türkiye’de gösterime giren 1960 yapımı “The Magnificent Seven-Yedi Silahşörler” westerniyle artık sinemada sağlam bir yer edinmeye başladı Bronson. Film, Akira Kurosawa’nın 1954 yapımı “Shichinin no Samurai-Yedi Samuray” filminden “vahşi batı”ya uyarlanmıştı. Elbette Yul Brynner ve Steve McQueen filmin lokomotifiydi. John Sturges’ın 2. Dünya Savaşı’nda Nazi hapishanesindeki bir kaçışı anlatan 1963 yapımı “The Great Escape-Büyük Kaçış” filminde Bronson sakin görünümlü “tünel kralı” Teğmen Danny Velinski’yi oynuyordu. Paul Brickhill’in romanından uyarlanan filmde tünel kazıp kaçma sahnelerinin yanında Steve McQueen’in final bölümünde motosiklet gösterisi de akılda kalıyordu. Sturgess’ın bu filminde Bronson ve McQueen’in yanında James Garner ve James Coburn gibi önemli oyuncular da vardı.

Sydney Pollack’ın Robert Redford’u başrole çıkardığı 1966 yapımı “This Property is Condemned-Lanetli Kadın” filminde “kötü adam”ın sınırlarında gezinen, ama Nathalie Wood’un hayat verdiği Alva’ya sırılsıklam aşık J. J. Nichols’ı oynadı. Bu film, Tennessee Williams’ın oyunundan uyarlanmıştı. Senaryo yazarlarının arasında geleceğin ünlü yönetmeni Francis Ford Coppola da vardı. Hikâye, bezgin insanların yaşadığı istasyonu olan bir kasabada geçiyordu. Bronson’ın yolu Robert Aldrich’le bir defa daha buluştu 1967 yapımı “Dirty Dozen-12 Kahraman Haydut” savaş filmiyle. Filmin hikâyesi 2. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. Suçlulardan oluşan bir tim, Nazilere karşı ölümcül bir mücadeye girişiyordu. Filmde kimler yoktu ki. Lee Marvin, Telly Savalas, George Kennedy, Ernest Borgnine, John Cassavetes, Donald Sutherland ve elbette Charles Bronson. Bu filmin görselliği ve kamera kullanımı klâsik savaş filmlerinin ötesinde çok çarpıcıydı. Bronson, 1968 yılında Ermeni asıllı Fransız usta Henri Verneuil’ün “spagetti western” tarzındaki “La Bataille de San Sebastian-San Sebastian’ın Topları”nda da oynadı. Başrolde Antony Quinn vardı. Filmin müziklerini de muhteşem Ennio Morricone bestelemişti. Bu filme, Humphrey Bogart’ın 1955’te oynadığı Edward Dmytryk’in yönettiği, William E. Barrett’ın romanından uyarlanan “The Left Hand of God-Tanrının Sol Eli” filmini çağrıştırdığı söyleniyor, ama “San Sebastian’ın Topları” da William Barby Faherty’nin romanından uyarlanmıştı. Jean Herman’ın yönettiği 1968 yapımı “Adieu l’Ami-Elveda Dostum” aksiyon filminde Alain Delon’la başrolü paylaştı Bronson. Bu film, onun 1970’lerdeki karakterlerinin öncülü gibiydi. Bronson’ın yolu “spagetti westernin babası” Sergio Leone’yle de buluştu 1968 yılında. Leone’nin “Bir Zamanlar Batıda” adıyla da bilinen “Once Upon a Time in the West-Batıda Kan Var”da “Mızıkacı”yı oynadı Bronson. Filmin başrollerinde Henry Fonda’yla güzeller güzeli Claudia Cardinale vardı. Elbette önemli oyunculardan Jason Robards da. Bu filmin tren istasyonundaki açılış sahnesi sinemanın en muhteşem anlarındandı. Elbette fonda yine muhteşem Ennio Morricone’nin müzikleri duyuluyordu. Bu film, Leone’nin yeni üçlemesinin ilk filmiydi. Devir değişmeye başlıyor ve trenin gelişiyle birlikte “vahşi batı”da sosyal hayat da gelişmeye başlıyor. Üçlemenin diğer iki filmi 1971 yapımı “A Fistful of Dynamite-Yabandan Gelen Adam”la 1984 yapımı “Once Upon a Time in America-Bir Zamanlar Amerika”ydı.

70’li yıllarda star

1970’li yıllar Bronson’ın yıllarıydı artık. Elinden tabancası düşmeyen Bronson’ın bu türden şiddet filmlerinde adalet işlemiyorsa kendi adaletini kendin uygula deniliyordu genelde. Faşizan filmlerdi. 1978’de “Superman-Süpermen” filmini çeken Richard Donner, Bronson’la 1970 yılında “Twinky” adıyla da bilinen “Lola” adlı bir romantik-erotik filmi yaptı. Filmde, pornografik romanların yazarı Scott, kendisinden hayli küçük bir genç kız Lola’yla ilişkiye giriyor. Fransız ve İtalyan filmlerinde sıkça görünen Bronson, 1970 yapımı René Clément’ın “Le Passager de la Pluie-Yağmurla Gelen Adam” filminde Harry karakterindeydi. Bu film Türkiye’de 1972 yılının son ayında gösterime girmişti. Filmde Bronson’ın hayatının kadını Jill Ireland da oynuyordu. Çift, 1968’de evlenmiş ve mutlu beraberlikleri Jill Ireland’ın 1990’daki meme kanserinden ölümüne kadar sürmüştü. Fonda Francis Lai’nin muhteşem müzikleri de duyuluyordu. Hikâye, Fransa’nın güneyinde geçiyor. Otobüsten çantalı ve gizemli bir yabancı iner. O sırada yağmur da yağıyor. Genç ve güzel Mellie, bu gizemli yabancı tarafından tecavüze uğruyor. Türkiye’de çekilen Peter Collinson’ın yönettiği, başrollerinde Tony Curtis’le Charles Bronson’ın olduğu filmde Fikret Hakan, Salih Güney, Aytekin Akkkaya’nın da oynadığı 1970 yapımı “You can’t Win ‘Em All-Paralı Askerler”, 1. Dünya Savaşı’nda geçiyordu. İtalyan Sergio Sollima’nın yönettiği yine 1970 yapımı suç-aksiyon filmi “Città Violenta-Vahşet Şehri”nde de oynadı Bronson. Filmin çarpıcı araba takip sahneleri akılda kalıcıydı. Bronson, yanında Jill Ireland’la beraber beyaz Mustang arabasıyla peşlerindeki kırmızı arabadan kaçıyorlardı bu nefes kesici kovalamaca sekansında. Nicolas Gessner’ın yönettiği 1971 yapımı “Quelqu’un Derrière la Porte-Kapının Arkasında Biri Var”da Bronson başrolü Anthony Perkins’le paylaşmıştı. İlk üç “007 James Bond”un yönetmeni olan Terence Young’ın 1971 yapımı “Le Soleil Rouge-Kırmızı Güneş” westerninde “kötü adam” Alain Delon’la karşılıklı oynadı Bronson. Bu filmde Ursula Andress, Toshirô Mifune ve Capucine de rol aldılar. Bu “vahşi batı” filminde Japon samurayları da vardı. 1977’nin kışında oynayan yine Terence Young’ın yönettiği 1972 yapımı “The Valachi Papers-Mazisini Satan Adam”, Francis Ford Coppola’nın “The Godfather-Baba” filminin etkisinde yapılmış bir mafya filmiydi, ama iyiydi. Bu filmde başrolü eşsiz Lino Vantura’yla paylaştı. Bronson 1970’li yıllarda Terence Young’la birçok film yaptı. Bronson’ın yolu sonunda Michael Winner’la buluştu ve Terence Young’ın ardından Michael Winner’la peş peşe filmler yaptı. 1972 yapımı “Chato’s Land/Çato-Devler Ülkesi” westerninde bir kızılderiliyi, Apaçi Çato’yu oynadı. Winner-Bronson işbirliğinin diğer filmi 1972 yapımı “The Mechanic-Mekanik”, bir suç-gerilimiydi. Bu filmin giriş bölümü de sinema tarihine girmiştir, çünkü neredeyse on beş dakika hiç konuşma yok filmde. Winner’ın yönettiği 1973 yapımı “The Stone Killer-Taş Yürekli Katil” John Gardner’ın romanından uyarlandı. Bir polis mafyaya savaş açıyor bu filmde.

Bronson, 1973’te John Sturgess’in Duilio Coletti’yle ortak yönettiği “Wild Horses/Valdez, il Mezzosangue-Vahşi Melez” westerninde de oynadı. Bronson’ın oynadığı Chino Valdez, yalnız bir kovboy ve damızlık at yetiştiren biriydi. Melez olduğu için ırkçılıkla karşılaşır hep. Kaçak bir genç Jimmy yanına sığınır ve Chino ona bildiklerini öğretir sonraları. Bronson, 1974’te yönetmen Winner’la ünlü “Death Wish” filmini yaptı. Beş filmlik bir seriye dönüşen “Death Wish”, bir daha buralara uğramadı. Türkiye’de “Yara” adıyla gösterilen bu ilk film Brian Garfield’ın romanından uyarlandı. Kore Savaşı gazisi mimar Paul Kersey’nin eşini öldürürler ve kızına da tecavüz ederler. Adaletten umudunu kesen Paul, kendi adaletini uygular. Yani katillerin peşine düşer ve onları avlar. Tom Gries’in yönettiği 1975 yapımı “Breakout-Firar”, Türkiye’de 1983 yılında gösterime girmişti. Robert Duval’ın oynadığı Jay, büyükbabasını (büyük yönetmenlerden John Huston) öldürmekten Meksika hapishanesinde otuz yılı aşkın hüküm giyer. Bronson’ın canlandırdığı Teksaslı bir pilot Nick, Jay’i hapisten kaçırır. Havaalanındaki final sahnesindeki şiddet vahşiydi. “Firar” filmi, gerçek bir olaydan sinemaya uyarlanmıştı. Bronson’ın yolu yönetmen Walter Hill’le de buluştu. Hill’in ilk filmi de olan 1975 yapımı “Hard Times-Çıplak Yumruk”, 1930’ların ekonomik bunalım yıllarında geçiyordu. Filmde James Coburn de yer alıyordu. Sokak dövüşçüleri gibi eldiven takmadan boks yapılıyordu filmde. Garaja benzer bir mekândaki final sahnesinde dövüş anları akılda kalıyordu. Filmin yönetmeni Walter Hill’i 1978 yapımı “The Driver-Sürücü”, 1980 yapımı “The Long Riders-Uzun Sürücüler”, 1982 yapımı “48 Hrs-48 Saat”, 1989 yapımı “Johnny Handsome-Yakışıklı Johnny” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. 1979’da Türkiye’de gösterime giren J. Lee Thomson’ın 1977 yapımı “The White Buffalo-Azgın Boğa” westerninde Bronson, bufalo avcısı Bill Hickok’u canlandırdı. Bu filmde “platin saçlı” 1950’lilerin muhteşem kadın oyuncularından Kim Novak da Bayan Poker rolündeydi. Bu filmin ön jeneriği sürerken muhteşem bufalo karlar içinde seyirciye ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. “Kötücül” bufalo, Kızılderililere de korkular yaşatıyordu şiddetiyle. Kızılderili gelenekleri de yansıyordu filmde. 1982 kışında Türkiye’de gösterime çıkan Don Siegel’ın 1977 yapımı “Telefon” filminde Bronson Rus Albay Grigori Borzov rolündeydi. Bu film, “Soğuk Savaş” döneminden kalma bir casusluk gerilimiydi. “Aşk ve Mermiler” adıyla da bilinen 1979 yapımı “Love and Bullets-Korkusuz”a büyük yönetmenlerden John Huston başlamıştı, usta yönetmenlerden Stuart Rosenberg tamamlamıştı filmi. Sinemaseverler 2007’de ölen yönetmen Stuart Rosenberg’ü iki hapishane filmi, 1967 yapımı “Cool Hand Luke-Parmaklıkların Arkasında” ve 1980 yapımı “Brubaker”le hatırlayabilirler. “Korkusuz” filmi, genel olarak pek beğenilmedi eleştirmenler ve seyirciler tarafından. Filmin en güzel taraflarından birisi fonda duyulan Lalo Schifrin’in müzikleriydi. Filmde sinemanın en muhteşem “kötü adam”larından Henry Silva, Vittorio Farroni karakteriyle görünüyordu.

Gerileme 80’lerde

Peter R. Hunt’ın 1981 yapımı “Death Hunt-Ölüm Avı”, eski zamanlarda kalmış ve bir daha Hollywood’da olmayacak filmlerdendi. Bronson, başrolü bir başka büyük oyuncu Lee Marvin’le paylaştı bu filmde. “Ölüm Avı”, 1930’lu yıllarda Kanada’nın Yukon bölgesinde yaşanmış gerçek bir hikâyeden yola çıkıyordu. Bronson, 1983 yılında J. Lee Thompson’ın kendi hikâyesinden çektiği “10 to Midnight-Geceyarısına 10 Kala” geriliminde kadın düşmanı seri cinayetler işleyen bir katilin peşindeki polis Leo Kessler’i canlandırdı. Bu film, Bronson’ın 80’lerdeki en iyi filmi olarak değerlendiriliyor. 1984’te yine J. Lee Thompson’la “The Evil That Men Do-İçimizdeki Şeytan” gerilim filmini yaptı. Bronson, 1960’lı ve 70’li yıllarda star olan birçok oyuncu gibi 80’li yıllarda gerileme dönemine girdi. Bu yıllarda Bronson’ın filmleri de ülkemizde popülerliğini yitirdi ve birkaç filmi dışında buralara pek uğramaz olmuştu. Aslında Bronson, popülerliği azalınca Hollywood’da da film sayısı azaldı. Televizyona ağırlık verdi. 1999’da televizyona “Family of Cops III: Under Suspicion” (Aile Polisleri III: Şüphe Altında) aksiyon-polisiye TV filmini yaptıktan sonra her şeyi geride bıraktı. Artık yorgundu. 2003 yılında da 82 yaşında hayata veda etti Bronson…

(07 Haziran 2009)

Ali Erden

Bir Büyük Oyuncu: Jimmy Wang Yu

Günümüzde unutulmuş gitmiş geçmişin Hong Kong dövüşlü filmlerinin starlarından Wang Yu, sinemadan önce şampiyon bir yüzücüydü. 1981’de cinayetten bile tutuklandı, delil yetersizliğinden beraat etti. Wang Yu’nun kızı Linda Wong da Uzakdoğu’da ünlü bir şarkıcı.

Jimmy Wang Yu… Hong Kong sinemasında karate dövüşlü aksiyon filmlerinin unutulmaz oyuncusu Jimmy Wang Yu, 28 Mart 1943 yılında Çin’in Wuxi-Jiangsu bölgesinde doğdu. Wang Yu adı, dünyada Cheh Chang’ın yönettiği 1967 yapımı “Dubei Dao/The One-Armed Swordsman-Kolsuz Kahraman” filmiyle duyuldu. Wang Yu, yavaş yavaş sinemada varlığını hissettirmeye başladı. Bruce Lee, çocukluğundan beri sinemada boy gösterse de Wang Yu’dan ilham alarak dövüşlü filmlerde oynamaya başladı. Wang Yu, birden karşısına çıkan bu rakibe hep saygı duydu, hatta aynı filmde oynamak için ikinci role bile razı oldu. Ama yolları hiç buluşamadı. Çok geçmeden Wang Yu, Türkiye’de en beğenilen Hong Konglu oyuncu oldu. Bruce Lee’ye göre daha sakin görümü, sessizliği ve kendine özgü estetik dövüşleriyle özellikle çocukların kahramanı oldu Wang Yu. 1973 yılında gösterime giren 1970 yapımı “Long hu dou/The Chinese Boxer-Kolsuz Kahramanın Oğlu”, bu karizmatik oyuncu Wang Yu’nun adını Türkiye’de duyuran film oldu. Aslında 1967’de kendisini Özcan’ın ünlendiren “Kolsuz Kahraman”la hemen hemen aynı zamanlarda Türkiye’de gösterime girdiğinden belki de hep “kolsuz kahraman” oldu buralarda Wang Yu. “Kolsuz Kahramanın Oğlu” filmi gerçekten bir fenomendi. Belki de bu filmin en etkileyici sahnesi, Wang Yu’nun altında ateş yanan ve içinde kum dolu leğene ellerini çelikleşmesi için daldırdığı andı. Belki de tüm çocuklar için en unutulmaz anlardan biriydi bu. Bu filmde, özellikle karlar altındaki dövüş sahnesi de büyüleyiciydi. Tüm perdeyi kaplayan sinemaskop görüntüler belki de en heyecan vericisiydi. Kılıçlı filmlerde erkek karakterler uzun saçlarını kafalarının üzerinde topuz yapıyorlardı. Bu aslında Uzakdoğu’da geleneksel ortak bir kültür. Dönemsel kılıçlı, dövüşlü Japon filmlerinde de bu vardı. Ağaçları elleriyle kesip biçen, masayı bir vuruşta ikiye bölen, tek koluyla salladığı kılıcıyla birçok “kötü adamı” yenen bu kahraman, birbiri ardına 1970’li yıllar boyunca filmleriyle Anadolu sinemalarını kuşattı.

Süper stardı

Wang Yu, 1965 yılında Teng Hung Hsu’nun yönettiği “Huo Shao Hong Lian si Zhi Yuan Yang Jian/The Twin Swords-İkiz Kılıç”la sinemaya oyuncu olarak girdi. Hemen dikkatleri üzerine çeken Wang Yu, çok geçmeden başrole yükseldi ve Asya’da bir “süper star” oldu. Wang Yu, yönetmenlik ve yapımcılık da yaptı Hong Kong sinemasında. 1970 yılında “Kolsuz Kahramanın Oğlu”yla ilk yönetmenlik deneyimini yaşadı. Kendi adını dünyada duyuran “Kolsuz Kahraman”a hep minnet duydu Wang Yu. 1971 yılında “Du Bei Chuan Wang/One Armed Boxer-Tek Kollu Boksör” filmini de yönetti. Wang Yu, “Kolsuz Kahraman” serisini yıllarca sürdürdü. Wang Yu, 1974 yılında “Si Da Tian Wang/Four Real Friends-Dört Kabadayı” filmini de yönetmişti. 1975 yılında Avustralya’da bir filmde de başrol oynadı. “The Man from Hong Kong-Krallar Çarpışıyor”u, Brian Trenchard-Smith’le beraber yönetti. Bu filmde estetik dövüş sahneleriyle beraber, estetik görüntüler de hemen öne çıkıyordu. Kasvetli gece çekimleri de filme bambaşka hava veriyordu. Araba kaçıp kovalamacalarının bol olduğu bu aksiyon filminde Wang Yu üzerindeki eşofmanıyla bol bol akrobatik harekeketler de yapıyordu. Ayrıca bu film, Wang Yu’nun en erotik filmlerinden biriydi de. Havada uçan, tek koluyla kılıç sallayan Wang Yu’nun bir özelliği de dövüşürken geriye doğru dirsekleriyle vuruş tekniğiydi. Bruce Lee’nin zincirli sopasına karşı o da bu tekniği geliştirmişti. Wang Yu, Japonya’da da çalıştı. 1960’lı ve 70’li yıllarda Japon sinemasının ürettiği ünlü “Zatoichi” serisinin içinde çekilen 1971 Japonya-Hong Kong ortak yapımı ve Kimiyoshi Yasuda’nın yönettiğ epizotik “Shin Zatoichi: Yabure! Tojin-ken-Tek Kollu Kahraman Kör Silâhşöre Karşı” filminde Shintaro Katsu ve Wang Yu karşı karşıya geldiler. Wang Yu bu ortak yapımda da yine tek kollu kahramandı. Elbette filmin finalindeki düello-dövüş sahnesi de nefes kesiciydi.

1980’li yıllarda popülerliği yavaş yavaş azaldı ve ikinci rollerde görünmeye başladı Wang Yu. Artık Jackie Chan dönemiydi 1980’li yıllar. Wang Yu, 1982’de “Mai Nei Dak Gung Dui”yle Jackie Chan’in başrol oynadığı filmde ikinci rolde bile oynadı. Bu ünlü oyuncu, yine aynı yıl Mel Gibson’ın başrol oynadığı ve Tim Burstall’ın yönettiği eğlenceli aksiyon-savaş filmi “Attack Force Z”de, Oshiko Imoguchi karakteriyle yine ikinci bir rolde göründü. Artık 1993 yılından bu yana filmlerde görünmüyor Wang Yu. Son göründüğü film, Çinli Shan-si Ting’in yönettiği “Qian ren zhan” adında kılıçlı-aksiyon filmiydi. Wang Yu’nun gerçek adı Wang Zheng-quan’dı ve o gerçek bir efsaneydi. Wang Yu, sinemaya girmeden önce bir yüzme şampiyonuymuş. 1981’de de cinayetten tutuklanmış, ama delil yetersizliğinden serbest bırakılmış. Wang Yu’nun kızı Linda Wong da günümüzde Uzakdoğu’da ünlü bir şarkıcı. Zaman zaman geçmişin önemli oyuncularını anmak iyi olabilir. Hong Kong sineması, geçmişin karate filmlerinden günümüzün saygın sinemasına dönüştü. Eski zamanlarda sinemadan kazanılan paralar sinemaya yatırıldı Hong Kong’da. Önce John Woo, çektiği estetik yüklü aksiyon filmleriyle Hollywood’a gitti. Ardından Wong Kar Wai geldi. Sonra da Pang kardeşler. Elbette Johnnie To da var. Wang Yu’nun bilinen birkaç filmini daha hatırlamalı: “Du Hang Da Biao Ke/The Magnificent Chivalry-Muhteşem Savaşçı” (1971), “Leng Mian Hu-A Man Called Tiger-Belanın Kralı” (1973), “Du Bi Quan Wang Da Po Xue Di Zi-Tek Kollu Boksör Uçan Giyotine Karşı” (1975), “Feng Yu Shuang Liu Xing/Killer Meteors-Öldüren Göktaşı” (1976)…

(05 Haziran 2009)

Ali Erden

Terminatör Kurtuluş (Terminator Salvation)

Terminatör Kurtuluş (Terminator Salvation)
Yönetmen: McG
Senaryo: John D. Brancato-Michael Ferris
Kurgu: Conrad Buff
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Shane Hurlbut
Oyuncular: Christian Bale (John Connor), Sam Worthington (Marcus Wright), Moon Bloodgood (Blair), Helena Bonham Carter (Serena Kogan), Anton Yelchin (Kyle Reese), Jadagrace Berry (Star), Michael Ironside (General Ashdown)
Yapım: Columbia (2009)

Yeni kuşaklar için Hollywood’un yeniden çekmeye başladığı ‘Terminatör’ serisi, yer yer doğal olarak insanda bilgisayar oyunları tadı bırakıyor. Ama, bu filmde de eski ‘Terminatör’lerdeki gibi karanlık ve kasvetli atmosfer var.

Yönetmen McG’nin bu filmi, 2003 yılında hapishanede açılıyor. Marcus Wright, idam edilmeden önce Dr. Serena Kogan’a organ nakli için imza veriyor. Marcus idam ediliyor ve film on beş yıl ileriye, 2018 yılına gidiyor. Metal yığını Terminatörlerin şiddeti ve kaosu dünyaya kıyamet yaşatmış. Mekânlar da dışavurumcu filmlerdeki gibi çarpık ve enkaza dönüşmüş. Marcus, seyircinin karşısına yeniden çıkıyor. Şaşkınlık sürerken, Marcus, John’un gençleşen babası Kyle ve yanındaki küçük Star’la uzun bir yolculuğa çıkıyor. Direnişçi John da Terminatörleri yenmek için hazırlıklar yaparken, bir süre sonra Marcus’la karşılaşıyor. Kyle ve Star, Terminatörlere esir düştükten sonra Marcus, güzel Blair’i zor durumdan kurtarıyor ve bu defa da Blair’le yolculuğa çıkıyor. Karargâha geldiklerinde mayına basan Marcus yaralanıyor ve onun da bir robot olduğu ortaya çıkıyor. 2003 yılında elektrikli saldalyede idam edilen Marcus, başına cip yerleştirildikten sonra yeniden hayata döndürülmüş. Marcus’un amacı John’u mu öldürmek? Tam robotlaşmayan Marcus’ta insani yönler de öne çıkıyor. Patlamaların bol olduğu bu filmin final bölümünde, Terminatörleri yöneten nükleer enerjili Skynet’in havaya uçurulmasıyla insanlık kıyamet sonrası şimdilik rahat ediyor. Film, melodramatik bir sonla gelecek filmlere hazırlıyor seyircisini.

“Terminatör”ün de bir tarihi var. Tıpkı George Lucas’ın “Star Wars-Yıldız Savaşları”ndaki gibi. Bu iki çağdaş bilimkurgudaki karakterler, geçmiş, gelecek ve birçok şeyin dökümü bile yapılabilir. Kim kimdi, neydi, ne yapıyordu, şimdi o karakter var mı? Bunun gibi birçok soru. Ama Kyle Reese karakteri, James Cameron’ın 1984 yapımı “The Termintor-Terminatör” filminde de var. McG’nin filminde Kyle’ın John Connor’ın babası olduğunu anlıyorsunuz. Filmde Kyle geriye doğru yaşıyor ve oğlu John’dan daha genç. Şimdi Kaliforniya’nın valisi olan Arnold Schwarzenegger, geçmiş filmlerde “kötü adam”dı, yani bir Terminatör’dü. Terminatörler birer robot ve insanlığın en büyük düşmanlarıydılar. “Terminator Salvation-Terminatör Kurtuluş”ta başkarakterler “iyi insanlar” ve “kötü”ler yine Terminatörler. Belki de en iyisi eskiye fazla dokunmadan bu yeni Terminatör üzerinden yol almak. Yönetmen McG, filminde daha önceki “Terminatör”lerdeki gibi karanlık ve kasvetli atmosferler yaratabilmiş. Ama, bu son “Terminatör”, sanki biraz daha bilgisayar oyunlarına benzemiş. İnsanın önde göründüğü anlarda yine insani duygular fark ediliyor. En azından 2018 yılında da aşkın olacağını ve hatta kadınların hâlâ hamile olduğunu görünce birazcık da olsa rahatlıyorsunuz. Hiç olmazsa gelecekte de doğal olan bir şeyler olacak diye. Filmde de görüyorsunuz, Terminatörler fabrikada üretiliyor ve birer ölüm makinesine dönüşüyorlar orada. Filmde, Danny Elfman’ın bestelerinin yanında başka müzikler de kullanmış yönetmen. James Cameron’ın yönettiği 1991 yapımı “Terminator 2: Judgment Day-Terminatör 2: Mahşerin Günü”nde de kullanılan “Main Title” ve Guns N’ Roses’ın “You Could Be Mine” müzikleri de fonda duyuluyor. Michigan’da 1968’de doğan McG’nin asıl adı Joseph McGinty Nichol… Sinemaseverler McG’yi ilk uzun filmi, 2000 yapımı “Charlie’s Angels-Charlie’nin Melekleri”yle hatırlayabilirler.

(03 Haziran 2009)

Ali Erden

05 Haziran 2009 Haftası

“Aşk Uğruna”, adı üzerinde bir film: Çocuğunun annesi, tutkuyla sevdiği karısının bir cinayet nedeniyle haksız yere yirmi yıl hapis yatmasına seyirci kalmayan ve ortalama bir vatandaşken, karısını kaçırmak için bir ‘firar izlemcisi’ne dönüşen, giderek kendini savunma amaçlı bir cinayetin faili olan edebiyat öğretmeni adamın, kâbusun başladığı üç yıl öncesinden bugüne mücadelesini anlatıyor. Dakikalar ilerleyip kaçış plânı ete kemiğe büründükçe seyredeni sarıp sarmalayan, bir noktadan sonra dikkatin dağılmasına izin vermeyen, Fransız Sineması’na özel o akıcı stilin ustalıkla uygulandığı, adaletsizliğin nasıl bireysel adalet arayışına zorladığına dair bir tartışma zemini de yaratabilecek suç gerilim öyküsü. İngilizce, Almanca, Fransızca dillerinde çok rahat oynayabilen uluslararası oyuncu Diane Kruger, haksız yere suçlanıp mahkûm olan kadında ve Vincent Lindon da, karısı uğruna her şeyi göze alan âşık kocada, küçük birer oyunculuk ziyafeti veriyorlar.

“Körlük”, gözleri gören ancak yürekleri kör insanoğlunun bembeyaz bir körlük salgını ile gerçekten kör olarak tamamen kendini tüketmesini, gönül gözü ile görenlerin ise yepyeni bir beyaz sayfa ile bir daha başlamasını, salgından etkilenmeyen tek bir kadının fedakârca tanıklığında anlatıyor. Kuşku hiç yok, rahatsız ettiği kadar en diplere ittiğiniz duygularınızı açığa çıkartmaya çalışan ve bunu büyük ölçüde başaran bir film. Sinemada ustalığın modern zirvelerinden… Julianne Moore adındaki her zor role meydan okuyan sanatçının da yeni bir zaferi. Yüreğiniz hala görüyorsa da, körleşmeye de başlamış olsa fark etmez, gidin ve ‘görün’ .

“Terminatör Kurtuluş”, “Mahşer Günü”nden sonra hayatta kalan ‘Direniş’çi insanlarla Skynet makineleri arasındaki savaşa dair adrenalin seviyesini -biliyoruz her yeni filmden sonra bunu yazıyoruz ama böyle işte- bir kademe daha yükseltip aksiyonu yeni bir doruk noktasına oturtuyor… İnsan olmamızın değerine dair duygusal mesajlar da saydam bir tabaka gibi öyküde yerine alıyor tabii. Gerçek bir seyirlik, üstelik karmaşık değil.

(04 Haziran 2009)

Ali Ulvi Uyanık

[email protected]

Türk Sinemasının En’leri

Bir iletişimci olarak filmlerin pazarlamasını yaparken en önem verdiğim husus elbette raporlamadır. Türk sinemasının en eksik yanlarından biri proje sırasında reklâm sektörünün sıklıkla başvurduğu yöntemlere neredeyse hiç yer vermemesidir.

Bu filmi kim izler? Neden izler? Ne zaman izler? gibi soruları sormaz ve en kötüsünü yaparak Başkaları kazandı… Bende yapabilirim… ya da Başkası battı ama ben başaracağım gibi sadece duygusal ve çokça sektör hakkında hiçbir şey bilmeden başlarlar işe…

Nizam Eren olarak siz basın mensuplarına ve ilgisini çekecek arkadaşlara “Enler” başlığı altında raporlama yaptım. Bakalım sevecek misiniz? Lütfen sizinde merak ettiğiniz “Enleriniz” varsa sorun derhal yanıtlayayım. Ricam; emeğe saygıdan kaynak göstermenizdir.

1. Bölüm

İşte size 2008 yılı ve 2009 Mayıs ayına kadar gösterime çıkan 83 filmin değerlendirilmesi.

En çok film sayısı: 2008 yılı… 1 Ocak – 31 Aralık 2008 tarihleri arasında 51 film gösterime çıkarken 2009 Mayıs ayında gösterime çıkan film sayısı 32 oldu bile.

En çok satılan bilet: 2008 yılı toplam bilet sayısı 37.000.000 oldu ve bunun 23.207.802 kişisi Türk filmlerine kesildi. (% 62 si Türk Filmleri)

En Kötü: Bu dönem içinde en kötü açılış rakamı kopya başına 24 kişi ile Pazar: Bir Ticaret Masalı filmi oldu. Filmin 3 günlük rakamı 1.016 kişi idi.

En düşük: 3 gün rakamı ise sadece 180 kişi yapabilen Taş Yastık filmi oldu.

2008 yılı Mayıs sonuna kadar 26 film gösterime girerken krize rağmen 2009 Mayıs ayına kadar gösterime giren film sayısı 32 oldu.

2008 yılında basılan toplam kopya sayısı: 5.115

2009 Mayıs sonuna kadar: 2.618

Demek ki çok iyi pazarlanan bir Amerikan Filmi bizim bir yılda bastığımız kadar kopya ile vizyon buluyor.

En zarar: 53 kopya ile sadece 4.950 kişi yapabilen Nekrüt filmi yılın zarar rekortmeni…

En kâr: Recep İvedik’lerin sadece hafta sonu açılış rakamı toplamı: 2.000.939 kişi

En uzun: Issız Adam, Kasım başında gösterime girmesine karşın en uzun süre gösterimde kalan film oldu: 22 hafta

Issız Adam, 55.987 kişi ile açılmasına karşın toplam izleyici 2.780.000’ye ulaşarak toplam kişi sayısına göre en düşük açılış yüzdesi oranına sahip: % 2

Peki bunun tersi? Rıza filmi, 378 kişi ile açılıp toplamda 900 kişide kalınca % 42 ile başka bir En’e imza attı. Film, toplam izleyicisinin neredeyse yarısını ilk 3 günde almış oldu.

En Cesur Film: Şüphesiz Muro. Arog filmi ile aynı tarihte çıkma cesaretini göstermiş ve 2.316.000 kişi almıştır.

Yılın Şok Rakamı: Mutluluk filmi ile ödüller toplayan, övgüler alan Abdullah Oğuz, Sıcak filmi ile şok yaşattı.

Mustafa, Hititler, Gelibolu, Mevlana, Yaşam Arsızı gibi belgeselleri geçerek, hatta toplamından fazla gişe yaparak (1.100.000 kişi) sinema tarihinin belgesel kategorisinde En’i oldu…

Komedi, 2008 yılında olduğu gibi 2009 yılına da damgasını vurdu. Komedi en çok izlenen film türü. Bunu 2000 – 2009 yılları arasındaki 2 milyon kişiyi geçen filmler için hazırladığım tablodan görebilirsiniz.

Aşağıda göreceğiniz gibi Türk sineması 2000 – 2009 Mayıs sonuna kadar yaptığım araştırmada en çok iş yapan filmlerin adları, açılışları, kişi sayıları ve türlerini göreceksiniz.

Görünen o ki bu yıl gösterime girecek olan filmleri de hesaba katarsak Türk sineması en çok Kasım ve Aralık aylarını tercih etmiş olacak. Türk sineması her şeyini bu 7 aya sıkıştırıyor.

2008’den bugüne kadar En Çok Film Dağıtımı Yapan Şirketler:

Özen Film: 17 Film
Medyavizyon: 15 Film
Tiglon: 14 Film (2008 Nisan ayında başladı)

2. Bölüm 2000 – 2009 Mayıs Ayına Kadar Olan Dönem

Peki 2000 yılından bu yana gösterime giren Türk filmleri hangi ayları tercih etmiştir sizce?

Ocak Ayı: 33 Film
Şubat Ayı: 34 Film
Mart Ayı: 29 Film
Nisan Ayı: 27 Film
Mayıs Ayı: 23 Film
Haziran Ayı: Hiç Yok
Temmuz Ayı: Sadece 1 Film
Ağustos Ayı: Hiç Yok
Ekim Ayı: 26 Film (2009 Yok )
Kasım: 33 Film (2009 Yok)
Aralık: 30 Film (2009 Yok)


2000 – 2009 yılları arasında Haziran, Temmuz ve Ağustos olmak üzere gösterime giren film sayısı sadece 1; filmin adı Taş Yastık ve o da sadece 1 kopya ile gösterime girmiş. Türk sineması yaz aylarında gösterime film sokmayınca meydan yabancılara kalıyor demek.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Çok Kopya ile Çıkan Film: 406 kopya ile Arog. Bunu şöyle yorumlamama izin verin lütfen. Bir çok filmin toplam maliyeti Arog filminin kopyaları kadar yada daha düşük.

En Çok Salonda Oynayan Film: Yukarıdaki kopyaların sadece birer salon ile yetindi diye düşündüyseniz yanıldınız. Arog tam 685 salonda oynayarak neredeyse gösterime girdiği hafta sinema salonlarının % 80 kadarını kapattı.

Kopya Başına En Yüksek Açılış Kahpe Bizans filmine aittir. Kopya başına tam 4.608 kişi gelerek (51 kopya ile) 235.000 kişi ile.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Pahalı Proje: Bunun yanıtını yapımcı ve muhasebecisi dışında kimse bilemez ama deneyimler Arog ve Güneşi Gördüm filmlerini gösteriyor. Bir rivayete göre ise henüz gösterime girmemiş olan Nefes de olabilir.

2000 – 2009 (şu ana dek) En Ucuz Proje: 10.000 Amerikan Doları karşılığı Hassan Sabbah – Alamut Kalesi filmi projesidir. Bu bedele nasıl ve ne kadar çekilebilirse o kadar çekilememiştir işte film. (Film Özen Film’dedir)

2000 – 2009 (şu ana dek) Yapılmayan Film Türü: Western türüdür. Kovboyları görmek için Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı projesini beklemeliyiz.

(02 Haziran 2009)

Nizam Eren

Festival Sezonu Açıldı

Ünlü sinema duayenlerimizden bir büyüğümüz ile yapılmış söyleşiden aklımda kalmıştı; soru neydi hatırlamıyorum ama cevap aklıma kazınmıştı: “Sinema olmadan yaşayabilirim ama müziksiz bir hayat düşünemiyorum” demişti üstad… -cümle birebir böyle olmayabilir, uzun zaman geçti üstünden ama özü buydu- Notaların sinemaya kattığı işitsel estetik ve büyünün sinemaya büyük güç verdiği gerçeği yadsınamaz. Çoğu filmin müziklerinden hatırlanması ve müziklerinden ayrı düşünülememesi bu durumun kanıtı…

Bu konuyu ne sebeple açtım ve nereye bağlayacağım hemen söyleyeyim; çünkü hem ülkenin hem de yazın en taze festivali Miller Freshtival’dan söz etmek için sabırsızlanıyorum. Hem ülkemizin hem de yazın en taze müzik festivali Miller Frestival ile sezonu açmış bulunuyoruz, gözümüzaydın. Kış boyu birbirinden güzel film festivallerini takip ettik; şimdi sıra müzik festivallerinin tadını çıkarmakta…

Turkcell Kuruçeşme Arena’da düzenlen Miller Freshtival gündüz, hatta akşamüstü saatlerinde endişe edecek kadar az kişi tarafından izlense de karanlığın çökmesiyle müzikseverler tarafından dolduruldu. Saat 14:00’te kapılarını açan festival gün boyunca film, fotoğraf, moda tasarımı gösterileri ve eğlenceli oyunlarla festivalcileri geceye hazırladı.

Sinema ise yine müzikle iç içeydi… Genç yönetmenler freshtival boyunca kameralarıyla festival coşkusunu kısa filmlerine taşıma telâşındaydı… Çok da eğlenceli görüntüleri ekrana taşıdılar.

Multitap ve Kung-Fu’nun ardından Türkiye’nin dünyalı grubu Portecho sahne aldı. Hem ilk albümleri hem de yeni albümleri “Studio Plastico”nun birbirinden güzel şarkılarını, oldukça yüksek bir enerjiyle yansıttılar. Portecho çok erken saatte çıkmış olmanın şansızlığını yaşayan, bu sebeple de bir avuç kişi tarafından izlenebilen grup -bence gecenin en iyisiydi- tüm bu tabloya rağmen süper bir performans sergilediler. Ayrıca hemen hatırlatalım Portecho, her yıl heyecanla beklenen Efes Pilsen One Love Festival’de de sahne alacak. Ayrıca One Love’da Röyskopp ve Starsalior gibi dev grupların yanı sıra Yasemin Mori, Ayça Şen, Bora Uzer gibi farklı tarzlarıyla dikkat çeken genç isimler de sahne alacak. Ardından sahne alan Manchester’lı electro pop grubu The Whip artan seyirciyle birlikte havayı iyice ısıtırken, ünlü Dj Joakim ile herkes dans etmeye başladı. Karanlığın iyice çökmesiyle festivalin merakla beklenen en gözde iki isim İngiliz grup Friendly Fires ve Amy Winehouse’un tahtına aday gösterilen Gabriella Cilmi ile sezonun ilk festivali gayet keyifli bir şekilde son buldu.

Ancak her şey eve dönüş yolunda başladı. Aynı saatlerde şampiyonluğunu kutlayan Beşiktaş taraftarı sayesinde güzel biten gece felâkete dönüştü. Servisi aracını rehin alan taraflar camlara kırarcasına vurarak otobüsümüzü rehin aldı. Küfür ve hakaretlerle herkese Beşiktaş marşları söylemeye zorladılar. Ortada bize yardım edebilecek bir tane bile polis yoktu… İnsanların sevinçlerini ve hüzünlerini sokaklarda kutlama özgürlüğü en büyük hakkımız ama bu olayın kutlamayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Yol kapatarak insanlara işkence etmenin açıklanabilir hiçbir tarafı yok.

(01 Haziran 2009)

Gizem Ertürk

Gizem Ertürk / Dans Gösterisi

Friendly Fires

Joakim / Miller Freshtival

Portecho

The Whip

Aşk Uğruna

Jenerikle filmin o ilk karesi arasındaki bir anlık karanlıkta, hele ki çoğu zaman yaptığım gibi konuyu hiç bilmeden oturmuşsam sinema koltuğuna, filmin adından doğan bir beklenti oluşuverir aklımda. O kısacık zamanda, ben ne kadar düşünceleri kovalamaya çalışsam da, bir öykü, karakterlere dair ipuçları uydurmaya çalışır zihnim. ‘Aşk Uğruna’da da böyle oldu ama bu kez, o karanlıkta bir de hayalgücüme eşlik eden sesler vardı: sık, iniltiyle karışık nefes sesleri. E, konu da aşk olunca, hemen ateşli bir sevişme sahnesi canlanıverdi hafızamda. Ve görüntü açılınca, beklentim eşekten düşmüşe döndüğü gibi, filmle ilgili düşüncelerim de değişiverdi. Neler olduğuna dair pek sır vermese de, bir arabanın direksiyonundaki orasına burasına kan bulaşmış kahramanımız duruyordu karşımda. O iniltili sık nefes sesleri de arka koltukta henüz görme şerefine erişmediğimiz birine aitti. O an seveceğim bir filmle karşı karşıya olduğumu anladım ve koltuğuma yaslandım. Sonraki sahnenin ateşli bir sevişme sahnesi olması gülümsetti beni ve yönetmenin tarzından hoşlanacağıma karar verdim.

Güzel bir sabah… Anne işe gitmek için hazırlanmakta. Baba ise mama sandalyesindeki sevimli oğluna kahvaltı yaptırmakta. Mutlu bir aile tablosu yani. Çok değil birkaç dakika sonra, kapı çalar ve bu tabloyu bir kâbusa dönüştüren polisler dalar içeri. Kadın patronunu öldürmekle suçlanmaktadır. İlerleyen sahnelerde öğreniriz ki, kadın masumdur. Tek suçu yanlış zamanda yanlış yerde olmasıdır aslında. Bir yandan kocasının onun suçsuzluğunu kanıtlamak için çırpınışını izlerken, bir yandan da nasıl pamuk ipliğine bağlı yaşamlar sürdürdüğümüzü düşünmeye başladım. Hayatın kurulu bir saat gibi tıkır tıkır işlerken, dışarıdan bir elin saati nasıl da kolay bir şekilde bozabileceği düştü aklıma. Rahatsızca kıpırdandım koltuğumda. İşin daha da sinir bozucu tarafı, belki o elin sahibi saate değdiğini bile bilmeden yapacaktı bunu! Bir yaşamı, hatta ona bağlı birkaç yaşamı nasıl yerle bir ettiğininin farkında bile olmadan! Bir gün arabanı almak için bir otoparka girersin, yanından koşarak geçen bir kadın sana çarpar, arkasından anlamsızca bakarsın. Sonra arabana doğru birkaç adım atarsın. Yerde, arabanın az ötesinde, bir yangın söndürücü durmaktadır. Orada ne aradığına anlam veremez, etrafına bakınırsın. Sonra da tüpü yerden alıp, duvar kenarında bir yere bırakır, arabana binip evine doğru yola koyulursun. O an için tuhaf bulsan da, bir daha hiç hatırlamayacağın hatta daha eve varmadan aklından uçup gidecek sıradan bir olaydır bu. Bilmezsin ki, otoparkta sana çarpan kadının omzuna değen eli, yaşam saatini bozan eldir! O elin parmakları kanlı bir iz bırakır pardösünün omuz kısmına. Ve o elin bir başkasını öldürmek için tuttuğu yangın söndürme tüpüne sen de dokunmuşsundur az önce. Yanlış yer, yanlış zaman. Saat bozulur…

Yönetmen Fred Cavayé ve senarist Guillaume Lemans, öyküyü önce ayrı ayrı çalışmayı tercih etmiş. Sonrasında fikirlerini çarpıştırdıklarında da ortaya oldukça dinamik bir senaryo çıkmış. Filmin Hollywood tarzı aksiyonlara benzememesine özen göstermiş ikili. Bu yüzden de kahramanın amatörlüğünü korumak istemişler. Julien, sıradan bir tip, sahte pasaport nereden bulunur onu bile bilmiyor. Büyük hatalar yapmamak için polislikle vs. ilgili konularda araştırmalar yapsalar da, Cavayé ve Lemans kahramanın herhangi biri yani ‘bay herkes’ kimliğini yaratırken kendi hayatlarından yola çıkmışlar. ‘Ben olsam bu durumda ne yapardım?’ sorusunu sormuşlar kendilerine. Yönetmen, gangster olarak bildiği tek kişilerin metro istasyonundaki kaçak sigara satıcıları olduğunu fark etmiş meselâ Julien’i canlandıran Vincent Lindon’un da epey katkısı olmuş karakteri yaratmada. Sonuçta adalete karşı değil de, kaderciliğe karşı savaşan bir Julien karakteri çıkmış ortaya.Yönetmen, Liza rolü içinse, karakterin çöküşündeki kontrastı daha güçlü kılmak adına ışıltılı birini aramış. Diane Kruger role öyle oturmuş ki, bazı sahnelerde ekibin gözyaşlarına boğulmasına neden olmuş. Hatta kendini öyküye öyle ait hissetmiş ki, senaryoda olmadığı halde, Lisa’nın 20 yıl boyunca hapiste kalacağını telefonda öğrenmesi fikri de ona aitmiş. Küçük oyuncu Oscar’a, yani Lancelot Roch’a gelince… Fred Cavayé, onu 150 aday arasından, Diane Kruger’a benzerliği dolayısıyla, hatta gözlerinde aynı ışığı taşıdığını düşündüğü için seçmiş.

Yönetmen, oyuncuların karakterlerdeki dönüşümü daha iyi yansıtabilmeleri için, filmi kronolojik sıralamaya göre çekme kararı almış. Öykünün çoğu içeride geçiyor. Hapishanedeki Lisa’nın yavaş yavaş ışıltısını yitirip tanınmaz hale gelmesi, evlerindeki eşyaların teker teker yokolması gibi sahneler, filmi görsel açıdan da güçlü kılıyor. Çekimleri 11 hafta süren filmin büyük çoğunluğu Paris ve çevresinde geçse de, Cavayé ve ekibi, kameralarını, ‘Güney Amerika’yı yeniden yarattıkları Belçika ve İspanya’ya da taşımış. Yeniden yaratılan bir başka yer de hapishane koridorları. Diane Kruger’ın tutulduğu hapishanenin giriş koridorları için, Fransa Milli Kütüphanesi’nin koridorları kullanılmış. Hücre, konuşma odası gibi iç sahneler stüdyo ortamında yaratılmış. Dışarıdan duvarlarını gördüğümüz hapishane ise Meaux Hapishanesi.

Cinayetlere, patlayan silâhlara rağmen ‘Aşk Uğruna’ bir aşk filmi aslında. Julien karısına öyle aşık ki, onun canından vazgeçecek kadar mutsuz oluşu, üzüntüden deliye çeviriyor kahramanımızı. Öyle ki ahlâk yolundan çıkıyor. Karanlık adamlara bulaşıyor, eli silâha değiyor. Yönetmen kötüyle iyi arasındaki sınırı karanlıkta bırakarak anlatımına kendi gerçekliğini katıyor. İnsan ister istemez kendini Julien’in yerine koyuyor. ‘Ben olsam ne yapardım?’ Sorun bakalım kendinize, birisi kurulu yaşam saatinizi bozsa ve bundan en çok sevdikleriniz zarar görse siz o saati yeniden çalıştırmak için herşeyi göze alır mıydınız?

(01 Haziran 2009)

Gülay Oktar Ural

Can Çekişen Salonlara Soluk Aldırabilecek Bir Çözüm: Türkçe Dublaj

Gösterimdeki yeni filmleri sinemada izleme alışkanlığını henüz yitirmemiş olan tutkulu sinemaseverler, son zamanlarda salonların içine düştükleri “İkinci Fetret Devri”nin de farkındalar hiç kuşkusuz…

Başta İstanbul olmak üzere, irili ufaklı bütün kentlerdeki sinema salonları, tıpkı 1990’lı yıllarında ortalarında olduğu gibi yine büyük bir çöküş tehdidi altındalar… Nitekim, bu kötü gidişin acı meyveleri daha şimdiden alınmaya başlandı ve zincir salonlar işleten iki önemli kuruluş, AFM ile Umut-Sanat, geçtiğimiz Nisan ayının sonlarında gerek İstanbul-Teşvikiye, gerekse Karabük-Safranbolu’daki bazı salonlarının kapısına seyirci ilgisizliğinden dolayı kilit vurmak zorunda kaldı. Çok salonlu gösterim merkezlerinin yüksek işletme giderleriyle baş edebilmek için -en azından bazı salonlarını devreden çıkartarak- küçülme yoluna gitmesi, kitlelerin sinema alışkanlığından iyice koptukları yaz aylarında da yeni kapanışlarla süreceğe benziyor.

Bir yıldır sürüp giden ekonomik krizin, söz konusu talep daralmasında çok önemli bir payı var elbette… İnsanların aldıkları günlük ekmeğin hesabını bile titizlikle yaptıkları bunaltıcı bir süreçten geçiyoruz ve aileler ev bütçelerinde güç belâ denge kurma çabası içindeyken, tâlî bir kültürel ihtiyaç konumundaki “sinema gezisi”ne de doğal olarak öyle pek kolay sıra gelmiyor.

Öte yandan, salonlarda yaşanan bu ıssızlık, Türk sinemasının son dönem örnekleri söz konusu olduğunda çok daha iç karartıcı bir manzaraya dönüşmekte… Star gazetesinden değerli meslektaşım İhsan Kabil de 9 Mayıs 2009 Cumartesi günü, “Bir filmi seyredememek üzerine” başlıklı köşe yazısında aynı konuya değinmekteydi. Kabil, yakın zamanda gösterime giren iki Türk filmi, “Benim ve Roz’un Sonbaharı” ile (çekim mekânı, öyküsü ve oyuncularıyla “yarı yarıya Türk filmi” sayılabilecek olan) “Pazar: Bir Ticaret Masalı”nı seyretmek üzere üst üste bir kaç kez farklı sinema salonlarına gittiğini, ancak yetkililerin “kendisinden başka seyirci olmaması” gerekçesiyle her seferinde gösterimleri iptâl ettiğini anlatıyordu o makalesinde…

Aynı sevimsiz durumu son aylarda sinema gişeleri önünde ben de sıklıkla yaşamaktayım. Ki bunlardan “Başka Semtin Çocukları”nda, seansı iptal eden salonun yöneticileriyle çata çat kavga etmişliğim de söz konusudur. Fakat, sonradan serinkanlı bir biçimde düşündüğümde, doğrusu ya adamlara hak vermek zorunda kaldım. Çünkü, benden 10 lira bilet bedeli tahsil edecek olan bu işletme, gösterimi gerçekleştirdiği film makinesinde ise ortalama 3 bin lira değerinde ve fiyatına göre de gayet kısa ömürlü bir projeksiyon lambası kullanıyordu. Böyle bir durumda ticarî açıdan kendinizi nasıl döndürebilirsiniz ki?

Sinema salonlarımızı, 1975’lerde periyodik televizyon yayınlarının başlaması ve 1980’lerde yaşanan video kaset furyasının ardından, bugünlerde tarihinin üçüncü büyük seyirci krizine sürükleyen asıl sebep, “korsan film izleme alışkanlığı”nın 7’den 70’e bütün toplumsal katmanları âdeta uyuşturucu müptelâlığı gibi kuşatıp esir etmesi… Son bir kaç yıldır, özellikle de genç kuşakta öylesine acayip bir tüketim mantığı gelişti ki sinema ve müzik başta olmak üzere, muhtelif fikir ve sanat eserlerini bedeli karşılığında satın alarak tüketmek düpedüz “ahmaklık” olarak algılanır hâle geldi. İlk aşamada ulusal müzik endüstrimizi çökerten bu hastalıklı yaklaşım şimdi de sinema işletmecilerinin gırtlağını sıkıyor.

Sanat üreticileriyle tüketicileri arasındaki ticarî ilişkide kaçak güreşenler, yani “korsan ürünle beslenen” bir kitle her zaman varolacaktır. Nitekim, bu tür bir asalaklar grubuna, ABD’den Japonya’ya kadar dünyanın her yerinde rastlayabilirsiniz. Ancak, görece daha yüksek bir ekonomik refahın yanısıra belli bir tüketim bilinci ve toplumsal ahlâk düzlemine erişmiş olan ülkelerde ise -tıpkı önlerinde duran cenazenin namazını bütün mahalle adına kıldıran ve diğerlerini de bu yükümlülükten kurtaran ilkeli bir cemaat gibi- “Rapidshare”ci korsan meraklılarının yol açtıkları ticarî açığı “La Havle” çekerek sabırla kapatan, sorumluluk duygusuna sahip bir kitle de mutlaka bulunuyor. Bizdeki temel sorun ise bu ahlâkî dengeyi sağlayacak toplumsal grubun artık neredeyse tamamen ortadan kalkması… Günümüzde, en katıksız entelinden en kara cahiline kadar hemen herkes için “korsan ürün tüketmek” gayet sıradan ve olağan bir hayat tarzına dönüşmüş durumda. “Çevrenizde en son ne zaman yasal müzik CD’si ya da film DVD’si satın almış birini gördünüz?” diye sorsam, böyle bir sorunun cevabı ülkemizdeki genel manzaraya da yeterince ışık tutacaktır.

İşte, sinema salonu işletmeciliğinin yeniden can çekişmeye başladığı böylesi bir kritik dönemeçte, bazı ithalâtçı kuruluşlar tarafından sessiz sedasız devreye sokulan “yabancı filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu büyük derdi kökünden çözemese bile yaraya belli ölçüde devâ olmaya adaydır.

Gerçi, “Türkçe dublaj” öyle çok da yabancısı olduğumuz bir uygulama değil; 2000’ler boyunca ardı ardına pek çok animasyon çocuk ve gençlik filmi (küçük izleyicilerin altyazıyla barışık olmadıkları dikkate alınarak) dünya çapında bir dublaj kalitesiyle gösterime sunulmaktaydı zaten…

Ancak, Warner Bros. şirketi, sektörün artık iyice oturmuş durumdaki işletmecilik geleneklerinde sürpriz bir değişikliğe giderek, geçtiğimiz günlerde, yaklaşık yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir “erişkin filmi”ni Türkçe dublajla gösterime sundu. Yönetmen Ron Howard’ın, sinema salonunda Türkçe seslendirilmiş olarak seyrettiğim son yapıtı “Melekler ve Şeytanlar”, (*) sahip olduğu yüksek dublaj kalitesiyle müthiş bir keyif verirken, önemli filmleri ana dilimde seyretmeyi ne kadar özlediğimi fark etmeme de vesile olacaktı. Hele de meslekî yetkinliğine öteden beri hayran olduğum seslendirme sanatçısı dostum Sungun Babacan’ın, sektördeki herkes tarafından çok iyi bilinen o müthiş Tom Hanks performansına geniş perdede yeniden tanık olmak apayrı bir heyecan kaynağıydı benim için. Türkiye’de gösterime giren herhangi bir Hanks filminde, eğer ki bu ünlü aktörü Babacan (**) seslendirmemişse, söz konusu yapıt dublaj kalitesini yarı yarıya kaybetmiş demektir. Nitekim, vaktiyle bir stüdyo sahibinden, Hanks’in kendisinin dahi onu seslendirecek yabancı sanatçıların test kayıtlarını dinlerken, Türkçe dublajlar için onu tercih ettiğini duymuşluğum vardır.

“Serüven”den “komedi”ye kadar hemen her türden yabancı filmin, iyi ya da kötü bir kalitede, fakat mutlaka Türkçe dublajlı gösterime girdiği 70’li ve 80’li yıllara ilişkin sinemasal hatıralarımın yeniden gözümün önünde canlanmasına yol açan bu uygulamayı -mevcut ekonomik koşulların yarattığı pazar daralmasını da göz önüne alarak- içtenlikle destekliyorum.

1980’li yıllarda, o dönemde sinema salonları üzerinde bir başka tehdit kaynağına dönüşen video kaset piyasası ve bu piyasanın sallapati çalışma yöntemleri nedeniyle, Türkiye’de seslendirme kalitesi fena hâlde düşmüştü. Öyle ki kahramanlarının adlarının bile üstünkörü çeviriler nedeniyle yanlış telâffuz edildiği aşırı döküntü dublajlar izler olmuştuk. Aradan geçen yıllarda ise “Harry Potter” tarzı iddialı filmlere -büyük ölçüde yabancı muhatapların baskısıyla- gösterilen ihtimam, kilo hesabı iş yapılan bu sektörde kaliteyi aşama aşama yeniden yükseltti. “Melekler ve Şeytanlar”da gözlemlediğim dublaj başarısı gösterime giren filmlerin büyük bir bölümünde aynen tutturulabilirse, pek çok filmin altyazılı olarak sunulmasına da gerek kalmayacak demektir. Bu da “Yazıları takip etmekte zorlanıyorum, gözlerim yoruluyor” gibi gerekçelerle sinemadan uzak duran, ağırlıklı olarak yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve kulağı yabancı dillere âşina olmayanlardan müteşekkil müşkülpesent bir seyirci kitlesinin yeniden kazanılmasına yardımcı olacaktır. Üstelik, işin ta en başında yapılacak olan böylesine titiz bir seslendirme çalışması, aynı filmin bir kaç ay sonra piyasaya sürülecek DVD versiyonu ve televizyon kanallarına satılacak kayıtlarında da aynı alandaki ihtiyacı -tekrar tekrar ekstra harcamalara girilmeksizin- en iyi biçimde karşılayabilir.

Velhasıl, Warner Bros’un başlattığı “erişkin kategorisindeki filmlere Türkçe dublaj” uygulaması, bu açıdan son derece isabetli ve yararlı gözüküyor. Diğer ithalâtçı şirketlerin de hiç zaman yitirmeksizin, fakat “özenli çeviri”, “karakterlere uygun ses seçimi” ve “5.1 Dolby Digital ses kayıt” gibi temel kalite kriterlerinden ödün vermeden aynı uygulamaya yönelmesi gerektiğini düşünüyorum. En azından, eli yüzü düzgün gişe filmlerinde…

Öte yandan, filmleri orijinal dilinde seyretmeyi tercih eden daha rafine bir sinemasever topluluğu için, tıpkı 20-30 yıl önce olduğu gibi, belli sinemalarda “altyazılı kopya” seçeneği yine muhafaza edilebilir.

Sonuç olarak, sinema sektörü ülkede yaşanan büyük ekonomik durgunluğa şu ya da bu biçimde ayak uydurmak ve çeşitli “ayakta kalma formülleri” türetmek zorunda… Yoksa, 90’lı yılların ortalarında salon işletmeciliğinde yaşanan o büyük çöküş sürecine yeniden geri döneceğiz gibime geliyor.

(*) Bir erişkin filminde yıllar sonra yeniden Türkçe dublajla karşılaşmanın keyfi: “Melekler ve Şeytanlar”

(**) Türk dublaj sanatının büyük ustalarından, “iki ünlü Tom”un (Tom Hanks ve Tom Cruise) vazgeçilmez sesi: Sungun Babacan

* * *

Konuyla ilgili bazı haberler:

Bir Filmi Seyredememek Üzerine

AFM Sinemaları, Teşvikiye’deki 3 Salonunu Kapattı

AFM Teşvikiye ve Safranbolu Atamerkez Eurimages Sinemaları Kapandı

Başkent’in “Tarihi Sinemaları” Birer Birer Veda Ediyor

60 Yıllık Dadaş Sineması Kapandı

Yarım Asırlık Kılıçoğlu Sineması Kapandı

Sinemanın Çöküşü: Toplumun Çılgınlığı

(31 Mayıs 2009)

Ali Murat Güven
Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü

Ölüme Bakışınızı Değiştirecek Bir Film

Yaşama hep güzel anlamlar yükleriz; iyilik, güzellik, aydınlık, başlangıç yaşamla anılır. Kötülük, çirkinlik, karanlık ve son hep ölümündür. Alabildiğine kaçınılmaz ve gerçek olmasına karşın ölümü hep dışlamış, görmezden gelmişizdir. Bu psikolojik olarak çok açıklanabilir bir durum. İnsan korktuğu şeyden uzak durur. Korkularıyla yüzleşmekse herkesin harcı değildir.

Tıpkı filmimizin ana karakteri fotoğrafçı Finn gibi… Finn, her insan gibi (aynı zamanda her insana göre değiştiği gibi) yetişkin hayatının çocukluğuna hiç benzemediğinin farkına varıyor. Hatta zamanın akışının bile… Hepimiz için çocukluk sonsuzluk değil miydi? Her şey uzun ve dolu dolu geçmez miydi? Zaman daha yavaş akmaz mıydı? Sonra hepimiz büyüdük ve zamanın nasıl geçtiğini bilemez olduk. Yine zamanı suçladık. Zaman değişti, dedik… Aslında biz değişmiştik, yaşamımız, alışkanlıklarımız değişmişti.

Yeniden filme dönelim; Finn’i en son kendini ve zamanı sorgularken bırakmıştık. Finn sonrasında maddi tarafı zengin ama manevi tarafı dibe vurmuş zenginliği ve artan kâbuslarıyla yaşamını bilmediği bir noktaya doğru sürüklemeyi sürdürüyor. Kapalı mekânlarda ünlülerin fotoğraflarını çeken, dışarı çıktığında kulaklığıyla ile yine bir çeşit kapalı mekâna geçen Finn, gerçek hayatla ciddi bir iletişimsizlik sorunu yaşamakta. Bu arada hepimizin kapalı mekânda fotoğraf çekmek gibi bir durumu olmasa da, kulaklık takıp müzik dinleyerek dış dünyadan sıyrılma kaygısı zaten çağımızın genel sorunu…

Zihninin derinliklerine ittiği ölüm korkusu Finn’i bir gece arabasında yakalıyor. Yanlışlıkla ölümün fotoğrafını çeken Finn ile ölüm arasında o andan itibaren garip bir çekim başlıyor. Finn’in Düsseldorf’a geçişi ve Palermo’da hayatıyla yüzleşiyor. Ölümün peşine düştüğünü sanan Finn aslında kendisinin ölümün peşine düştüğünü görmesiyle acı bir şekilde sarsılıyor. Aslında bu hepimiz için geçerli. Ölüm bizim peşimizde değil, biz ölümün peşindeyiz.

Palermo’da Yüzleşme ölümün fikrini soruyor, ölüme söz hakkı veriyor. Ölümü ince, nazik, düşünceli ve kırılgan bir adama benzetiyor. Ölüm insanlara hayatın kıymetini bilmeleri için varolduğunu hatırlatıyor. İnsanın kendi kendini ehlileştirebileceği ve kendi ölümünü bile kabûllenmesinin mümkün olabileceğini söylüyor. Bu arada hâlâ zihnimde 40 yıl önceki Easy Rider filmindeki Dennis Hopper’ı silemediğim aktör Palermo Shooting’de devleşiyor…

Yeni Alman Sineması’nın en önemli temsilcilerinden Wim Wenders, sinema dersi sayılabilecek bir filme imza atmış, hatta bu filme nadide bir sanat eseri demek istiyorum, huzurlarınızda… Dıştan bakıldığında oldukça modern hayat tarzıyla yaşadığımız zamanın filmi olan ama sinemasal diliyle bize (adandığı üzere) Ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni sineması tadını veren bir başyapıt. Sinema salonunda izleme zevkinden kendinizi mahrum etmeyin, pişman olmazsınız. 🙂

(30 Mayıs 2009)

Gizem Ertürk